Yazar: 20:12 Öykü

Pansiyon Cinayeti | Bölüm 2

BİRİNCİ BÖLÜMÜ OKUMAYANLAR İÇİN;

Pansiyon Cinayeti | Bölüm 1

Olay mahallinden ayrıldıklarında saat bire geliyordu. Emniyetin ikibinon model gümüş renkli arabasıyla şehrin ana caddelerinden birine çıkmışlar, yağmurun kayganlaştığı zeminde ağır ağır gidiyorlardı. Bir yandan aracın arka koltuğunda oturan Selda ve Cemil vaka hakkında konuşurken yalnızca ön koltuktakilerin duyabileceği şekilde çalan Mahzunî’nin Ben Ben türküsü ortamın ciddiyetine aykırılık katıyordu.

Alpaslan ayağını gazdan yarım çekti, dikiz aynasından arkaya baktı, ama arabanın içi de tıpkı şehrin üzerindeki gökyüzü kadar koyu olduğu için arka koltukta oturanları bir tekmil seçemedi. İki polisin sözlerini keserek, “Selda, sen maktulün fotoğraflarıyla son zamanlarda yapılan kayıp başvurularını bir karşılaştır bakalım,” dedi.

Selda önce sustu, sonra, “Tamam,” dedi.

“Ya, bir şey çıkmazsa?” dedi Ferdi.

Alpaslan, “Önce bölgesel bakalım, sonra ulusal bakarız,” diye yanıtladı.

“Ya yine bir şey çıkmazsa?”

“…”

Sessizleşti içerisi. Arka koltuktakiler bile şimdi güçlükle de olsa Mahzunî’nin sesini duyabiliyorlardı.

Cemil’in evine gelmişlerdi. Arabadan inerken teşekkür etti, iyi geceler diledi. Kibar çocuk diyordu Alpaslan. Kendisini hiç bozmadı. Oturmuş bir kişiliği var da onun için. Hareketlerinde bir sahtelik yoktu, soruşturmalardaki çalışkanlığı da adalet, meslek ve insan sevgisinden kaynaklanıyordu. Hiçbir rütbe beklentisi yoktu. Komiser olmayı bile beklemezken, komiser olmuştu. Nasıl da şaşırmıştı karar açıklandığında. Herkes bürodaydı. Bir akşam saatiydi. Yine cinayet soruşturması vardı. Ama katili yakalamışlardı. İşleri bitmişti. Müdür büroya gelmiş, açıklamış, herkesle birlikte Cemil de şaşırmıştı.[1] Seviyordu bu yüzden. Samimi. Çalışkan. Özverili.

Ardından Selda’yı bıraktılar. Onun da yaşı geliyordu, yakında rütbesi yükselirdi. Yirmi senedir başkomiser olan Alpaslan Kaya’nın rütbedaşı olabilirdi ki, bu ilk değildi, kaç astının yükseldiğini, kendisiyle aynı rütbeye, sonra da daha yukarılara geldiğine şahitlik etmişti Alpaslan. İşin tuhaf yanı hiçbir zaman kıdem tenzili cezası yememiş olan başkomiserin başkomiser olarak kalması ve yüksek ihtimaldir ki böylece de emekli olması şaşırtıcıdır, şaşırtıcıdır ki, hiç kimse bunu fark etmiyor muydu? Etmiyordu demek. Edilse dert edilirdi.

Bu düşüncelerden uzaklaştı biraz sonra. En son Ferdi’yi bıraktı.

“Biz ne yapacağız ağbi?” dedi genç komiser inerken.

İyice alışmıştı yalnız kaldıklarında Alpaslan’a ağbi demeye. Şüphesiz ki bu Alpaslan’ın rütbelere takıntılı olmaması ve de her zaman insan ilişkilerine önem veriyor, astlarına babacan bir tavırla yaklaşıyor olmasından kaynaklanıyordu.

Alpaslan, Selda’yı bıraktıktan sonra yaktığı sigarasını küllükte söndürürken, “Olay yeri inceleme raporu öğleden önce çıkmaz,” dedi. “Belki pansiyonun yakınlarındaki iş yerlerinin kameralarına bakabiliriz.”

“İstersen sen gelme, ben bakarım.”

Alpaslan kafasını olur, mantıklı dercesine salladı.

Komiseri de bıraktıktan sonra eve gitti. Karanlıktı. Sessizdi. Soğuktu. Arabayı park edip de apartmana kadar yürüdüğü mesafede ıslanmıştı gömleği. Kızdı kendisine. Yağmurluk almadığı, ıslandığı için.

*

Yağmur durmuş, güneş açmıştı. Sabah güneşi koyu bulutların arasından yeni bir yaşam doğuruyordu. Yağmur da yaşamdı. Güneş de.

*

Büroya geldiğinde odasına girmeden Selda’nın seslenişiyle durdu.

“Amirim günaydın. Geceki emriniz üzere maktulün fotoğraflarıyla kayıp başvurularındaki fotoğrafları program sayesinde hızlıca karşılaştırdım.”

“Günaydın Selda. Sonuç?”

“Olumlu. Sema Karaman adında biriyle uyuşuyor.”

“Kim yapmış ihbarı?”

“Kardeşi İrfan Karaman. Dosya burada,” deyip elindeki dosyayı Alpaslan’a uzattı.

Alpaslan memnun olduğunu belli edercesine tebessüm etti, ardından, “Hiç uyumadın mı sen?” diye söylendi.

“Aslında fazla zamanımı almadı başkomiserim,” diyerek sırıttı Selda.

Alpaslan dosyada ayrıca Sema Karaman’ın erkek çocuğu Kerem Çapa için de başvuru yapıldığını gördü. Fotoğraftaki çocuk dünkü çocukla benzeşiyordu.

“Çocuğu gördün mü?”

“Evet, maktulün çocuğuymuş.”

“Aferin Selda,” dedi başkomiser, bir kez daha takdir etme ihtiyacı duymuştu. “Şimdi Cemil’le gidin, kardeşini alıp maktulü teşhis ettirin. Sonra da buraya getirirsiniz, sorgularız.”

“Emredersiniz başkomiserim. Şey… Ferdi gelmedi bugün.”

“O, pansiyonun çevresindeki kameralara bakacak.” Başkomiser dosyaya göz attı yeniden. “Sema Karaman demek. Yani gözlerimiz bizi yanıltacak kadar bozuk değilse maktulümüzün gerçek kimliği bu. Ben de hakkında araştırma yapayım siz gelene kadar.”

“İsterseniz ben yapabilirim,” dedi Selda.

“Yok,” dedi Alpaslan. “Sen Cemil’le git.”

“Emredersiniz.”

Odasına geçip bilgisayarını açtı önce. Ardından çay ocağını arayıp üç poğaçayla demli bir çay söyledi. Onlar gelene kadar haberlere hızlıca baktı. Ardından Emniyet’in bir sistemi olan siteye giriş yaptı, Sema Karaman adını yazıp arama motorunu çalıştırdı. Ama bir sürüydü. Bir sürüydü adı Sema, soyadı Karaman olan insan sayısı. Bu sistemi bir türlü iyi kavrayamamıştı. Filtreleme yapması gerektiğini çok sonradan fark etti. Çok sonradan. Mesela poğaçaları yemişti. Çayını içmişti. Üstüne bir çay daha gelmişti. Yerken ve de çayını içerken bütün Sema Karamanlara tek tek bakıyordu. Fark ettiğinde yüzünü buruşturdu, sağ kolunun dirseğini sandalyenin kolçağına yasladı, iyi ki tek başına araştırıyor olmasına sevindi.

Nihayet aradığı Sema Karaman’ı bulmuştu işte.

1984, Antalya Kepez doğumlu. Lise mezunu. Sigorta kaydı yok. Üç sene önce kocası Yılmaz Çapa’yı bir trafik kazasında kaybetmiş. Dört yaşındaki oğlu Kerem Çapa’yla Konyaaltı’nda bir apartman dairesinde oturuyorlar. Hakkında daha önce yapılmış bir suç duyurusu olmadığına baktı. Sicili temizdi. Ama şaştığı bir konu vardı. Üç sene önce kocası ölmüştü, tek yaşıyordu -küçük oğlunun ev ekonomisine bir katkısının olmadığına emindi başkomiser. Geliri de gözükmüyordu sistem üzerinde. Bir not kâğıdına bunları yazdı. Ardından sistemi kapattı.

Telefonu çaldı, arayan Ferdi.

“Efendim,” diye yanıtladı Alpaslan.

Başkomiserim pansiyonu net gören bir kamera kaydı yok, çok uzaktan gören bir kamera kaydı var sadece, ama kavga akşam olduğu için, yağmur da görüş açısını kapattığından seçilemiyor pansiyonun önü.

“İyice araştırdın mı?”

Evet.

“Tamam öyleyse, gelirsin buraya.”

Cemil ve Selda’dan haber beklerken dışarıya çıktı ve bir sigara yaktı. Bu arada bulutlar yeniden kümelenmiş, başlayacak yeni bir yağışın müjdesini verir gibi renkleri koyulaşıyordu. Sigarasını ağır ağır bitirdiği sırada Cemil aradı, İrfan’ın, kardeşini teşhis ettiğini, şubeye yola çıktıklarını söyledi. Hepsi bu kadardı konuşma. Alpaslan ara ara arkadan gelen ağıt sesini duyuyordu. Telefonu kapattıktan sonra yeni bir sigara yakmaya hazırlandı. Ama üst üste sigara içmeyi bırakmıştı. Sigarayı bırakamıyordu, ama üst üste yakmayacak kadar kendisine engel olabiliyordu. Hiçbir şey yapmadan oturdu. Hiçbir şey.

Biraz sonra İrfan Karaman’la birlikte iki komiser de geldi. Onların peşi sıra da Ferdi Komiser geldi. Cinayet bürosu, saat öğlen olmadan tam kadro toplanmıştı.

İrfan’ı başkomiserin odasına aldılar. Odada Alpaslan’dan başka bir de Ferdi vardı. Ferdi, İrfan ve Sema hakkında kısa bir bilgi almıştı Selda’dan.

“Ne zamandan beri görüşmüyordunuz?” diye sordu Alpaslan.

İrfan elinde tuttuğu karton bardaktaki çaydan gözlerini ayırmadan, “Bir aydır konuşmuyorduk amirim esasında,” dedi.

“Neden?”

“Çok sık konuşmayız da ondan.”

“Öyleyse kayıp ilanında bulunmak nereden aklına geldi?” diye bir soru yöneltti Ferdi.

“Ne zamandır annem başımın etini yiyip duruyordu. Aradığımız zaman meşgule düşüyordu telefonu. Son zamanlarda ise hep kullanım dışıydı. Evine gittim bir sabah, kapısı açılmadı. Akşamında tekrar gittim açılmadı. Şans eseri kapıcı ile karşılaştım. Kendimi tanıttım. Bir haftadır evde olmadığını öğrendim. Uzun zamandır görüşmeyiz, ama çevresini iyi bilirim. Kendi hâlinde biriydi Sema. Çevresindeki insanlardan iletişim hâlinde olduklarıma sordum, görmemişler onlar da. Kimsenin haberi yok.” Burada durup çayından bir yudum aldı. Sonra bir dakika kadar sustu. Yeni bir soru gelmeyince devam etti. “Birkaç gün daha haber alamadım. En sonunda başvuruda bulundum. Kayıp değilse bile en azından bulunursa haberimiz olurdu kendisinden. Ama yok, kayıpmış, kayıpmış, kayıp oldu. Kayboldu.”

Alpaslan, “Sen ne iş yapıyorsun?” diye sordu.

“Türkçe öğretmeniyim.”

Başkomiser anlayışla kafasını salladı. “Kocası da trafik kazasında ölmüş. Sema daha sonra evlenmemiş. Resmî kayıtlara göre bir işi de yok. Çalışmıyor muydu?”

“Yok, çalışmıyordu. Ama geçiminde bir zorluk, sıkıntı yoktu. Zaman zaman annem aracılığıyla sordum, hani belki utanır da bana söylemez diye. Ama hayır, istemedi.”

“Herhalde kocasının durumu iyiydi. İyi bir para kaldı ardından.”

İrfan’ın yüzü gölgelendi. Çayından bir yudum daha aldı.

“Kocası ne iş yapıyormuş başkomiserim?” diye sordu Ferdi.

“Ona bakmadım, ama İrfan biliyordur zaten.”

İrfan, çayından bir yudum daha aldı. Bu konuda konuşmaya isteksizdi.

“He?” diye yokladı başkomiser tekrar.

“Aslında ne iş yaptığını çok iyi bilmiyorum. Aslında, Sema ile evlenmelerini de hiç istemedim. Yılmaz. Kocasının adı. Yılmaz’ı tanırım öteden beri. Aynı mahallede büyüdük sayılır. Doğru dürüst bir iş tutmadı. Ama daha sonra birden paralandı. İyi kıyafetler, iyi arabalar. Bir ara kulağıma Hasan Gülle’ye bulaştığı, onun adamı olduğu bilgisi çalındı. Ne kadar doğrudur bilemem tabii. Ama sorunuza net bir cevap veremeyeceğim, üzgünüm.”

“Nasıl yani?” dedi Ferdi. “Sen eniştenin ne iş yaptığını bilmiyor musun? Hadi canım…”

İrfan, karşısında oturan komisere baktı. “Öyle,” dedi.

“Peki, Yılmaz’ın trafik kazasında ölmesi hakkında ne diyorsun?” diye yeni bir soru yöneltti Alpaslan.

“Orada da şaibe var aslında. Çünkü yanan bir aracın içinden çıkardılar. Vücudu da yanmış.”

“Otopsi yapılmıştır ama. DNA testi?”

“Hiç bilmiyorum. Ben cenazesine katılmadım.”

“Neden?” diye araya girdi Ferdi.

“Dediğim gibi, evlenmelerini istemiyordum.”

“Kardeşin vardı ama arada. Onun için katılman doğru olmaz mıydı? İki kardeşmişsiniz, birbirinizden başka kiminiz var ki?”

İrfan isteksizce güldü. “Haklısınız. Ama haberin ilk duyulduğu zaman yanındaydım. Sonrasında mezarlığa gitmeyi kendime yakıştıramadım.”

“Her neyse. Bugüne gelecek olursak, sence kim yapmış olabilir?” diye sordu Alpaslan.

Maktulün kardeşi çayından son bir yudum daha aldıktan sonra, “Bilmiyorum,” diye yanıtladı. “Sema’nın kimseyle bir sorunu olacağını sanmıyorum.”

“Varmış ama. Baksana evden kaçmış. Ucuz bir pansiyonun küçük bir odasında saklanacak kadar korkmuş birilerinden, bir şeylerden.”

İrfan düşündü.

“Evet. Bu açıdan bakınca öyle.”

Alpaslan meslektaşına döndü, “Var mı sorun?” dedi.

“Yok başkomiserim,” diye yanıtladı Ferdi.

O zaman İrfan Karaman’a yeniden dönen Alpaslan, “Tamam,” dedi. “Biz seni bu acılı gününde daha fazla tutmayalım. Otopsiden sonra alabilirsin Sema’yı. Defin saatini ve gününü söylersen biz de katılım sağlarız, ayrıca aklımıza başka bir soru gelirse de ararız.”

“Her zaman. Başkomiserim, acaba yeğenimi alabilir miyim?”

Alpaslan kafasını salladı, “Evet, Ferdi yardımcı olur,” dedi.

“Teşekkürler.”

Sema’nın numarasını aldılar. Son görüştüğü numaraları öğrenmekti amaçları. Ama iki günden önce çıkmazdı.

İrfan ve Ferdi odadan birlikte çıktılar. Odasının kapısı kapalı olmasına rağmen oraya bakıp İrfan’ın sorgu sırasındaki hareketlerini ve cevaplarını düşündü Alpaslan. Gözaltları ağlamaktan şişti. Doğaldı. Acısı abartılı değildi. Karton bardağı tutuşunda bile acısını yaşadığını hissettiriyordu. Bunlara rağmen konuşması düzgün, sesi sakindi. Şüphelenecek bir durum yoktu.

Odasının kapısı çalındı. Kapı yarıya kadar açıldı, Cemil kafasını uzatıp “Başkomiserim, pansiyon personeli Sinem Hanım ve Ümit Bey geldiler,” dedi. “Sorgu odasına alıyoruz.”

Alpaslan, “Ümit’in sorgusunu sen yap, ben de Sinem’le konuşayım,” dedi. “Gördün mü? Nasıllar?”

“Gördüm. Biraz heyecanlılar. Sinem Hanım yaşlıca biri.”

Evet öyleydi. Cemil’in dediği gibi.

Alpaslan sorgu odasına girdiğinde, kadın ayağa kalktı, heyecanı gözlerinden belli oluyordu. İkisi de oturduktan sonra parmaklarıyla oynamaya başladı. Sürekli.

“Sema Karaman. Pansiyona Aslı Ayhan adıyla kayıt yaptırmış. Üçüncü katın görevlisi de senmişsin. Ne biliyorsun hakkında?”

“Valla hakkında bir şey bilmiyom ben,” dedi kadın. Sonra sustu.

“Rahat ol abla,” dedi Alpaslan. Özellikle abla demişti. Kendisini rahatta, emniyette hissetmesini sağlamak için. “Sana bir suç itham etmiyorum. Sadece maktul hakkında bilgi almak için soruyorum. Prosedürler.”

“Dediğim gibi komiser bey, zaten ben gündüzleri çalışırım. Katın temizliğini yaparım. Müşteri varkene de odaların temizliğini ne yapmam.”

“Anladım. Peki, hiç gördün mü onu?”

“Heye. İlkin yerleşirken gördüm. Sonrasında da çocuğu koridorda gezdirirken gördüm.”

“Konuştunuz mu?”

“Ayaküstü konuştuyduk o zaman. Ama senin için önemli mi ki? Çocuğun huzursuz olduğunu söylediydi.”

“İyi düşün, başka ne konuştunuz?”

Kadın duvarlara baktı. Başkomiserin omuzlarına sonra. Duvarlar karaydı. Kara olunca duvarın kiri gözükmez. Tıpkı insanın üstüne bir leke atılınca insanın o lekeyi temizleyememesi gibi bir durumdu bu.

“Nereden geldin, diye sordumdu. Aslı Mersinliymiş. Buraya bir iş için gelmiş. Deniz ürünleriyle ilgili bir lokanta bunu işe çağırmış. Aklıma yattığından daha fazla sormadım.”

“Bu kadar mı?”

“Heye. Bir de burada kimin kimsen yok mu dediydim. Yokmuş. Bu kadar.”

“Anladım.”

“Yalan mıymış dedikleri?” dedi kadın Alpaslan’ın hiç beklemediği bir anda.

Susma sırası başkomisere gelmişti, tebessüm etti, kafasını salladı. “Mersinli değil, doğma büyüme Antalyalı.”

“İşi de yalan öyleyse. Altmışıma geldim ya komiser bey, hâlâ öğrenemedim şu insanlara güvenmemeyi. Herhalde toprağa girişime kadar da öğrenemeyeceğim.”

Alpaslan cevap vermedi.

Odadan çıktığı sırada Cemil’le karşılaştı. İkisi de bir şey öğrenememişlerdi. Cemil pansiyonda kalanlardan da bir şey öğrenememişti. Bu soruşturmada başkomisere mahcup olduğunu düşünüyordu için için. Büroya döndüler. Selda masasındaydı. Ferdi’yse ayakta telefonunu kurcalıyor, suyunu içiyordu. Başkomiseri ilk fark eden Selda oldu.

“Ne yapacağız şimdi başkomiserim?” diye sordu.

“Olay yerinden bir ses çıkmadı mı hâlâ?”

“Hayır.”

Başkomiser, Selda’nın masasının önündeki sandalyelerden birine kendisini bıraktı, sonra telefonla olay yerinin komiseri Ateş’i aradı.

“Alo Ateş, hani raporlar?”

Başkomiserim henüz çıkmadı. Akşamüstüne anca toparlarım.

“Acele et biraz, olmaz mı?”

Elimizden geleni yapıyoruz başkomiserim.

“İyi peki, var mı raporu göndermeden önce söylemek istediğin?”

Şu an yok, olunca ararım sizi.

Telefonu kapattı. Ekibine dönüp “Raporlar daha çıkmamış. Akşamüstü diyor,” dedi.

“Şimdi ne yapacağız?” diye sordu Ferdi, Alpaslan’ın karşısındaki sandalyeye otururken.

“Maktulün kardeşi laf arasında Hasan Gülle adında birinden söz etti. Hatırlıyor musun?”

“Evet,” dedi Ferdi.

“Kimdir bu adam? Selda bir araştırsana.”

“Emredersiniz başkomiserim.”

“Ben bir şeyler duymuştum hakkında,” diye araya girdi Cemil. Büronun kapısının yanındaydı. Ayakta. “Aslında siz de duymuşsunuzdur. Pek iyi şeyler değil.”

“Ben bilmiyorum,” dedi Alpaslan.

“Başkomiserim, bu Hasan Gülle’nin karanlık bir yanı var. Mafya gibi. Uyuşturucu, şiddet, sahte alkol ticareti… Hakkında söylenenler epey kabarık.”

“Ayrıca fidye karşılığında insan kaçırdığını da duymuştum,” diye ekledi Ferdi.

“E, tüm bunlar biliniyor ve biz bir şey yapmıyor muyuz?” diye sordu Alpaslan. Hiddetle.

“Şehir efsanesi gibi başkomiserim,” diye açıklık getirdi Ferdi.

“O zaman var bu adamda bir şey.”

“Suçlamakta çok haklısınız başkomiserim,” diye hak verdi Selda. Ne zaman ekibi harekete geçirecek bir bilgi edinse çocuk gibi sevinir, heyecanlanır ve bunu sesinde belli ederdi. Yine öyleydi. “Hasan Gülle, üç sene önce Yılmaz Çapa’nın ölümünden sorumlu tutulduğu için hâkim karşısına çıkarılmış. On beş seneye mahkûm edilmiş. Ve asıl olay ise şu. Üç hafta önce denetimli serbest bırakılmış.”

Hepsi de aynı şeyi düşünüyordu.

“Adresini çıkar da Ferdi ile gidip bir bakalım. Ama ondan önce Yılmaz Çapa’nın vefatından önce ne iş yaptığını görebiliyor musun?”

“Hemen bakıyorum.”

“Cemil, sen de Sema Karaman’ın evinde arama yapmak için savcılıktan izin al. İzni alınca da Ateş’le gidip bakın.”

“Emredersiniz başkomiserim,” dedi Cemil. “Evinde özellikle bakmamızı istediğiniz bir şey var mı?”

“Her şey,” dedi başkomiser sakince.

“Ben ne yapayım başkomiserim?” diye sordu Selda.

“Burada kal sen. Baktın mı?”

“Yükleniyor…” Sustu. “Geldi ekran. Yılmaz Çapa. 1983, Antalya Kepez doğumlu. Kayıtlara göre oto galeride çalışıyormuş.”

“Galeri kimin üzerine?”

“Bakıyorum…” Sustu yine. “O dönem kendi üzerineymiş.”

“Kendi üzerine mi?” diye sordu Ferdi. Şaşkındı. Şaşkınlığını gizleyememişti.

“Şu anki sahibi de Hasan Gülle.”

“Eh bu adamla konuşmak artık zaruret,” dedi Alpaslan.

Üçüncü bölümü okumak için;

Pansiyon Cinayeti | Bölüm 3

[1] Saklı Geçmiş adlı roman çalışmasına bir gönderme.

Mete Karagöl
Visited 12 times, 1 visit(s) today
Close