Yazar: 12:16 Öykü

Nazan

Serinin ilk öyküsünü okumayanlar için;

Irmak

Karl Jenkins ile uyandım bu sabah. Gözlerimi açar açmaz, müzik setine dokundu elim. “Palladio” çalıyor. Vicenza’daki Olimpico Tiyatrosu’na hiç gidememiş olsam bile içinde dolaşıyorum sanki. Oradaki duvar ve taş ustalarını çalışırken hayal edebiliyorum. Yatağımın yanında yerde duruyordu müzik seti. Her sabah aynı saatte açıyordum gözümü. Müzik doldu odaya. Yataktan kalkıp banyoya yürüdüm. Ayağıma plastik bir araba takıldı. Dün geceden kalma. Ne güzeldi evde bir çocuk olması. Oyuncağı aldım banyo aynasının önüne yerleştirdim. Duşa kabinin kapısı açıktı, asla kapatmazdım. Birçok şey gibi, su da korkutuyordu beni. Karl’ın müziğindeki derinlik suyla birlikte bütün sabahımı sarmıştı. Güzel bir sabahtı, duştan çıkar çıkmaz mutfağa gittim, dün geceden hazırladığım kahve makinesinin düğmesine bastım. Annem de böyleydi benim, kahve içmeden ayılamaz, güne başlayamazdı… İnsan gittikçe annesine benziyor, istese de istemese de. Giyindim, tüylü uzun küpelerimi taktım. Bunlar benim uğurlu küpelerimdi, can arkadaşım almıştı, Irmak… Kaderimiz sanki bir yazılmıştı onunla, kentin sokak aralarında çarpışmıştı hikâyemiz. Öyle başka, öyle insan, öyle güzeldi ki. “Pis Kürt” derim ona, o da bana dudak büker. Uyanmış mıdır acaba? Kesin kıçını devirdiği ilk yerde uyuya kalmıştır.

Evin her odasından duyuldu kahve makinesinin hazır sesi.  Kapı çaldı o an. Irmak geldi sandım.  Bugün buluşmayacaktık, işe de çıkmayacaktık. Ben kitabımla uğraşacaktım o temizlik yapacaktı. Yine de sabah kahvesi içeriz belki diye umutlanmıştım. Koşarak gittim kapıya, ufak delikten baktığım kimseyi göremedim. Sessiz telefonlardan, kimsesiz zil seslerinden usanmıştım artık. Hâlâ susmayan sinyali ile karşımda duran kahve makinesine doğru yürüdüm. Kahvemi doldurdum. Küçücük mutfağa zar zor sığdırdığım masanın arkasındaki metal sandalyeye oturdum. İlk sigara, ilk kahve… Ne güzeldi bu sabah… Haberlere bakmak için telefonun ekranına dokunuyorum, yine cinayet, yine öldürülen translar, taciz edilen çocuklar, açlık grevindeki işçiler, hapsedilmiş gazetecilerin davaları… Bütün bu haberleri hızlıca tarayıp kapatıyorum telefonu. Bugün yalnızca kitabıma odaklanmayı planlıyorum. Okuduğum her cümleyi zihnimin karanlık köşelerine bırakıyorum. Her ne kadar başarılı bir yazar olamasam da yazmaktan vazgeçmemenin onuruyla masamın başına gidiyorum. 

Sekiz yıl önce, henüz toy bir gençken yazmıştım ilk kitabımı. Edebiyat dünyasına trans seksüel bir yazar olarak katılmış ve ses getiremeden sönmüştüm. Umudum yok aslında ama öyle çok istiyorum ki hayata iz bırakmayı, el değdirmeyi, cümle hediye etmeyi. Eleştirilmek istiyorum, konuşulmak, eleştirmenler, yazarlar tarafından yumruk yemek istiyorum. Masamdan kalkıp balkona gidiyorum. Bir sigara daha içiyorum. Sigaram bittiği anda kapının zil sesini duyuyorum. Önce tedirgin oluyorum, sonra gelen Servet olmalı diye düşünerek gidiyorum kapıya. Evet, gelen biricik Servet. Erzincanlı, uzun boylu, yakışıklı, kırlaşmış saçları arasında ki saflığına, şirinliğine hayran olduğum Servet. Benim arkadaşım Servet, bizim apartmanın hizmetlisi Servet, kayıp kızı olan adam Servet. Kapıyı açıyorum, ne zaman kapıyı biraz geç açsam, paparayı basar bana. Korkuyor çünkü. Ölen arkadaşlarımın sonunun bana gelmesinden korkuyor. Hepimiz korkuyoruz. Ölmekten korkuyoruz. Aşağılanmaktan, kötü bakılmaktan, laf işitmekten, görmezden gelinmekten korkuyoruz. Ne zaman kendimiz gibi olsak ölüyoruz. Kapıyı açıp gülümsüyorum. Servet’in alnından minik bir ter damlıyor, noktalı burun ucuna. Siliyor elinin ters yüzüyle. Ağzının içinde döndüre döndüre konuşmaya başlıyor…

“Günaydın Naz, nasılsın evlat?”

“Günaydın Servet abi, sağ ol sen nasılsın?

“İyiyim, ekmek aldım sana, bir paket sigara, başka bir şey ister misin?”

“Yok, abi sağ ol, gel içeri kahve yapayım sana şöyle en köpüklüsünden.”

“Olmaz Nazan, gitmem lazım kızım. Ama akşam evde olursan Elmas’la uğrarız sana.”

“Olur, gelin azcık sohbet edelim, yemeğe gelin. Evdeyim bütün gün. Elmas ablamı da görmedim bayağıdır. Özledim. Asya’dan haber var mı?”

“Yok, yavrum yok. Tamam kızım, hele bir dağıtayım siparişleri, gerisi Allah-u alem…”

Kapıyı kapattıktan sonra elimde ekmekle kalıyorum. Servet’in üniversite öğrencisi kızı Asya altı aydır kayıp. Yurttan çıkıp bir daha gelmemiş… Servet’e bakınca babamı anımsıyorum.  Adı Kemal. Şimdi ne yapıyor acaba, koltuk altında duran kitabıyla hangi bahçenin serininde, hangi kahvenin iskambilden arta kalan masasında oturuyor? Sabah erkenden kalkar Kemal Bey, günün ilk kahvesini içer ve başlar okumaya. Diğer emeklilerden değişiktir o… Okuryazar, sanatla uğraşır, vaktini boşa geçirmez. Annem, ise sıradan bir ev kadınıdır. Bütün hayatını temizlik yapmakla geçirecek kadar temizlik hastasıdır. Her sabah yerleri çamaşır suyuyla ovmazsa olmaz.  Güçsüz tarafını böyle güçlendirmeye  çalışır annem.  Çok özledim.

Servet’in topuk sesiyle daldığım yerden çıkıyorum. Kahvaltı faslını fazla uzatmadan, toparlanıyor ve sigaramı alıyorum dudaklarımın arasına. Masanın ortasında duran bilgisayar açık bana bakıyor. Aklım babamda kaldı. Ben dünyaya geldiğimde sevinçten hastanenin ortasında göbek atan babam… Çocukluğu, gençliği, yetişkinliği çok kötü geçmiş olsa da babamın bağı hiç kopmamış hayatla. Neşesi, gülümsemesi hep bâki kalmış. Annem de tıpkı babam gibi zor şartlarda büyümüş ama hiç düşmemiş bir kadın olarak yaşamış. Tabi temizlik hastası olmuş, o başka ama yine de düşmemiş. Sanırım ikisi de yaralı hayvanlar gibi acı çekiyor ama yine de tebessümle yaşıyorlar. Seviyorum, özlüyorum… Mutfağa ekmeği bıraktıktan sonra, odama dönüyorum. Piyano sesi ile kemanın coşkulu sesini aynada gördükten sonra oturuyorum masama. Aynada kırmızı yanaklarımı görünce on dört yaşlarındayken annemin kırmızı rujunu yanaklarıma sürmüş ve bu kırmızı yanaklardan büyük haz aldığımı hatırladım. Aynanın karşısında öyle büyülenmiş, öyle hayran bakmıştım ki kendime, dünya farklı bir yer olmuştu. Sonra elektrik süpürgesinin sesinin bana yaklaştığını duyunca hemen temizlemiştim suratımı. Üzüleceklerini düşündüğüm için kadınlık duygumu asla yansıtmadım onlara. Kendimle kaldığımda kurduğum hayallerden kimsenin haberi yoktu. Kendini erken keşif eden ve erken büyüyen çocukların, derin yalnızlığı ile büyümek beni aydın bir birey haline getirmiş ve asla depresyon sebebim olmamıştı. Doğuştan güçlüydüm sanırım… En çok acı çektiğim anlar ise, “Benim paşam, koçum, prensim…” diye sevildiğim anlardı. Ama o zamanlar bile bunu çaktırmıyordum kimseye. Tek çocuk olmanın, kimseye anlatamamanın acısını uzun bir süre yaşadım. Yaşadıkça daha iyi anladım, kimseye anlatmadıkça güçlendim. Böylece büyüyordum. Annemle, babamla, kendimle…

Sanata olan eğilimim babamdan geçmişti bana. Gençliğinde motor kullanan, çılgın babam emekli olduğunda resim yapmaya başlamıştı. Bu başlangıç gittikçe bağımlılığa dönüştü. Tam da benim değişim zamanlarımda bir resme başlamıştı babam. Ama bu resmi kimseye göstermiyordu. Anneme dahi… Odasına kapanıyor, Musa Eroğlu dinleyip resim yapıyordu. Çalışma odasının kapısı hep kilitliydi.  Odaya kimse giremediği için, bu konu o kadar çok konuşulmuştu ki ben babama “Gören de seni sanatçı sanacak,” dedim. Babam o lafı söylediğim günden sonra bana bir yetişkin gibi davranmaya başladı. Gece gündüz odadaki o gizli resmi düşünüyordum. Babamın yaptığı resmi sır gibi saklaması beni neredeyse bir dedektife dönüştürmüştü. Aradan birkaç gün geçmesine rağmen aklım hâlâ o odanın kilidini bulmakta, babamın yaptığı o özel resmi görmekteydi. İlk denememde anahtarı buldum. Giriş kapısının kenarında bir kemer vardı, bu kemerin üstünde duran kocaman bir testi, testiyi fark ettiğimde annem mutfakta akşam yemeğini hazırlıyor, babam Anadolu maçlarının özetlerini izliyordu. Tamam, dedim. “Tam sırası!” Bir tabure getirdim üzerine iki tane kırlent koydum çıktım üzerine, testiyi tam alacakken evin zili çaldı. Zil sesi, bütün evi çınlattı ve babam beni yakaladı. Öyle korkmuştum ki kırlentleri kaydırarak düşürdüm kendimi. Kafamı kapının sivri kenarına çarparak bütün planı altüst etmiş ve aynı zamanda kafamın kırılmasına sebep olmuştum. Kafamın iyileşmesini beklerken aklım hâlâ o gizli resimdeydi. Babam, sabah erkenden o odaya giriyor, son ses türkü dinleyip resim yapıyordu. Bunu bilmek, görmek bile merak duygumu tavan yaptırıyordu. Müziğin sesi kesildikten on beş dakika sonra çıkıyordu odadan.  Bütün bunları takip edip not aldım, saklanılan o anahtarı bulacak, babamın yaptığı resmi görecek ve babamın ne hissettiğini anlayacaktım. Anlamasam bile o resmi görecektim.

Kafamdaki yaralar iyileşip de okul yarı tatiline girince evde olmanın keyfini çıkarmak için erkenden kalkıyor, evdeki düzene ayak uyduruyor ve babamı takip ediyordum. O takip sabahlarını birinde ben annemle birlikte sofrayı toplarken babam odasına girdi yine, iki saat sonra çalan müziğin sesi kesilince odadan çıktı. Salondaki üçlü koltuğun arkasına saklandım ve babamı izlemeye başladım. Çakal tabii, babam onun peşini bırakmayacağımı bildiği için etrafa bir göz gezdirdi hızlıca ve anahtarı kapının önünde duran dikiş makinesinin üstündeki eski teybin kasetçalar kısmına sakladı. Gülmemek için zor tutmuştum kendimi. Çok iyi fikirdi! Anahtarı sakladıktan sonra kanepeye oturdu ve televizyonu açtı, işte yandığımın resmiydi bu an. Oradan nasıl çıkacak ve bunu babama nasıl açıklayacaktım. Umutsuzluğa düştüğüm o anda sidik kurtardı beni. Babam kemerini açarak tuvalete doğru koştu. Hemen çıktım saklandığım yerden. Babam bütün gün evde olacak, akşam arkadaşlarıyla içmeye gidecekti, geceyi beklemeli rahat rahat incelemeliydim odayı. O gün geçmedi, babamın evden çıkış saati uzadı da uzadı ve en sonunda annemin geç kalacaksın uyarısıyla babam çıktı evden. Annem dizisini izlerken sızdı kaldı. Annemi yatağına geçsin diye uyandırdım. “Sen de geç kalma,” dedi bana yarım ağızla ve yatağına girdi. İşte o an gelmişti, anahtarı eski müzik çaların kaset kısmından çıkarıp, açtım kapıyı hızlıca girdim odaya. Işıkları yakmadım önce, ama fenerle de olmayacaktı bu iş. Nasılsa babam geç gelecekti annemin uykusu eve kamyon girse duymayacak kadar ağırdı. Feneri arka cebime sıkıştırıp lambaları yaktım. Odada enfes bir boya kokusu vardı. Öyle zarif, öyle güzel, öyle çekici bir odaydı ki babamın burada sıkılmadan nasıl o kadar vakit geçirdiğini anlıyordum. Odada kitaplar, kasetler, fırçalar, tüp boyalar, şövalyeler… İnanılmaz bir kalabalık ve inanılmaz bir sadelik vardı. Babamı bir kez daha ve daha güçlü sevdim. Babalar evlatlarının gölgesidir zaten, zamanla silinir gibi görünseler de hep gölge olarak kalırlar. Babamın resim yaptığı şövalye ters duruyordu bana. Sır gibi sakladığı resim o şövalyedeydi. Şövalyenin ayaklarını tutup kendime çevirdim. Yanımda duran sehpa fırça doluydu, hepsi yere devrildi özenle aldım onları yerden. Kafamı kaldırdım ve aklım başımdan gitti o resmi görünce. O resim bendim. Gözlerim yerinden çıkacak sandım. İnanamamıştım! Farklı şekildeydim resimde. Yüzümün yarısı kadın, yarısı erkekti. Kalbim duracak gibi oldu, nabzım hızlandı, nefesim boğazıma düğümlendi. Evet, babam anlamıştı benim bir transseksüel olduğumu. Resmimi bile yapmıştı. Şaşkınlık, panik ve rahatlama bir aradaydı. Üzerimden büyük bir yük kalktı ama acıdan da ağlıyordum. Neden acı çekiyordum bilmiyordum, bu yaşadığım, hissettiklerim ne suçtu ne ihanet. Böyle yaratılmıştım ben, ana rahmine böyle düşmüş, böyle kıpırdamış, böyle ağlamıştım o rahimde. Böyle doğmuştum. Babamın bunu bana hissettirmemesi çok etkilemişti beni. Her şeyi eski haline getirip, çıktım odadan. Anahtarı yerine koydum. Yatağıma uzanıp ağladım, ağladım… Fakat öyle rahat uyumuştum ki… O uykunun duygusunu bir daha asla yaşamadım şu hayatta. Ah baba… 

Beyaz boş sayfa bilgisayar ekranımda açık duruyordu. İçtiğim sigara sayısına baktım tüm bunlar aklımdan geçerken. Geçti gitti acılarım, çocukluğum, yaşadıklarım. Şimdi iyi bir yazar olmak, iyi bir insan olmak dışında büyük düşlerim yoktu. Ha bir de gerçekten âşık olmak istiyordum. Bana benzer, benim duygularımı anlayan, kuşu, çiçeği ve kâinat içindeki en ufak bir çöpü sevecek kadar hayata inanan birine âşık olmak istiyordum. Masadan kalktım. Akşam olmak üzereydi. Sabah kahvaltısından sonra bir şey yememiştim ve acıkmıştım. Mutfağa gitmek için kalktığımda telefonun titreşim seni uyardı beni. Arayan kişi Irmak’tı. Akşam için bana bir iş ayarlamış onu haber veriyordu. Paraya ihtiyacım olmasına rağmen “Hayır!” dedim. En yakın arkadaşlarım müşterileri tarafından hunharca öldürülmüşlerdi ve ben ölmek istemiyordum. Etrafımızda parmaklıklar vardı, hapsedilmiştik. İçinde katillerin, alçakların, tecavüzcülerin dolaştığı bir hapishaneydi bu. Ve o hapishanenin demir parmaklıkları şiirle, aşkla, şarkıyla, umutla yok olacaktı. Akşamüzeri Servet ile Elmas gelecekti. Yemek yapmalıydım. Ne güzeldi umut. Servet kuru fasulye severdi, Elmas beyaz pilav dediği pirinç pilavı ve bende havuç salatası. Yemekleri büyük bir keyifle yaptım, iki saat sonra gelirdi benimkiler. Bu akşam keyif yapacak, eğlenecek, sohbet edecektik. Bu akşam para için sevişmek yoktu. Gün güzeldi, gece efsane olacaktı. Üzerime montumu aldım, anahtarlarımı kontrol edip çıktım. Hava mis gibiydi. Yazamamıştım yine, gelmemişti ilham. Kitaplarım yok satmayacaktı ve ben yazar olamayacaktım belki ama, bir yazar edasıyla masaya oturmak bile inanılmaz güzeldi. Asansörden indim, bakkala doğru yürürken, kaldırıma çıktım. Kaldırımın solundan geçen bir araba geldi durdu önümde. İçinde Irmak vardı ve darmadağındı suratı. Arabadan genç, esmer, uzun boylu bir genç indi. Belinden bir bıçak çıkardı, içerideki genç çocukta aynı anda Irmak’ın boğazına dayamıştı keskin usturasını. Servet ve Elmas gelecekti. Ocakta yemeğim vardı.

Visited 3 times, 1 visit(s) today
Close