Yazar: 19:28 Öykü

Pansiyon Cinayeti | Bölüm 3

İkinci bölümü okumayanlar için;

Pansiyon Cinayeti | Bölüm 2

Hasan Gülle, toptancılığını yaptığı kuru gıdaları Konyaaltı’ndaki özel mülkünde depoluyordu ve kâğıt üzerindeki adresi de burasıydı. İki polis Asayiş’ten ayrılıp bu adrese doğru yola çıktıklarında bulutlar boşalmak üzereydi, nitekim yirmi dakika süren yolculuklarının on beşinci dakikasında başlayan yağmur, şiddetliydi.

“Sen hapisten çıkıyorsun, sonra adamın karısı öldürülüyor, ne iş?” diye sordu Alpaslan Kaya.

Hasan Gülle’nin depo içindeki yazıhanesindeydiler. Hasan’ın oturduğu sandalyenin dışında tek bir sandalye olduğu için ona da Alpaslan oturmuştu ve Ferdi ayakta kalmıştı. İkram edilen çayı da ayakta içiyordu. Bir elinde tabağı, diğer elinde bardağı tutuyor, arada soğusun diye üflüyordu.

“Valla ben de şaştım kaldım amirim,” dedi Hasan Gülle de.

“Neyine şaştın kardeşim,” diye sürdürdü Alpaslan. “Hasan, şimdi şans falan deme. Buna ikimiz de, hatta üçümüz de inanmayız.”

“Yalan borcum yok ki amirim. Zaten suçsuz günahsız attınız içeri. Hani bir suçumuz olsaydı da atsaydınız gıkımız çıkmazdı ya. Neyse.”

“Duyduğuma göre çok da suçsuz değilsin. Hakkında söylenenleri diyorum.”

“Bir uydurmadır gidiyor valla.”

“Geçelim şimdi bunları. Yılmaz’la arandaki sorun neydi?”

“Şerefsizin tekiydi o amirim. Ona inandık, güvendik. Sözünün eri sandık. İşimizi takip ediyor sandık. Gönül rahatlığıyla yaşadık. Ama o ne yaptı? Beş lira kazandıysak, ikisini kendi cebine attı.”

“Onun yaptığı ne malûm.”

“Başta ben de böyle düşündümdü. Ama biraz takip edince işin rengi belli oldu. Evini gördünüz mü? Yeminle benim evim o kadar değil. Aldığı üç kuruş maaşla o evi nasıl alabilir ki?”

“Peki, senin paranla aldığını nereden biliyorsun?” dedi Ferdi. “Belki arsa, para falan kalmıştır.”

Hasan güldü.

“Niye güldün? Olamaz mı?”

“Olamaz da ondan güldüm amirim,” dedi Hasan Ferdi’ye. “Kapıma geldiğinde üstüne giyecek bir ikinci elbisesi yoktu. Ne parası kalacak ona? Ailesinin durumu da öyleydi. Parasızın tekiydi. Benim yanımda eli ekmek tuttuydu. Cebi para gördü. Ama çok görmüş belli ki. Niye dersen, maymun gözünü bir açtı mıydı pir açar. Kapanmaz gözü. Kapanmazsa da yediği kapa böyle sıçar. O da sıçtı. Sıçmıştı doğrusu.”

Ferdi cevap vermedi, ters ters baktı. Karşısındaki adam da geri durmuyordu. İkisinin arasında başlayacak olası bir kavgayı Alpaslan yeni bir soruyla önlemeye çalıştı.

“Kim getirdi sana bu Yılmaz’ı?”

Hasan başkomisere döndü, “Sedat diye bir adamım vardı,” dedi. “Aynı ona da Yılmaz gibi güvenirdim. O getirdi. Bana nasıl güveniyorsan Yılmaz’a da öyle güven, dedi. Sedat hâlâ buradadır. Ama bugün gelmedi.”

Sözlerini bitirdikten sonra kafasını kaldırıp Ferdi’ye baktı.

Alpaslan karşısındaki adamın meydan okumasına izin vermemek adına, “O güne dönecek olursak. Yılmaz’ı sen mi öldürdün?” diye baskın verir gibi aniden bir soru sordu.

Şaştı. “Ya niye öldüreyim ki amirim? Doğrudur, yaptıklarını öğrenince sinirlendim. Sedat’a olsun, başka çalışanlarıma olsun, onu bulunca öldüreceğim, demişimdir. Ama öldüreceğim deyince adam öldürecek olsak dünyada insan mı kalır? Kendinizden yola çıkın. Siz de sinirle söylemediniz mi hiç böyle bir şeyi?”

“Kendini bizim yerimize koyma Hasan,” dedi Alpaslan.

“Olur.”

“Bence Yılmaz öldürüleceğini düşünüyordu. Galiba haksız da değildi.”

“Yemin ederim amirim. Bana inanmanız için ne yapabilirim? Söyleyin de yapıvereyim.”

“Anlat. Doğruca anlat.”

“Anlatıyorum ama inanmıyorsunuz ki.”

“Ateş olmayan yerden duman çıkmaz derler. Sende de bir dümen dönmese kimse arkandan konuşmaz.”

“Bak ben de sana bir deyimle karşılık vereyim ki, adım çıkmış dokuza inmiyor sekize.”

“Yani suçum yok diyorsun. Öyle mi?”

“Öyle, hem de katbekat öyle.”

Alpaslan’ın telefonu çaldı. Arayan Cemil’di. Telefonu açarken Hasan’a ters ters bakıyordu.

“Efendim,” dedi.

Alo başkomiserim, merhaba. Biz maktulün evindeyiz, henüz detaylı araştırma yapmadık ama isimsiz tehdit mektupları bulduk.

“Ne yazıyor?”

Okuyorum. ‘Elimden kurtulamayacaksınız, kocanın benden çaldığı paraları getirmezsen seni de o küçük piçinizi de öldürürüm.’ Bir başkası da şu. ‘Bir ay süre veriyorum. Getirdin getirdin, getirmedin, ne yapacağımı bilirsin.’ Altına da silah resmi çizilmiş.

“Başka var mı?”

Bunlara benzer iki tane daha var.

“Tamam, Cemil. İyi bakın, didik didik edin.”

Emredersiniz.

Alpaslan telefonu kapatırken Hasan’ın yüzüne bu defa gülümseyerek baktı. Kaşlarını kaldırdı, “Hasan, kadını tehdit etmişsin,” dedi.

Hasan biraz kızardı.

“Şey…”

“Niye tehdit etmiş?” diye sordu Ferdi.

Alpaslan Ferdi’ye döndü, “Kocasının çaldığı paraları istemiş,” dedi. “Getirmezse öldürecekmiş. Çocuğu da.”

“Bunu da mı sinirden yazdın?” dedi Ferdi.

“Bakın, istediğinizi düşünmekte özgürsünüz. Avukatım gelene kadar konuşmak istemiyorum.”

“Ara avukatını, cinayet büroya gelsin.”

*

Alpaslan Hasan’ı arabaya bindirdi. Kendisi binmeden önce Ferdi’ye, “Savcılıktan bir arama izni daha çıkartmamız lazım,” dedi. “Burayı araştıralım.”

*

Yağmur durmuştu tekrar. Ama bulutlar hâlâ aynı renkteydiler.

Hasan Gülle’yi nezarete koyduktan sonra büroya döndüler. Bu sırada maktulün kardeşi İrfan Karaman büroyu arayıp defnetmek üzere mezarlığa gittiklerini haber etti.

Alpaslan ve Ferdi hiç oturmadan doğruca mezarlığa gittiler. Aile üyelerinden uzak bir yerde takip ediyorlardı. Bulutlar açılmıştı. Islak toprağın kazılması, cansız bedenin açılan çukura saygıyla yerleştirilmesi ve üstünün kapatılması. İmamın dua okuması. Sonra ellerin açılması ve herkesin duaya başlaması. Cenaze işlemlerinin bilindik programıydı. Üç aşağı beş yukarı her cenazede bunlar olurdu. Ve tabii ağlayan insanlar. Ağlayan insanların sayısı ölmüş kişinin bu hayatta yaptıklarıyla orantılıydı. Bir cenazede ağlayan insan çoksa ölen kişi sevilen ve iyi biri olurdu genelde. Durdukları mesafeden iyice baktı Alpaslan. Ağlayan insanların yüzlerine iyice baktı. Ağlamayanlara da baktı. Herkes üzüntülüydü. Maktulün annesi olduğunu tahmin ettiği yaşlı bir kadın ayakta duramıyor, iki genç kadının kolları arasında yıkılmamak için canla başla mücadele ediyordu. Başkomiser hızlıca maktulün çocuğuna bakındı. Ama göremedi. Yok muydu, varsa da uyumuştu da araçların birinde mi bırakılmıştı. Başkomiser ıslak topraktan dolayı çamurla kaplanmış ayakkabılarına çevirdi gözünü. Bu sırada telefonu çaldı. Arayan Selda’ydı.

Başkomiserim, olay yeri raporu geldi. Ayrıca Hasan Gülle’nin avukatı da burada sizi bekliyor.

“Var mı raporda önemli bir bilgi?”

Var. Hem de çok tuhaf bir şey var.

“Neymiş?”

Bir saniye,” dedi Selda. “Uygun bir yere geçmem gerekiyor.

Alpaslan bir şey demeden sabırla bekledi.

Başkomiserim kusura bakmayın, avukat büroda olduğu için sizi beklettim. Olay mahallinden alınan parmak izlerinden biri Yılmaz Çapa’nın parmak iziyle uyuşuyor.

Alpaslan şaşkınlığını saklayamadı, “Ne?” dedi yüksek sesle. “Nasıl olabilir böyle bir şey?”

Bilmiyorum başkomiserim, ben de çok şaşkınım.

Ferdi, “Ne olmuş?” diye sordu.

Alpaslan cevap vermedi. Bu sabahki İrfan Karaman’ın söylediklerini düşündü. Düşündü. Ne demişti onu düşündü. Yılmaz’ın ölümünde şaibe… Böyle mi demişti? Tam olarak böyle dememiş miydi? Demişti.

Alpaslan telefonu kapattı. Ferdi’ye durumu açıkladı.

“Sen İrfan’ın yanına git, usulca sor bakalım Yılmaz’ın ailesi burada mı? Burada ise al gel.”

“Tamam,” dedi genç komiser.

Bu sırada dua okuma yeni bitmişti. Ferdi, İrfan’ın yanına yaklaştı, kulağına yaklaştırdı ağzını. Ferdi ne demişti de İrfan’ın yüzünde hayret belirmişti, doğruları mı söylemişti? Genç adam sonra kafasını kaldırdı, arkadan birini gösterdi. Alpaslan bu mesafeden gösterilen adamın hangisi olduğunu anlayamadı. Ferdi İrfan’ın yanından ayrılıp iki sıra geri gitti.

Yaşlı bir adamdı. Ferdi’ye ters ters baktı. Sonra ikisi de Alpaslan’ın olduğu yere baktılar. İmam duasını sürdürürken ikisi de topluluktan ayrılıp başkomiserin yanına geldiler.

“Memur bey ne oluyor? Duyduklarım doğru mu? Yılmaz’ım…”

“Yaşıyor,” diye tamamladı Alpaslan.

“Yılmaz’ın mezarı burada mı?”

“Evet. Aşağıda hemen,” dedi ve parmağıyla bir yeri gösterip “orada işte,” diye tamamladı.

“Oraya doğru yürüyelim mi?” diye bir teklifte bulundu Alpaslan.

“Olur, olur. Ama bana şu işin aslını anlatın memur bey. Kafam çok karışık. Yılmaz yaşıyorsa hani nerede?”

Yürümeye başladılar.

“O günden sonra bir daha görmediniz mi?”

“Yok.”

“O günleri anlatır mısın amca?”

“Neyini anlatayım ki. Bir gece telefon geldi, Sedat’tı arayan, Yılmaz’ın arkadaşı. Yılmaz kaza yapmış, araç alev almış dedi.” Adamın gözleri yaşardı. “Ah, yüreğim nasıl yandı, nasıl yandı, nasıl yandı.”

Mezar taşında Yılmaz Çapa yazan bir mezarlığa geldiler, durdular.

“Doğruca hastaneye gittik. Ama. Kurtarılamamış. Morga indik. Yanmış, kül olmuş, tanınmaz hâlde. Ama anlayamadım. Anlayamadım ki. Ateş düşmüştü yüreğime.”

“Test yapılmadı mı?”

“Ne testi?”

“DNA.”

“Yok. Derisi kalmamış. Saçı sakalı yok olmuş.”

“Sonra alıp defnettiniz?”

“Evet.”

“Sonra?”

“Yanında çalıştığı adam sorumlu bulunup hapse atılmış diye duyduk. Bize bir soru soran, olayı anlatan da olmadı. Sonra Sedat bizle çok ilgilendi. Sağ olsun. Yılmaz’ın yokluğunu aratmadı. Hem bize, hem de Sema kızımıza.”

“Nasıl yani?”

“Sema’ya maddi desteği çoktu. Bize de. Sen arkadaşımın geride bıraktığısın, parasız kalmak yok, hemen ara. Ben senin bir ağabeyinim diyormuş.”

“Bu kadar mı?”

“Bize de aynısını diyordu.”

“Nerede şimdi bu Sedat? Geldi mi buraya?”

“Yok, onu göremedim. Aradım ama göremedim.”

“Nerede evi, biliyor musun?”

“Yok, bilmiyorum.”

“Memur bey, hele bir anlatın. Yılmaz yaşıyorsa nerede? Kim demiş yaşıyor diye. Yaşıyorsa nerede? Hani? Karısının cenazesine niye gelmedi? Hani? Ben çocuğumu aldım defnettim.”

Alpaslan adamın omzuna elini koydu, “Sema’nın katili Yılmaz,” dedi.

Adam şaşırdı. Bilmesine rağmen Ferdi de ilk duyduğunda şaşkınlığını gizleyemedi. Alpaslan kararlı bir şekilde mezar taşına bakmaya devam etti.

“Ağbi, nereden bulacağız biz bu adamı?” dedi Ferdi arabada. Büroya dönüyorlardı.

“Bilmiyorum,” dedi başkomiser.

“Bunca zaman saklanan bir adam yine saklanır. Tabii yurtdışında saklanmamışsa. Hadi öyle diyelim, niye geldi Türkiye’ye? Nasıl geldi?”

“Şu Sedat’ı bir bulalım.”

“Yılmaz’ı Hasan’ın yanında işe başlatan Sedat’mış. Arkadaşı ölünce hem Sema’ya hem de arkadaşının ailesine destek sağlamış. Ama şimdi ortada yok. Bana biraz garip geldi.

“Bana da. Ama bulmamız lazım. Sağ bir şekilde.”

Ferdi başkomiserin yüzüne baktı. Alpaslan bunun farkındaydı.

“Yılmaz’ı diyorum. Sedat’ı da öldürebilir.”

“Anlamadım.”

Alpaslan’ın telefonu çaldı. Cemil’di.

Başkomiserim aramayı bitirdik. Ateş bir gizli kamera buldu,” dedi genç komiser doğruca. Konuşurken nefes bile almadı. Tek nefeste döküverdi her şeyi.

“Böcek mi?”

Evet.

Telefonu kapattıktan sonra yanındaki meslektaşına, “Sema’nın evinde kamera bulunmuş,” dedi.

“Ne oluyor ya!” diye kızdı Ferdi. “Evinden kaçıyor, pansiyon odasında öldürülüyor. Evinde kamera çıkıyor.  Kocası resmî kayıtlarda ölü. Ağbi biz nasıl bir dosya aldık böyle? Film falan mı çekiyoruz?”

Alpaslan cevap vermedi.

*

Büroya döndüklerinde hiç zaman kaybetmeden Hasan Gülle’nin sorgusuna giriştiler. Alpaslan soruyor, avukat cevap veriyordu. Hasan’ın ağzı ara sıra kocaman nefesler alıp vermek dışında hiç açılmıyordu. Önceden hazırlanmış cevaplar. Avukat önceden hazırlanmış cevapları ezbere söylüyordu. Başkomiser bir aralık Sedat Ayhan’ın adresini sordu.

“Serik yolu üzerinde,” dedi Hasan. İlk ve son cevabıydı.

Konuşmayan adama öfke doluydu Alpaslan. Ama diyordu. Ama nasıl olsa ellerindeki tek cinayet zanlısı Hasan’dı. Hapisten çıkmış, Yılmaz’ın karısına tehdit notları göndermişti. Ama diyordu. Ama katili bulamazlarsa, Hasan’ı vereceklerdi.

“Bunlar varsayım,” dedi avukat.

“Tehdit notları var.”

“Hiçbir şeyi kanıtlamaz.”

Odadan çıktı. Sorguda edindiği adrese doğru Ferdi ile Selda’yı da yanına alarak yollandı. Yol boyunca hiç konuşmadılar. Üçünün de kafasında aynı soru dönüp duruyordu: Nasıl bir vakaydı bu?

*

Serik yolu üzerinde ıssız bir yerdeydi Sedat’ın evi. Uzaktan bakıldığı zaman ışıkları yanıyordu. Ama ne polislerin aramalarına cevap vermişti, ne de Hasan’ın aramasına. Evinin ışığı yanıyordu ama.

Avlu kapısı açıktı, arabayı hiç durdurmadan avluya girdiler, iki katlı, sarı boyalı, ahşap pencereli ve kapılı evin önünde durdular. Bir gariplik seziliyordu. Fazla sessizdi. Issızdı. Kimsesizdi. Kapıya geldiklerinde Alpaslan telsizin arkasıyla üç kez vurdu. Beklediler, beklediler. Beklediler. Açılmayınca bir kere daha. Yine açılmadı. Umutsuzca birbirlerine baktılar. Bu sırada duyulan bir silah sesi üçünü de panikletti. Hemen silahlarına davrandılar ve sırt sırta verip etraflarına baktılar. Baktılar ki, bir şey görünmüyordu.

“İçeriden geldi herhalde,” dedi Ferdi heyecanla.

Alpaslan “Üç deyince,” diyerek kapıyı gösterdi.

Üç dendi. Kapıya yüklenildi.

Kapı zorluydu. Kapı çetindi, sıkıydı, sağlamdı. Kapı iyi bir işçiliğin ürünüydü. Açılmadı. Açılmayınca bir kere daha denediler. Açılmadı. Selda az ilerideki pencereyi gösterdi. Sahiden de pencerenin demiri yoktu. Ama daha da ilginç olan bir şey vardı ki, pencerenin camı kırıktı. Kırıktı. Alpaslan dikkat ederek içeri girdi. Etrafı kontrol etti. O kontrol ederken Selda, sonra da Ferdi girdi. Odadan çıkıp evin içine dağıldılar. Alpaslan ışığın yolunu takip etti. Hep öyle yapardı zaten. Işık saçan odaya girdiğinde bir adamı kanlar içinde yatarken gördü. Gördü ki, odanın penceresi açıktı. Perde dışarıya doğru uçuşuyordu. İnceden başlayan yağmurun sesi duyuluyordu açık pencereden. Odada üç yüz altmış beş derecede döndü, kimse yoktu. Yaklaştı. Yatan adamın nabzını kontrol etti. Atıyordu. Adam hayattaydı. Yarı açık gözleri Alpaslan’a bakıyordu.

“Sedat sen misin?” diye sordu.

Yaranın kaynağını arıyordu.

Adam kafasını salladı.

“Seni vuran da Yılmaz mıydı?”

Yine kafasını salladı.

“Belli. Bir şey yaptınız adama. Uykusundan uyandıracak, saklandığı kuyudan çıkaracak bir şey. Ama ne?”

*

Hastane odasının duvarındaki saat on biri gösteriyordu. Odanın girişinde doktorun çıkmasını bekliyordu Alpaslan. Doktor çıkınca Sedat’a Yılmaz’ı, Sema’yı soracaktı. Hasan’ı. Ne iş çevirdiklerini.

Doktor, “Hastayı fazla yormayın,” diye ikaz etti.

“Olur,” dedi başkomiser anlayışla.

Yalnız kaldıkları ilk anda göz göze geldiler. Alpaslan göz kontağını adamın iyice yanına gelene kadar bozmadı. Sanki Sedat da hipnoz altındaymışçasına başkomiserden gözlerini ayıramadı. Bazen böyle oluyordu. İnsan gözlerini ayıramıyordu.

Refakatçi koltuğunu çekerek oturdu.

“Anlat bakalım,” dedi.

Kısık sesle, “Yılmaz,” dedi. “Ölmemiş.”

“Bunu biliyorum.”

“Sabah. Haberlere bakıyordum. Bir ses duydum. Kafamı kaldırmamla Yılmaz’ı görmem bir oldu. Biraz daha geç gelseydiniz herhalde öldürecekti beni.”

“Hayır, anlat derken bunu kastetmedim.”

Adam cevap vermedi. Anlamamış gibi göründü.

“Yılmaz sence neden kendisini öldü gibi gösterdi?”

“Hasan ağbi ile araları bozulmuştu.”

“Hasan bir şeyler söyledi, ama asıl nedeni ne?”

“Para kaçırdığını biliyorum.”

“Başka?”

“Mal.”

“Ne malı?”

“Bilirsiniz işte.”

“Beyaz mı?”

Adam kafasını aşağı yukarı salladı. “Ayrıca Hasan’ın adamlarını ayartıp kendi yanına çekmeyi, sonra da Hasan’ı öldürmeyi planlıyordu.”

“Sen?”

“Ben Hasan’ın yanındaydım.”

“Hasan hapisteyken işleri sen mi kontrol ettin?”

Kafasını iki yana salladı. “Kendisi yönetmeye devam etti.”

“Neden?”

“Güvenmiyordu artık kimseye.”

Alpaslan hınzırca güldü. “Sedat, senin karşında saf biri mi var?” dedi. “Yılmaz’ın bir suçu yoktu. Parayı da malı da kaçıran sendin. Ortada bir ayartma yoktu. Sen bir günah keçisi arıyordun ve o kişi de Yılmaz mıydı?”

“Hayır. Anlattığım gibi.”

Alpaslan, adamın damar yoluna parmağını bastırdı.

Canı yanan Sedat inledi.

“Doğruca anlat. Hasan, içeriden nasıl yönetiyordu sevkiyatı?”

Hastaneden çıktığında yağmur şiddetli bir şekilde yağıyordu. Ara ara gök, yarılmış da inliyor gibi gürlüyordu. Telefonu çaldı, arayan Ferdi’ydi.

Başkomiserim, cinayet var.

Bir dosyayı kapatmadan yeni bir dosya daha açılıyordu demek. Demek insanoğlu kudurmuştu. Hava gibi. Hava nasıl günlerdir yağıyorsa, insanoğlu da öyle sızı yağdırıyordu. Silahla, iple, bıçakla. Annelere, babalara, kardeşlere, sevenlere.

“Adresi ver.”

Hasan Gülle’yi öldürmüşler başkomiserim. Evinin adresini gönderiyorum şimdi.

*

Başkomiser olay mahalline geldiğinde Hasan Gülle’yi ceset torbasına koymuşlar, kaldırıyorlardı. Başkomiser cesedin kaldırıldığı yere baktı.

“Ne düşünüyorsunuz?” diye sordu Cemil. “Sizce Yılmaz mı?”

“Başka kim olacak,” diye yanıtladı Ferdi.

“Sedat konuştu mu başkomiserim?” dedi Selda.

Alpaslan cevap vermedi.

Komiser Ateş, “Başkomiserim, kapıda zorlama yok,” dedi. “Cinayet aleti de 9×10 kalibre bir tabanca. Yakından sıkmış. Kalbe. Tek kurşunda bitirmiş işi.”

Polislerin arkasından beliren savcı, “Pansiyon cinayeti ile mi alakalı?” dedi.

“Evet sayın savcım,” dedi Alpaslan.

“Dosyaları birleştirin öyleyse. O cinayette ne durumdasınız?”

“Sema Karaman ve Hasan Gülle’yi öldüren şahıs aynı kişi. Ayrıca bu akşam Hasan Gülle’nin adamını da yaraladı. Biraz daha geç gelsek büyük ihtimalle öldürecekti.”

Savcı duydukları karşısında şaşkına döndü.

“Kim bu adam?”

“Yılmaz Çapa.”

“O da kim?”

“Sema Karaman’ın üç sene önce vefat etmiş eşi. Siz izni verirseniz mezarı açtıralım, DNA testi yaptıralım.”

Savcı sessizce başını olumlu manada salladı.

*

Sabah yağmur durmuş, güneş açmıştı.

Dünün aynısı diye düşündü başkomiser. Yaktı, bir sigara içti. Şehrin bütün giriş çıkışları tutulmuş, havalimanına, limana bilgi verilmişti. Aranan şahıs yüz seksen beş santim boyundaydı. Esmerdi. Adı Yılmaz Çapa. Üç sene önce çekilmiş bir fotoğrafı bütün ekiplere dağıtılmıştı. Ekiplere ve de umumi alanlara.

Yaşam bir ölüye kolaydır herhalde diye düşündü Alpaslan yeni bir sigara yakarken. Ölüye kolaydır. Üç senedir ölü olan birinin yakalanmaması bunu açıklar. Kulağı telsizde ve telefondaydı. Birazdan bir haber gelecek, az sonra, birazdan, az sonra. Öğlen oldu. Koyu bulutlar yeniden toplandı. Güneş sindi bir köşeye. Kendi kabuğuna çekildi. Bulutlara yol verdi. Koyu bulutlar. Kötülük gibi aldılar, sardılar her bir yanı. Koyuydu. Ama kötü değildiler. Bulutlar kızdıkları zaman gözyaşı dökerlerdi.

“Yine başladı,” dedi Ferdi. Dışarıdan gelmişti. “Tek tük yağıyor.”

Alpaslan, genç komiserin gözüne baktı.

“Savcı bastırıyor bakalım, çıkar birazdan sonuç.”

Alpaslan konuşmadı.

Odaya Selda girdi.

“Başkomiserim, Cemil Sedat Ayhan’ın ifadesini imzalatmış.”

Alpaslan dosyayı aldı. Sedat, Alpaslan’a anlattığı gibi her şeyi yazdırmıştı. Nasıl sincice hareket ettiğini. Hasan’ın kuyusunu kazdığını. Malları kaçırdığını, parayı sakladığını, Yılmaz’ın üzerine attığını. Yılmaz’ın karısı Sema’yla ilişkisini. Bu yüzden de Yılmaz’ın hortlamış olabileceğini.

Hasan cezaevindeyken de tehdit ediyordu Sema’yı. Ama çıkınca azıttı. Çareyi saklanmakta bulduk. Sema’yı bir pansiyona yerleştirdim. O saklanırken ben işleri tekrar yoluna koyacaktım. Hasan’ı ortadan kaldırmaya henüz cesaret edemiyordum.

Hasan, arkasından iş çevirdiğimi anlayamazdı. Aldığım paralarla Yılmaz’ın üzerine ev alıyordum, araba alıyordum.

Yılmaz, saftı, iyi bir çocuktu. Tüm suçları üstüne yıktığımı, ortadaki bütün işleri benim yaptığımı anlayamazdı. Böyleydi. Ölümünden şüphe duymamıştım. Kaçan, akılsız insan böyle yapardı. Ama benim bildiğim gibi değilmiş durum. Onu harekete geçiren neydi bilmiyorum. Her şeyi en başından beri biliyor muydu bilmiyorum. Sema öldü. Hasan öldü. Ben de ölecektim.

Yağmur yeniden durmuştu. Güneş belirmişti. Akşam oluyordu. Yılmaz Çapa’nın mezarı açılmış, içindeki cesetten ve Yılmaz’ın babasından alınan doku örnekleri karşılaştırılmış, biraz da baskı yapılarak sonucu erkenden almışlardı. Görünen köye kılavuz gerekmemişti. Yılmaz’ın hayatta olduğu bir kez daha geçerlilik kazanmıştı. Ama neredeydi? Neredeydi? Nerede olabilirdi?

Otogar, havalimanı, limanlar tutulmuştu. Caddeler, sokaklar, şehrin giriş çıkışı tutulmuştu. Harabeler, izbeler, terk edilmiş gecekondu evleri. Her yer polisin elindeydi.

Asayiş’in bahçesindeki çardakta oturmuş sigarasını içen Alpaslan’ın telefonu ötmeye başladı.

Selda’yı, “Efendim,” diye yanıtladı.

Başkomiserim Yılmaz’ı bulduk.

“Ben gelene kadar müdahale etmeyin. Hemen geliyorum.”

Final bölümünü okumak için;

Pansiyon Cinayeti | Bölüm 4 (Final)
Mete Karagöl
Visited 9 times, 1 visit(s) today
Close