Yazar: 20:42 Öykü

Pansiyon Cinayeti | Bölüm 1

Akşamüstü başlayan sağanak tüm şehri hâkimiyeti altına almıştı. Cama düşen yağmur damlalarını süratle silen silecekler bile artık yağmurun şiddetine yenik düşmüş gibi son dakikalarda silerken, kahırla ses çıkarıyordu. Neyse ki geç bir saatti de kazaya sebebiyet verecek araç yoğunluğu yoktu. Karısını genç yaşta kaybettiği için kızına karşı daha fazla sorumluluk alan, adalete karşı sorumluluğu en başından beri benliğinde mevcut olan, yaşı elliyi geçmiş, orta boylu, ince yapılı, kısa saçlı başkomiser, işini şansa bırakmamak için yavaş yavaş Kızılsaray sokaklarında olay mahallini aradı. Buraya tayini çıkalı neredeyse dört sene olacaktı, ama iş ara sokaklarda bir adres aramaya geldi mi, navigasyonsuz hareket edemiyordu. Yine öyle yaptı. Arabasını resmî ekip arabasının arkasına park edip sigarasının son nefesini de içine çekti, arabanın küllüğünde söndürdü. Yağmur alabildiğine hızlıydı ve başkomiserin üstünde yağmurluk yoktu. İnce bir kareli gömlek vardı. Hepsi bu kadar. Kapıyı açtı, hızla pansiyondan içeri girdi.

Kapıdan içeri girer girmez meslektaşlarıyla karşılaştı. Olay yeri incelemenin beyaz üniformalı polisleri, karakol polisleri ve merdivenin başında cinayetin elemanı genç komiser[1] Cemil.

“Hoş geldiniz başkomiserim,” dedi karakol polislerinden biri.

“Olay mahalli nerede?”

“Üçüncü katta başkomiserim.”

“Kim ihbar etmiş?”

“Müşterilerden biri çocuk sesinden rahatsız olup resepsiyonu aramış. Resepsiyonist de uyarmak için odaya gitmiş. Kapıyı çalmış çalmış açılmamış. En sonunda ikinci bir anahtarla odaya girmiş. Kadını cansız yatarken bulmuş.”

“Çocuk?”

“Maktulün çocuğu başkomiserim.”

Alpaslan merdivenlere doğru yürürken, Cemil’le göz göze geldiler. Genç komiser panikle toparlandı. Birlikte üçüncü kata çıktılar. Uzun bir koridorun sonundaki odaydı. Kapının girişinde sarı bantlar çekilmişti bile.

Başkomiser, “Niye pansiyonu kapatmadınız da sadece odayı kapattınız?” diye sordu.

“Pansiyon sahibinin ricasıymış başkomiserim.”

“Olur mu öyle şey!”

Cemil yanıt veremedi. Çünkü kendisi geldiğinde durum böyleydi. Bunda bir etkisi yoktu. Dolayısıyla başkomiserin suçlamalarını kabullenmiyordu. Bu yüzden de sessiz kalmayı tercih etti.

Odanın girişinde cinayetin diğer komiserleri Ferdi ve Selda vardı. İçeri girmemişler, kapının girişinden seyrediyorlardı. Alpaslan arkalarından, “İyi geceler arkadaşlar,” dedi.

İki genç polis de başkomiserlerine yol açtı. Alpaslan bandın altından geçip odaya girdi. Komiserler odanın dışında kaldı. Olay yeri incelemenin ekip amiri Komiser Ateş, “Hoş geldiniz başkomiserim,” diyerek selamladı. “Maktulümüzün adı Aslı Ayhan. Boğularak öldürülmüş. Elle. Anlaşılıyor ki failine karşı koyamamış. Herhangi bir boğuşma veya karşı koyma belirtisi gözükmüyor. Ayrıca katil kapıdan girmiş. Pencerelerde bir sorun yok.”

Odanın pencere tarafında resmî giyimli genç kadın polis, kucağında tuttuğu ağlayan çocuğu susturmaya çalışıyordu. Alpaslan’ın oraya baktığını gören Ateş, “Maktulün çocuğu olduğunu düşünüyoruz. Kimliği çıkmadı. Üç veya dört yaşlarında. Hiç susmadan ağlıyor,” diye açıklık getirdi.

“Bandı niye sadece odaya çektiniz?”

“Pansiyon sahibi…”

“Olmaz öyle şey Ateş. Pansiyona giriş tamamen kapatılsın.”

“Aman amirim! Pansiyonda kalanlar ne yapar sonra! Ben ne yaparım?”

Kapının girişinde Ferdi ve Selda’nın arasında duran takım elbiseli, tıraşlı, kısa boylu bir adamdı konuşan.

“Sen de kimsin?”

“Pansiyonun sahibi,” diye mırıldandı Ateş.

“Süleyman Göçer. Pansiyonun sahibiyim amirim.”

Alpaslan, “Cinayet işlendi kardeşim, cinayet!” dedi yüksek sesle.

“Bir şey yapamaz mısınız?”

“Hiçbir şey yapamayız. Sen şimdi müşterilerine durumu izah et. Pansiyonu kapatıyoruz.”

“Bittim ben, bittim…”

Alpaslan pansiyon sahibinin son sözlerine aldırış etmeden odaya hızlıca baktı. Yatağın yanındaki el çantasının içinde dağınık halde duran elbiseler, çocuk bezleri, komodinin üzerindeki ilâçlar, yatağın üzerindeki paramparça durumda olan telefon. Sonra arkasını dönüp “Sizde var mı bir şey?” dedi ekip arkadaşlarına.

Selda, “Başkomiserim geldiğimizde pansiyonun kamerasına bakmak istedik, ama çalışmıyormuş,” dedi.

Alpaslan bandın altından geçip odayı terk etti. Koridorun ortasına kadar geldiler. Pansiyon sahibi ise merdivenlerin başında bekliyordu hâlâ. Kin dolu gözlerle başkomiseri süzüyordu.

“Kameralar çalışmıyormuş,” diye laf attı Alpaslan.

“Evet,” dedi adam. “Bozuk. Teknik servis çağırdık önceki gün. Ama gelen olmadı.”

“Kaç kişi kalıyor burada?”

“Elli beş oda var, kırkı dolu. Bazıları iki kişilik.”

Alpaslan yalnızca komiserlerin duyabileceği bir tonla, “Selda, sen şu kadını bir araştır bakalım,” dedi. “Buralı mı, değil mi? Adresi, varsa yakınının bir numarası.”

“Emredersiniz.”

Bu arada pansiyonun sahibi yaklaşmıştı. “Ben ne yapabilirim?” diye sordu.

“Kimler çalışır burada?”

“Dört personel var amirim. Kat görevlisi Sinem abla ve Ümit, resepsiyonda Emre, mutfakta da Gülhan abla.”

“Güzel. Sinem, Ümit ve neydi… Resepsiyon… Onla görüşelim.”

“Olur amirim.”

Hareketlenecekleri sırada merdivenlerden savcının geldiğini gören Alpaslan durdu. “Cemil sen müşterilerin listesini al, Ferdi sen de resepsiyonisti sorgula bakalım. Şüpheli bir giren çıkan olmuş mu? Ben geliyorum birazdan.”

“Emredersiniz amirim,” dedi iki komiser de.

Alpaslan savcıyı selamladıktan sonra, “Pansiyonun kapatılmasını istedim,” dedi. “Gerek…”

Başkomiserin sözünü, “İyi düşünmüşsün,” diye kesti savcı. “Olay mahalline bakmak istiyorum.”

“Olay mahallinde Komiser Ateş var, o size durumu açıklar. Ben izninizle soruşturmaya başlamak istiyorum.”

Savcı çok kısa bir an başkomiserin gözlerine baktı. “Tamam Alpaslan, dosya sende,” dedi.

Alpaslan memnun olduğunu gösteren bir baş eğmesinin ardından sessiz kaldı. Savcı odaya doğru giderken kendisi de ekibinin yanına yollandı.

Pansiyonun giriş katında konuk yeri olarak ayrılmış koltuklu, sehpalı, televizyonlu alanda Ferdi, pansiyonun resepsiyon görevlisi Emre’yi sorguluyordu. Ağır adımlarla gelip çocuğun karşısına oturdu Alpaslan.

“Başkomiserim, pansiyona müşteriler dışında girip çıkan olmadı diyor.”

“Nasıl olmamış? Kim öldürdü ya kadını?”

“Bilmiyorum,” dedi Emre.

Genç meslektaşına dönüp “Nasıl iş bu ya?” dedi. Yüzünde sitemden, kızgınlıktan daha çok anlam arayan bir ifade vardı. “Müşteriler dışında giren olmamış. Yani cinayeti müşterilerden biri işledi. Ama ne hikmetse kameralar çalışmıyor.”

“Kardeşim, bak sana son kez soruyorum. Emin misin? Hiç ayrılmadın mı yerinden?”

Emre yeniden düşündü. Gözleri dolar gibi olmuştu. Biraz da kendisini zor tutuyordu aklına kötü bir senaryo getirmemek için. Ya cinayet üstüne kalır da hapse girerse? O zaman hayatı bir tekmil kararırdı. Hem de hiç yapmadığı ve yapmayacağı bir suç yüzünden. Olaylara, durumlara her zaman sağduyu ile yaklaşan biri olarak bilinirken bu hükmü giyerse o zaman çevresindeki insanlar hakkında ne düşünürdü? Babası? O çok sevdiği babası kendisine sırt çevirir miydi? Ziyarete gelmez, onu büsbütün karanlığa iter miydi? Gözleri doldu. Yüreği ağzına kadar geldi.

“Birader,” diye seslendi Ferdi.

Emre duydu bunu. Ama düşündü. Bir ara çıkmıştı. Ama çok kısaydı. On dakika sürmemişti. Bu kısa anda biri girip bu haltı yapmış olabilir miydi? Bilemiyordu.

“Kardeşim iyi misin sen?” diyerek bir kere daha seslendi Ferdi.

“Düşündüm iyice ağbi,” dedi Emre, Ferdi’deydi gözleri. “Bir ara, saat dokuz gibi pansiyonun önünde sıkı bir kavga çıkmıştı. Küfürler, hakaretler gırla. O ara çıkmıştım işte. Ama on dakika sürmüş ya da sürmemişti. Bu kadar kısa bir zamanda cinayet işlenebilir mi?”

Alpaslan babacan bir ses tonuyla, “İşlenir,” dedi. “Bir insan, başka bir insana zarar vermeyi kafasına koymuşsa, saniyeler bile yeterlidir.”

Emre’nin gözlerinden ince ince yaşlar süzüldü. “Yemin ederim ben böyle olacağını bilseydim, yerimden ayrılmazdım.”

Ferdi, “Dur bakalım, sana bir şey diyen mi var?” diye teselli etti. “Bırakma kendini.”

“Ferdi haklı. Hem bakalım dışarıdan biri girdi mi? Ne malûm içeriden birinin yapmadığı? Güçlü ol.”

“Teşekkür ederim,” dedi genç adam.

“Peki bu kadın kaç gündür burada kalıyor?” diye sordu Alpaslan.

“Bir hafta olmuştu bugün.”

“Hiç misafiri oldu mu? Ya da çıktı mı dışarıya?”

“Ben misafirini veya dışarıya çıktığını görmedim.”

“Kim görmüştür?”

“Gündüzleri Süleyman Bey durur resepsiyonda. Belki ona sorarsanız…”

“Tamam,” dedi Alpaslan. “Ona sorarız. Sen numaranı bırak, gerekirse ararız. Bir daha da güçsüzlük gösterme, güçlü ol, anlaştık mı?”

Emre iki polisin yanından ayrılınca, Ferdi, “Ne düşünüyorsunuz başkomiserim?” diye sordu.

“Kadın bir haftadır buradaymış. Katilin de burada kaldığını düşünürsek bence görmeme ihtimali yok. Tabii kadın katilini tanıyorsa, bu da bir ihtimal. Ama birinden kaçtığı kesin.”

“Yani katilin dışarıdan geldiğini düşünüyorsunuz?”

“Evet. Her kimse dışarıda çıkan kavgayı değerlendirmiş.”

“Belki de gerçek kavga değildi.”

“İhtimaller arasında.”

İkisi de önlerine dönüp sessizliğe büründükleri sırada merdivenlerden savcı gözüktü. Ayağa kalktı başkomiser, savcının yanına gitti. Orta yaşlı, atletik vücutlu ve hiçbir zaman yüzünde duygu belirtisi göstermeyen savcı, her şeyden haberdar olmak istediğini, usulsüz bir iş yapılmaması gerektiğini her dosyada olduğu gibi bunda da hatırlattıktan sonra, şiddeti azalmış olan yağmurdan korunmak için şemsiyesinin altına girdi ve hızla aracına doğru yürüdü. Arkasından bakmakla yetinen Alpaslan, içinden, “Ne zaman usulsüz iş yaptık?” diye düşündü. Yapılmışsa da o an inisiyatif alınması gerekiyordur. Zaman her şeyden değerliydi. Yasadan, maddeden, fıkradan. Her şeyden. Bir kere adalete geç kalındı mıydı, çarklara inancını yitiriyordu insan. Çarklara, kollara, mekanizmaya. Teraziye.

“Başkomiserim, bir talimatınız yoksa cesedi kaldıracağız,” dedi Ateş.

O zaman dış kapıdan bakışlarını aldı başkomiser. Kafasıyla onayladı. “Olay yeri raporunu da öğlene kadar istiyorum,” dedi.

“Emredersiniz başkomiserim. Odadan bolca parmak izi aldık.”

Resepsiyon bankosunun arkasındaki kapıdan çıkan Cemil, elindeki kâğıtları gösterip “Son bir haftada kalan bütün müşterilerin adları, soyadları ve iletişim bilgileri başkomiserim,” dedi.

Alpaslan, “Aferin, listedekileri sorgula,” demekle yetindi.

Duvardaki saate baktı bir an için. On ikiyi yeni geçmişti.

Cemil’in arkasından odadan çıkan pansiyon sahibine, “Maktul kayıt yaptırdığından bu yana gündüzleri misafir kabul etti mi? Ya da dışarıya çıktı mı?” diye sordu.

Pansiyon sahibi Süleyman Göçer, “Yok valla amirim,” dedi. “Hatta çocuğunun bez alışverişi için market ihtiyacını da bizim aracılığımızla giderdi.”

Çocuk. Ne olacaktı ona?

“Çocuğu alacak ekip gelmedi mi daha?” diye kısık sesle sordu Ferdi’ye.

“Gelmeleri lazımdı şimdiye,” diye yanıtladı genç komiser.

“Başkomiserim,” diye araya girdi Selda. Merdivenlerden hızla indiğini belli eden bir nefes sorunuyla, “Maktulün gerçek adı Aslı Ayhan değilmiş,” dedi.

“Dur kızım, bir nefes al. Ne diyorsun sen?”

Gözler gayriihtiyari pansiyon sahibine çevrildi.

“Emin misiniz komiserim, burada böyle bir şey olmaz,” diye kendisini savunmaya kalkıştı.

“Gerçekten. Kimlik bilgilerini sisteme girince kimlik numarasını yanlış veya eksik yazdınız uyarısı alıyoruz. İlk başta sistemde sorun var sandım, ama en az on kez denedikten sonra…”

“Anladım kızım,” dedi Alpaslan.

“E, şimdi ne yapacağız?” diye sordu Ferdi.

Alpaslan duyulur duyulmaz bir ses tonuyla, “Bakacağız,” dedi. Gözleri genç komiserdeydi. “Telefon kaydından bir şey çıkar herhalde.”

“Telefonun sim kartı yoktu. Herhalde internet üzerinden görüşme yapılıyordu. Ama telefon paramparça olmuş, gördünüz.”

İkinci Bölümü okumak için;

Pansiyon Cinayeti | Bölüm 2

[1] Önceki öykülerde komiser yardımcısı olan Cemil, henüz yayımlanmamış olan Saklı Geçmiş adlı roman dosyasında komiserliğe terfi etti.

Mete Karagöl
Visited 8 times, 1 visit(s) today
Close