Yazar: 18:55 Öykü

Ölüme Alabanda!

Karanlık, şehrin açık ve geniş kapısından içeri girmişti kaşla göz arasında. Köşeli, yeğni, çeşit çeşit sarı çiçekler açmıştı ilk evlerin bağrında. Gün boyunca şehre efkâr yağdıran, kuyruklu şimşekler gönderen lacivert bulutlu gök, geceleyin mümkün mertebe dingin kalacaktı. Dünya tuhaf bir yer olmaya mı gidiyordu ne? İki mevsimli bir gezegen hayal etmek pek olağandı artık. Aylar, kesinkes döngüdeki yerlerinde açmıyordu kanatlarını. Haziran, mayısın eskisi, hırpanisiydi; temmuz, haziranın. Ölgün nefesi değişmişti rüzgârın, uysal karakteri tabiatın.

Bir haftadır limanın birkaç mil açığında demir atan gemi beşik gibi sallanmaktan usanmıştı.  Ahalisinin içi dışına çıkmak üzereydi.  Liman emniyetini alan kılavuz gemisi yakınlarda hazır bekliyordu. Birazdan yük gemisinin limana emniyetli girişi için Kılavuz Kaptan, gemiye manevrasında destek olacaktı. Bu ağır denizin kaburgalarından çıpasını çeken on bin tonluk yük gemisinin bekleyecek vakti yoktu. Diğer gemiler teker teker limandaki yüklerini alıp gittiklerinde sabırla beklemişti. Şimdi sıra ondaydı. Denizin bu sert mevsimde sakinliği nereden görülmüştü? Her ne olursa olsun gemi, dalgalı rotasında gerekti.

Köprü üstündeki komuta merkezinde Süvari Bey, telsiz görüşmesini bitirdikten sonra seslendi tayfalara. “Kaç gündür sisler içinde alargada bekliyoruz. Birazdan ufuktan kara dağlar yükselecek, deniz daha da patlayacak. Davranın, dalgalar yedili!” Haklıydı, bu ağır deniz kudurunca iflah olmazdı kolay kolay. Bu denizin en bariz huyuydu oyunbozanlık.  Bu dik falezlere, midye evleriyle ve küçük balıklarıyla namlı güzelim koylara çocukluğunu bırakan herkes bu hususta hemfikirdi: Hiç şakası yok; insanı kanlı canlı olarak önce çiğnemeden midesine indirir sonra öfkeyle kusardı bir gün doğumunda.

Süvari Bey’in söylediklerini ta çocukluğundan biliyordu genç tayfa.  Küçük balıkçı teknelerinde miçoluk yaparken bu rakamın dalga dilindeki sırrını öğrenmişti. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi… ve çekeğe yanaş, halatları “baba”lara volta et hızlıca.

Biraz sonra yeryüzünden güneşin tüm ışıkları çekilince karardı dünyaları. Hoyrat dalgalarını art arda sürdü deniz. Gemi sağa sola birkaç defa kıç baş attı ama devrilmedi. Yedinci dalganın bitiminde deniz duruldu. Huzur veren bir sakinliğe kesti tüm hırçınlığı. Biraz toparlanmaları için kısacık bir ara vermişti aslında. Nazire yapmadığı aşikardı.

Tayfaların yüzündeki korku, gerginlik ve umutsuzluk silindi bir anda. Alelacele toparlanıp karaya el vermek için ilerlediler. Gemi Beyi’nin direktifiyle dümeni otuz beş derecelik açıyla kırıp “İskele alabanda!” diye bağırdı Efendi Kaptan. Peşinden diğerleri “alesta alesta!” Gemi çok eskiydi, hantaldı ve manevra yaparken yeterince hızlanamadı. Bundan ötürü doğru açıyı bulmakta geç kaldı.

Çoktan hazır etmişti ilk dalgasını deniz. Ve çaprazdan gönderdi en güçlüsünü, en haşinini. Geminin bordasının tam göbeğinde sert bir sile gibi şaklayıp zıplayan sular, onun ağır tonajlı gövdesini oyuncak gibi silkeledi adeta. Ana güvertedeki iki tayfa, ne olduğunu anlamadan dengelerini kaybedip insan etine aç, azgın suların ağzına düştü. Dümendeki Efendi Kaptan, gemiyi abrayabilmişti fakat güllük gülistanlık birkaç dakikanın ardında böyle meşum bir hadise, olur iş miydi?

İyi yüzücüydüler, fakat yorgun bacaklarına yapışan bir dip dalga onları alaşağı etmek için çılgınca döneniyordu. Bu itiş kakış üç beş dakika ya sürdü ya sürmedi biri için. Kolları ve gövdesi delimsirek dalgaların içinde kaskatı kesilen, mide dolusu tuzlu su yutan güverte reisi olmaya gün sayan orta yaşlı gemici ters düşmüştü ve yaralıydı. Yarı açık bir bilinçle oracıkta büsbütün karıştı deryaya. Yıllardır bu metal yorgunu geminin halatlarını roda eder, tankların ve sintinelerin temizliğini yapar, gemiye gelen malzemeleri portuçlara ve kumanyalıklara taşırdı. Nice ağır ve köpüklü denizlerin dev dalgalarına rast gelmişliği olmuştu. Saçı, bıyığı bu dalga dinlemez koca metalin içinde ağartmıştı. Ve killi toprağı, birkaç gündür aman vermeyen yağmura doymuş şehrin bu som bulutlu gecesinin öncesinde, şehrin sarı ışıklarına umutsuzca son kez bakıp yutulmak ona ağır geldi. Oysa ne düşler kurmuştu. Gemi limana çekilince o arada şehri dolaşıp birkaç öteberi alacaktı. Bir sonraki limana vardıklarında ailesini görecekti. Silme hasret dolu bir yürekle yitmişti. Seyrüseferdeydi deniz kurdunun bedeni, ruhu… Yıllar yılı bakışarak dokunaklı hatıralar biriktirdiği ve katışıksız duygularla sevdiği deryanın obur midesindeydi şimdi. Karanlıklar ve balıklar ülkesinin herhangi bir koyağına, mağarasına doğru şişmiş cesedi sürükleniyordu. Yüreğini burkan bu canhıraş bir ayrılık, deryaya hiç de ar gelmemişti.

Diğer tayfa Cihan, adına yaraşır duygular içinde, eli anahtar tutan çakır pençe bir genç… Sözü açıktı, orta yerdeydi içi daima.  Dışı gibi, derler ya, alenendi kelimeleri. Uluslararası deniz yolu taşımacılığının bu emektar gemisinde iki yıllık bir geçmiş biriktirmişti. Uysal, eli çabuk, mekaniğe kafa yoran bu genç tayfa, gemideki raspa, boya, vernik, kereste işlerine de el atmıştı ilkin. Yaptığı her işe eli yakışırdı ki bir de. Çalışırken, onu izleyenlerin duygularını okşardı adeta. Geminin günlük rutinini, işleyiş biçimini iyice öğrenir öğrenmez, buradaki elektrik ve elektronik otomasyon işinin önemli bir kısmını yapmakla mükellef olmuştu.

Süvari Bey, gemiye komut verdiği sırada orta yaşlı gemiciyle birlikte ana güvertede acil durum alarmlarını ve seyir fenerlerini kontrol etmekteydiler. Az ötelerinde Efendi Kaptan’lardan biri başka bir işle meşguldü. Hiç beklenmedik bir şekilde gemi yalpa vurunca iki tayfa, kıç tarafının bordasından düşüp kendilerini menevişlenen çivi gibi suların içinde bulmuşlardı. Efendi Kaptan son anda güvertedeki bir direğe tutunmuş ve avazı çıktığı kadar bağırarak, “İmdat! Tayfalardan ikisi suya düştü, yardım edin!” dedi. Akşamın zifiri rengi, yasa bürünmüştü görünmez kazayla.

Meslek Lisesinin Elektrik Bölümünden mezun olduktan sonra bir vakit kendi alanında ufak tefek işler yapmıştı. Sonra iki yıllık bir kışla dönemi. Akabinde kürkçü dükkanına dönüş ve ekmek davası… Fakat çalıştığı yerde, olur olmaz saatlerde işe çağrıldığından ve sigortası eksik yatırıldığından ötürü işinden soğumuş, ara dönemlerde aldığı sertifikalara güvenerek denizcilik şirketlerinin personel alım ilanlarını incelemiş, kendine uygun bulduğu birine iş başvurusundan bulunmuştu.

Uluslararası taşımacılık yapan bir şirkete işe alındığını annesine sevinçle bildirdiğinde, “oğlum demişti annesi, senden başka kimim var ki! Bu iki göz evin eskimiş duvarlarıyla beni baş başa bırakıp gittiğinde ben ne yaparım.”

Annesinin yumuşak ellerine sıkı sıkı sarılıp öpmüş, kokusunu içine doldurmuştu. “Üzülme anacağım, hemen karalar bağlama sanki temelden gidiyorum,” demiş ve evlerinin balkonundan kuşbakışı görünen limanın dikine düşen ufuk çizgisini göstererek, “şu çizginin ötesi Kuzey Ülkeleri, gemiyle gidiş geliş iki, bilemedim üç hafta sürer. Hem maaşı da çok iyi…”

Bir akşamüstü uğultulu tepedeki evlerinin balkonuna gölge düşüren taze dal vermiş beyaz gülün, iki eğri akasyanın hışırtısıyla şehrin en işlek kapısını izleyen anne ve oğulun hasbihali, bu minvalde sürmüştü. Bin bir huşuyla deniz üstü yakamozlanmış, kentin şakağı sakince kararmıştı. Bir fincan kahve eşliğinde bütün ağrılı sızılı hadiseleri yele vermişlerdi. Tebessüm ederek göz göze gelmişlerdi. Gemicilik serüvenine, ömrünü yoluna seren bu yaşına kadar kendisine hem annelik hem babalık yapan kıymetli, eli öpülesi varlığı ikna ettiğini zannederek başlamıştı. Oysa annesi bu hususta hoşnutsuz, işkilli tavrından ödün vermeden sessizliğe gömülmüştü. Annesini dinlemiş olsaydı, şimdi dev bir su gömütünde ahu zar ile yırtılan alacakaranlığa biçarelikle bakmazdı belki. Yazgı, neylersin… Nereden geldiği belli olmayan sivri bir taş kimi zaman.

Yorgun bacaklarını güçlü çenesiyle yakalamış onu açığa çeken dip dalgalarıyla boğuşurken düştükleri sırada Şerif ağabeyin, orta yaşlı gemici, “Allah’ım yardım et!” dedikten sonraki acı dolu feryadına benzer bir ses işitir gibi oldu. Bunca hayhuyun içinde etrafa kulak kabartmaya fırsat bulamadı.  Çocukluğundan beri yüzdüğü bu ağır denize hiç aşina olmadığını fark etti. Mektep harçlığını çıkarmak için balık sezonunda küçük teknelerde az buz tayfalık yapmamıştı. Art arda yükselen pervasız dalgaların hasmane tutumu, onu celallendirse de istediği gibi karşı koyamıyordu sert darbelerine.

Feleği şaşmıştı bu aman vermeyen, kavi dişli hasım karşısında. Bir türlü toparlanamıyor, doğru düzgün yüzemiyordu. Hem de en gerekli zamanıydı. Ne yaptıysa da güçlü kolları, bacakları senkronize olmuyordu. Farkında değildi lakin sağ kolu kırıktı.

Ana güvertede ellerinde fenerlerle denizin üstüne tarayan, sağa sola koşturan telaşeli kaderdaşlarını görüyor. Ah, bir de sesini ulaştırabilse onlara katiyen kurtaracaklardı. Ya da kirişi kırılıp kudümsüz kalan dizlerine söz geçirebilse yüzerek çıkardı karaya. Bir haftadır, doğup büyüdüğü kentin ışıklarını izleyerek katmerleşen hasretini gidereceği saati beklerken bu hale düşmek kimin aklına gelirdi? Makine dairesini allak bulak eden koca kulaklı hırsız, kör bir farenin başına gelmeyecek bir hadiseydi. Ki böyle bir durumda onun verdiği zarar ziyan bile göze gelmezdi. Üzünç duyulurdu üstelik. 

Karaya ayak bastığında çetelesini tuttuğu bütün hesaplı kitaplı işleri afakiydi artık. Yeniden duyumsayabilmek için yaşam rayihasını, bir mucize şarttı. Birkaç saat önce annesiyle yaptığı telefon görüşmesini hatırladı. Kadıncağız, “Oğlum, evimin direği,” deyince nasıl heyecan yapmıştı. “Kaç gündür açıkta duran gemileri izliyorum. Allah’ım şu yağmur dursun, denizin çalkantısı geçsin diye dua ediyorum. En sevdiğin yemekleri yaptım, gemi limana girmeyince, bahçedeki asmanın taze yapraklarından sardığım dolmalar dışında, bayatlayan tüm yemekleri yüzünün gözünün sadakası olsun diyerek kedileri verdim. Bugün aynı yemekleri tekrar pişirdim. Sen olmayınca iştahım olmuyor yalnız başına sofraya oturamıyorum.” Annesinin kadife sesinden damlayan sözler harfi harfine bu şekildeydi. Anne sevgisi, evlat özlemi… Dilindeki kelimeler çatallaştı, yüreğinin ucu zonkladı. 

Kendini sırt üstü bıraktığı sularla cebelleşiyordu. Gemi, liman mendireğinin yakınında seyrediyordu. Birkaç kulaç ötesinde kılavuz teknesi… Düştükleri noktanın civarında sahil güvenlik botu varsaydığı bir botun ışıkları, dalgalar arasında yarım ay çizerek bir görünüp bir kayboluyordu. Epey bir uzaktı. Onları bu ağır denizin ortasında bulmak mümkün değildi.

Üstündekiler, yüzeyde kalmasını zorlaştırınca ayaklarını yokladı. Sadece sol ayakkabısı yerindeydi. Onu da bir ayağının diğerinden yarım numara büyük olmasına bağladı. Dizini kırıp ayağını kendine doğru çekti, tabanı kapkalın iş ayakkabısını bir hamlede sıyırdı topuğundan.

Birazcık hafiflediğini hissetti. Üst tarafına dokununca yağmurluğunun metal düğmesi geldi eline. Güverteye düşen çiselerden korunmak için giymişti. Nasıl iliklemişse öyle de duruyordu. Onu sırtından aşırmaya yeltendiği sırada üşümediğini fark etti. Denizin ılıdığı zamanlardı, fakat bir haftadır kopan kızılca kıyametten sonra suyun ılık kaldığına mahal vermedi. Ayrıca bu azgın dalgalar arasında oluşan girdaplarda dibe çekilmemek garipti. Su geçirmeyen iş pantolonu ve yağmurluk… Yaşamda kalma oyununda rolleri azımsanmayacak bu iki cansız, birer semboldü, cankurtarandı belki de.

Denizin eğri bir büğrü tavanında yarı gömülü bir halde sürükleniyordu. Ölüme ırak mıydı, yaşama yakın mıydı? Acı sonlu bir yazgı demek için henüz erkendi. Kentin ölgün, cafcaflı, ışıkları yanıyordu hala. Balkon apliklerinin, sokak lambalarının ışıltısı altında kulaklarını ve kuyruklarını pusan kediler ve köpekler… Şayet biraz yan kulaç, birkaç fersah ötedeki geçmişine vardırırdı onu tekrardan.

Balıkçı teknelerinde tayfalık yaptığı ilk gençlik dönemlerinde ağ atıp saatlerce bekledikleri yerlerdeydi. Biliyordu konumunun yuvarlak krokisini fakat doğuyu batıyı kestiremiyordu. İri damlalarla gövdesi gagalanan bu ağır denizde bir şans verilse doğuyu seçerdi. Merhametli bir dalganın avucunda doğuya taşınacağını umarak kâh sırtüstü kâh yüzükoyun uzanıyor, döne devrile ölü numarası yapıyordu azgın yaratığın dişleri arasında.  Sıyrılmanın, kurtulmanın anahtarı doğudaydı. Çocukluğunun denizi, koyu, sahili, dalgası, eğlencesi hep o tarafa düşüyordu.

Balığın ağlara tane tane takıldığı o kısır güzde Balıkçı Haşim’in sekiz metrelik kayığıyla iki yüz kırk adet çinekop yakaladıklarında balıkçı ağabeyi denizin yüzey ve su altı topografyasını anlatırken ona mücevher gibi bilgiler vermişti. “Bu ağır deniz alttan alta doğuya akar, boğulan kişilerin cesetleri doğudaki sahillerin kıyılarına vurur daima. Detayları yok saysak bile, bu acı hadiseler başlı başına yeterli kanıttır,” dememiş miydi?  İster sağ ister ölü olsun, her halükârda doğuya itiliyordu. Dimdik yükselen falezlerin kör yüzüne çarpan suyun tok “güp”lerini duyuyordu. Kayalıklardan çok uzaklaşmadığına göre tecrübeli balıkçının tezi doğruydu.  Kanatlara doğruydu yönü. Küçük koydaki kulüp de o güzergâhtaydı. Umuttan bir kırıntı düştü gönlüne fakat bu birazcık gümanlıydı.

Gene hafızasının ilk gençlik bölümünden bir fasıl açtı. Bu ıslak yalnızlık çemberinde ısınmak ve ansızın paniklememek için geçmişin aynasına sığınmalıydı. En çok korktuğu şeyi aklına getirmek istemiyordu. İşte; bir kez yaşadığı o iğneli maraz, kramp, midesiyle sınırlı kalsın istiyordu. Bilakis oracıkta acıklı, derbeder son göverirdi. Yaz sıcaklarında karşı sahilden yüzerek kulübün yakınındaki ağır denizin kulakçıklarına çakılı kayalıklara kadar gelirlerdi. Hatta daha da ilginci kulübün iskelesinde yüzen kadınları gizlice dikizledikleri de olurdu. Hangi şeytanın yırtık aklıyla hareket ettiklerini kendileri de bilmezlerdi. Kanın deli aktığı buluğ çağının garipliklerinin çok da yadırganacak tarafı yoktu. Fakat hafif akıntıya karşı bir buçuk mil yüzmek benim diyen değme kişilerin yapabileceği işlerdi. “Şimdiye kadar ölmediğime göre gündüz gözü olsa gene böyle yüzer, bu badireden kurtulurum,” diye geçirdi içinden.

Gecenin zifir saçlarındaydı, ağır denizin dişlerinde, ölümün ellerinde, yaşamın kursağında…  Bir tek evlerin sarı ışıkları açıyordu. O da ara sıra, tek tük.  Yolunu bulmaya bir gök lamba yeterdi belki. Göğün perçemlerinde ne bir yıldızın ağzı ne de bir akıntı. Şirazesi bozulmuş atmosferin altında kadersiz, kısmetsiz olduğunun kabulündeydi. Ağır deniz, kallavi gök, sağılmış bulutların kuru memeleri… Bunca karanın doğum sancısını taşıyan gece taş gibi çakılmıştı yerinde. Öteye beriye oynamayan zaman… Irgalanan suların hamağında gözleri gittikçe kısılıyordu. Beyni, nefesi elleri, ayakları yorgundu. Başı yaylanarak düştü suların yastığına. Dosdoğru bir uyku kirpiklerinden az yapraklı ömrüne aktı. Zamanın son kertesinde olduğunu bilmiyordu. Bilinci açıktı, yuttuğu tuzlu suyu azar azar sindiriyordu takırdayan çenesiyle. Başıboş bir yumuşaklıkta dönenirken göğün tavanına düşen gözlerini açıp kapıyordu. Aklı hâlâ “doğu-batı” ikilemindeydi. Yazı gelirse doğu, tura gelirse batı…

Uğursuz, şaibeli gecenin ertesinde yumurta sarısı bir güneşle açtı sabah kapısını şehir. Ağır denizin öfkesi törpülenmişti birazcık. Kıyı şeridinde, derelerden gelen çamurlu suyun dalgaların itimli fırçasından dönerek oluşturduğu zikzaklı şekiller, çalı çırpı yığınları, suya doymuş kütükler, aylak kuşlar… Şehrin en uzun, geniş ve büyük taşlı, kara kumlu sahilinde bir kadın ve erkek el ele yürüyordu. Henüz kimsecikler yoktu ortalıkta. Önlerinde ruhu kalıbından büyük, koşar adım yürüyen, taştan taşa seken bir çocuk aniden tökezleyip durdu. Ürkerek baktı ağır denizin kustuklarına. Bir yığın çerçöp, odun içinde boylu boyunca uzanan bir adam; yağmurluğu üstünde… Geriden gelen büyüklerine dönüp, “Burada biri yatıyor,” dedi odun yığınını işaret ederek. Büyükler, kuşkulu adımlarla yaklaştılar birkaç adım. Kadın, hemencecik telefonuna sarıldı korkuyla. “…. Sahili’nde bir ölü var,” diyerek yetkililere haber verdi. Sahilin adını duydu bir tek yağmurluğu üstünde parlayan genç adam. “Yanlış bilmişsin Haşim ağabey, yanlış! Bak deniz, cesedimi batı yakasındaki sahile kusmuş,” demek isterdi ancak ölüm el yordamıyla engel olmuştu ona. Gün yağmur topluyordu küt parmaklarıyla. Ölüm; arızalı, delibozuk bir çirkinlik bırakmıştı günün taze yanağına. Sahil güvenlik, açıklarda kayıp denizcileri arıyordu. Gün görmemiş bir kadın, tencerede hiç dokunulmadan bayatlamış yemeği dağıtıyordu sokağın müdavimi kedilere. Kör ocağa dönen ev, üstü bulutlu, içi yaslı liman ve yosunlu keder… Ölüme alabanda! Tura batıydı. Demek ki isteyince oraya da akardı ağır deniz. Solmuştu çanağında beyaz gül.

Editör: Enes Yılmaz

Nihat Altun
Latest posts by Nihat Altun (see all)
Visited 10 times, 1 visit(s) today
Close