Yazar: 20:01 Öykü

Pansiyon Cinayeti | Bölüm 4 (Final)

Üçüncü bölümü okumayanlar için;

Pansiyon Cinayeti | Bölüm 3

Şehrin üzerindeki bulutlar yeniden kümelenmeye hazırlanıyordu. Alpaslan mezarlığa geldiğinde resmî polis arabalarının sıra sıra dizildiğini gördü. Arabadan indi. Ağır ağır Sema Karaman’ın mezarına doğru yollandı. Mezarın yanında bağdaş kurup oturmuş olan Yılmaz’la aralarında bir buçuk metre kalmıştı. Kafasını uzattı, bu sabah açılan Yılmaz’ın mezarına baktı, sonra önündeki adama. Üzeri çamur olan Yılmaz kaçmaktan, saklanmaktan yorulmuştu. Öldürmekten, ölü gibi yaşamaktan yorulmuştu. Başkomiserin geldiğini fark etmesine rağmen kalkmadı, hamle yapmadı. Biliyordu zaten yolun sonuna geldiğini. Yolun sonu burasıydı. Polislerin mezarlığın çevresini tuttuğunu, kaçacak delik olmadığını da biliyordu. Ya sıka sıka gidecekti, ya da oturacak bekleyecekti. Beklemişti.

Başkomiser ayaktaydı, Yılmaz oturuyordu. Karşıda güneş batıyordu.

*

Karısını genç yaşta kaybettiği için, kızına karşı daha fazla sorumluluk alan, adalete karşı sorumluluğu en başından beri benliğinde mevcut olan başkomiser, sorgu odasının dört duvarı arasında yalnızca ikisinin duyabileceği bir ses tonuyla, “Ne oldu da mezarından çıktın?” diye sordu.

“Ben hayatımda bir kere âşık oldum. Bir kere sevdim. Bir kere doğdum. Şu hayatta birden fazla bir şey yapmışsam o da ölmek olacaktır.”

“Geç şimdi bunları,” dedi Alpaslan. “Nasıl saklandın? Oradan başla anlatmaya.”

“Böyle bir işe kalkışmadan önce her şeyi planlamıştım. Zaten Hasan bana güveniyordu, işleri bana emanet etmişti, işlerin nasıl yürüdüğünü biliyordum. Ölüm oyunundan sonra yeraltına indim. Etrafında insan toplamak kolaydır. O kadar işsiz güçsüz insan var ki. Az para görünce hemen tav olurlar. Öl desen ölürler. Ama benim yeterince param yoktu.”

Yutkundu.

“Devam et,” dedi Alpaslan.

Önce bir ofladı. Ardından devam etti. “Öğrenmiştim kolay yoldan nasıl para kazanılacağını. Önce bir mekân sonra da bu mekânı duyuracak reklam gerekiyordu. Reklam insandı. İnsan nereye giderse laf oraya giderdi. Mekânı açtım. Önce bir masa, iki masa. Sonra üç, dört. Kumar paradan önce bulunmuştur. Para ise kumarı büyütmüştür. İnsan doğarken başlar kumara. Hayatı boyunca zar atar. Öyledir. Öyledir. Beni gören yoktu. Bilen yoktu. Para kazandıkça kollarım çoğaldı.”

“Beyaz işine girdin mi?”

“Yok. Ama alkol işine girdim. Niye dersen alkol pahalıdır. Kaçak cazip geliyor. Cidden bu kadar. Haberlerdeki gibi değil.”

“Üç sene boyunca saklandın. Peki seni harekete geçiren neydi?”

“Bu soruyu tekrar sormanı bekliyordum.”

Başkomiserin gözlerine baktı. Gözlerinden içine. Ta içlerinde sakladığı kalbine, duygularına, hislerine, mantığına baktı.

“Ben çok sevdim amirim. Öyle böyle değil. Bu yüzden para kazanmam gerekiyordu. Hasan’a da böyle bulaştım ya. Kendimi ölü gösterip yanımda adam taşıyana, güçlenene kadar hep yarı insandım. Aklım hep karımdaydı. Çocuğumda. Onları delicesine merak ediyordum. Ama artık sözü geçen biri olunca karımı ve çocuğumu takip ettirmeye başladım. Ben çıkamıyordum. Çıksam yakalansam ne olacak? İşte çıkamıyordum. Takip eden adamlarıma fotoğraflarını çektiriyordum. Parkta, hastanede, alışverişte, evin balkonunda, anasının evinde, her yerde. Adım adım onları takip ediyordum. Bir süre sonra bunlar yetmez oldu. Videoları geldi. Ama hepsi dışarıda oldukları birkaç saatlik anların fotoğraflarıydı. Videolardı. Resmî hareketler, sakıngan adımlar, dikkatli oturuşlar. Fatih diye bir adamım var. İyi çocuktur. Bana benzer biraz. Safçana. Sevgiye, saygıya kıymet verir. Onun aklına bir fikir geldi. Evime tesisatçı kılığında iki adam gönderip işin piri dışında kimsenin bulamayacağı kameralar -vardır. Onları evin çeşitli yerlerine yerleştirdik. Sadece benim görebileceğim. Yayınlar. Oğlumun, karımın adımlarını takip ediyordum. Oğlumun uyuyuşunu.”

“Kamerayı bulduk.”

“…”

“Karın ne yer, ne içer hiç düşünmedin mi? Çalışmıyordu da.”

“Sedat’la bir anlaşmamız vardı. İkimizden hangisi önce ölürse, diğeri onun ailesini ele muhtaç etmeyecekti…”

Sustu.

“Sonra.”

Adam derin bir nefes alıpverdi.

“Çok değil. Kamera yerleştikten iki hafta sonra eve Sedat geldi. Sevindim. Para getirdi herhalde diye.”

Yeniden sustu.

“Sen bu Sedat’tan hiç şüphelenmedin mi? Onun yüzünden bu acıları çektiğini biliyor muydun?”

“Yok, ama öğrendim. Ben ne bileyim. Sedat’ı yapmaz bilirim. Bu adamların içine beni o soktu. Öncesinde, gençliğimizde hep iyi anlaşırdık. Doğruydu. Dürüst ve sözünün eriydi. Ama onun değişebileceğini hiç düşünmemiştim. Hep o Sedat sanırdım. Öyle ki adam cebinden para verip bize ev alıyor diye sevindim. Ama göt altına gidiyormuşum.”

Alpaslan, “Evine geldi,” dedi.

“Evet, geldi. İzledim ben de.”

“Ne oldu?”

“Söylemeyeyim sen anla.”

Alpaslan anladı, adamdan gözlerini kaçırdı ilk anda. “Pansiyonda kaldığını da takip ettirdiğin için biliyordun,” dedi.

“Evet. Kimseye görünmemek için epey çabaladım. Aslında oraya basit bir soru sormaya gitmiştim. Neden? Neden aldatmıştı beni?”

“Neden öldürdün?”

“Hiçbir şeyi inkâr etmedi. Kabul etti. Oğlum dediğim, ciğerime bastığım Kerem’in öz babasının da Sedat olduğunu söyledi. Susmasını istedim. Susmadı. Başıma bunca derdi salanın da Sedat olduğunu söyledi. Yaşadığım acıların, çektiğim sızının, kıvranmaların sorumlusu benim can bir arkadaşımmış. O an annem, babam geldi aklıma. Sema’yı, Kerem’i silmiş gibiydim. Anamın, babamın yaşadığı acı.”

“Öldürme anına gel. Neden?”

“Susmasını istedim. Susmadı. Sus, sus, sus. Belki milyonca kez söylemişimdir. Ama susmadı. Susturmak için boğazına yapıştım. Sustu.”

“Sema seni görünce şaşırmadı mı?”

“Çok. Çok şaşırdı.”

Alpaslan adamın yüzüne derin derin baktı. Sonra nefes alıpverdi, sorgu odasının siyah duvarına baktı iyice. Adama döndü.

“Pansiyona girerken yardım aldın mı?”

“Yok. Ama resepsiyonisti oradan ben çıkardım.”

“Sonra?”

Gözleri kızardı. “Bir yandan ağlıyordum. Sevgimden, aşkımdan kanıyordum. Bir yandan da aldatılmıştım. Sevgimden, aşkımdan, arkadaşımdan yanmıştım. Duramıyordum. Sabahında Sedat’ın evine gittim. Ucuz bir karakter nasıl olursa öyle karşıladı beni. Elime ayağıma kapanmaya çalıştı, ağladı, sızladı, Sema’yı karaladı. Yapmamış. Arkamdan iş çevirmemiş. Siz biraz daha geç gelseydiniz yavaş yavaş öldürecektim. Ama panikledim. Öldürdüm sandım, ama yaşıyormuş köpek!”

“Suçunu itiraf etti.”

“Ne değişir ki? Giden benim hayatım oldu.”

“Hasan’ı neden öldürdün?”

“Her şeyin başlangıç noktası o değil miydi? Şaşarım ki, hakkında bu kadar laf konuşulan bir adamı serbest bıraktılar. Hakkında bu kadar konuşulan bir adama bir şey yapamıyorlar.”

“Neden?”

“Herkes bu yolun yolcusu amirim.”

Alpaslan, Hasan’ın rüşvet yedirdiğini tahmin ediyordu. Bunu da bir iyice anlamıştı şimdi.

“Hasan’ı bu kadar kolay öldüreceğimi düşünmüyordum. Kendisine güveniyormuş. Çok kolay oldu.”

“Pişman mısın?”

Gözlerini belertti Yılmaz, derin bir nefes aldı. Nefesini tuttu biraz, sonra saldı. Gözleri doğal konumuna döndü.

“Yaptığım doğru bir şey değildi. Pişmanım. Ama sevdiğim için, âşık olduğum ve aşkımdan gözlerim kapkara olduğu için daha bir pişmanım. Oysa sevmek çok kolay. Ama sevmek çok zor. Ne desem kötü bir şairin anlattıklarını geçmeyecek. Ruhum kanıyor parmaklarımdan, kulağımdan, ağzımdan. Nereden çıkarsa oradan. Pişmanım. Ama pişman olsam neye yarar. Yaşananlar bir kere yaşanacaktı. Yaşandılar.”

Alpaslan hak veriyordu son dediklerine. Pişmanlık hiçbir şeye yaramazdı. Bunu iyi biliyordu. Sorgu bitmişti, ama aklına bir şey takıldı. “Sen Kerem’i neden yanında götürmedin? Sedat’ın çocuğu olduğunu düşündüğün için mi?”

“Sema öyle demişti. İşin aslı aklıma bile gelmedi. Odadan çıkarken son bir kez yüzüne bile bakmadım. Yokmuş gibi.”

“Kerem, senin çocuğunmuş.”

Yılmaz şaşırdı.

“Ama Sema demişti ki…”

Alpaslan DNA testini adamın önüne koydu.

Yılmaz, “Nerede şimdi?” diye sordu.

“Dayısı aldı.”

“İrfan iyi çocuktur. Yıldızımız pek barışamamıştı. Sevmemişti beni. Kardeşini kıskandığındandı herhalde. Ama ben onu severim. Kerem’e iyi bakacaktır. İyi yetiştirecektir.”

*

Odasındaki pencereden dışarıya baktı Alpaslan. Yağmur başlamıştı gene. Neye yağıyordu bunca yağmur. Hiçbir kirlilik kaybolmuyordu. Neye yağıyordu.

Kapısı çalındı. İçeri giren Selda’ydı.

“Başkomiserim, Sema Karaman’ın telefon kaydı geldi. Hasan Gülle’nin deposunu aramaya da başlamışlar.”

“Telefon kaydına gerek kalmadı,” dedi Alpaslan.

İkisi de sustu.

17 Ocak 2021, Altınekin

Mete Karagöl
Visited 3 times, 1 visit(s) today
Close