Yazar: 11:26 Murat Gülsoy Dosyası, Röportaj

Murat Gülsoy ile Söyleşi

Değerli hocam öncelikle zaman ayırdığınız için teşekkür ederim. En baştan başlayalım istiyorum. Üniversite sınavında (yanlış bilgi edinmediysem) ilk beşe giriyorsunuz sonra fen alanında mühendislik alanında bir fakülteden mezun olduktan sonra yüksek lisansınızı psikoloji alanında yapıyorsunuz. Psikoloji insan merkezli bilim dalı, elbette edebiyat da öyle. Hangisi diğerini tetikledi. İçinizde uyuyup duran yaratıcı gücünüz bu tezle birlikte başlamıştır diyebilir miyiz?

Hayır, psikoloji ile başlamadı. Edebiyatla her zaman ilgiliydim. Mühendislik okudum evet ama edebiyatla da ilgiliydim. Ama yazma kararını verdiğim tarih, üniversiteye girdiğim yıldır. 17 yaşındaydım. O günlerde Oğuz Atay’ı okudukça “Ben de yazmalıyım, ben de yazabilirim” diyordum kendi kendime. Kısa bir süre sonra da sistemli bir şekilde kendimi yetiştirmeye başladım. Bir yandan mühendislik okuyor, bir yandan da “İnsan beyni nasıl çalışır? Zihinsel süreçlerin kaynağında neler var?” gibi soruların cevaplarını araştırıyordum.  O dönem Boğaziçi Üniversitesinde psikoloji bölümünde disiplinler arası bir laboratuvar kurulma girişimleri vardı. Orada benim gibi mühendis, fizikçi arkadaşlarla psikoloji bölümünde laboratuvarlar kurup, deneysel çalışmalara başladık. Çok verimli yıllardı. Yüksek lisans çalışmam bittiği zaman da Hayalet Gemi dergisini çıkarmaya başladık. Bunlar hep birbirinin içinden doğdu ama hep edebiyat vardı, diyebilirim.

Edebiyatın içinde çok yönlü çalışıyorsunuz. Roman, öykü ve inceleme eserlerinizin dışında, Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırmaları Merkezi müdürlüğü ile yine Boğaziçi Üniversitesi Biyomedikal Mühendisliği Bölümü’nde akademik olarak bilim alanında da görev yapmaktasınız. Yazar olmak yalnızlığı severken siz diğer dallarda gençlerle ve yaza/bilme isteğiyle dolu insanlarla birliktesiniz. Bu sizin edebiyat kariyerinizde nasıl bir yer teşkil ediyor?

Üniversitede uzun yıllar boyunca hem mühendislik alanında, biyomedikal mühendislik alanında çalıştım, öğrenciler yetiştirdim hem de burada Nazım Hikmet Kültür Merkezinde, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevinde ve başka bölümlerin hocalarıyla özellikle sosyal bilimler, beşerî bilimlerdeki arkadaşlarımızla da birlikte çalışma imkânı buldum. Bu tabi çok zenginleştirici bir şey. Hem farklı hocalarla, meslektaşlarla birlikte zaman geçirip, uzmanlıklarından etkileniyorsunuz hem de farklı öğrencilerle birlikte oluyorsunuz.  Bu benim edebiyatımı nasıl etkiledi bilemiyorum ama beni kişi olarak çok zenginleştirdi. Dünyaya bakışımı genişletti. Zaten bir yazarın, yazmaya çalışan kişinin mutlaka dünyasını hep genişletmeye çalışması gerekir. Farklı varoluş biçimlerine, farklı düşünme biçimlerine, farklı duyuş biçimlerine yabancı kalmaması gerekir. Çok insan tanımak, farklı insanlarla birlikte olmak çok zenginleştirici bir deneyim sunuyor. Tabi üniversitede olmanın ikinci bir avantajı, genç insanlarla çevrili oluyorsunuz. Onların yüksek bir yaşam enerjisi oluyor. Bazen de tam tersi karamsar oluyorlar. Yaşadığımız ülkeden, çağdan dolayı. Bu sefer siz onlara diyorsunuz ki; “Bakın, bu öyle olmayabilir, sizin elinizde birçok imkân, önünüzde birçok olasılık var.” Böyle etkileşimler oluyor. Bu güzel bir şey. Gençlerle birlikte olmak zenginleştirici bir şey.

Değerli hocam, sanatın -elbette edebiyat başköşede olmak kaydıyla- insanların ruhsal yapılarını görünür kıldığını bu anlamda daha çok düşündürdüğünü biliyoruz ve siz de bu yönde eserler verirken bunun altını önemle çiziyorsunuz. Dolayısıyla sanatla/ edebiyatla yaşanmamış hayatlara başka düşüncelere ortak oluyoruz. Onların sebep ve sonuçlarını izleyebiliyoruz. Hal böyle iken bu yazan için bir heyecan ve disiplin yaratırken toplumumuza baktığımızda kemikleşmiş düşüncelerden sıyrılmak, empati kurmak ve hoşgörü oldukça az. Hatta imkânsız. Şöyle de söylemek mümkün. Herkes şairdir ama şiir kitapları satmaz. Bu anlamda edebiyatımızın etkin bir yazarı olarak ne söylemek istersiniz.

Bu sosyolojik bir konu. Sadece edebiyatla bunu anlatmak ya da anlamaya çalışmak pek kolay değil. İnsanlar birbirini anlıyorlar mı? Dinliyorlar mı? Duyuyorlar mı? Buna hazırlar mı? Bir kere insanın buna hazır olması, istekli olması gerekiyor. Bunun kendisi için iyi bir şey olduğunu bilmesi gerekiyor. Yani başkalarını duyup onların ne demek istediğini anlamaya çalışmanın sizin için iyi bir şey olduğunu düşünmüyorsanız o zaman sırtınızı dönüp gidiyorsunuz zaten. Çağımızın, günümüzün sorunu maalesef dünyada yükselen bu otoriter popülist kültür.  Farkındaysanız Amerika’da Türkiye’de her yerde oturtulmaya çalışılan bu. Bu kutuplaştırıcı dil, herkesin ilk başvurduğu strateji oluyor. Kutuplaştırma denilen de karşı tarafı en uca iterek, kendinizi de en doğru uçta konumlandırarak sürekli bir tartışma, sürekli bir kavga, sürekli bir mücadele, bir savaş ortamı yaratmak… O zaman birçok gerçek mesele konuşulmuyor aslında. Böylelikle de havanda su dövülüyor. Tabi bu sırada bunlardan kimler menfaat sağlıyorsa onlar alıp başını gidiyor. Ama bu insanların karar vererek yaptığı bir şey değil aslında. Bu bir çağın yarattığı bir ruh durumu. Evet edebiyatçılar, okuyan yazan insanlar olarak bununla mücadele ediyoruz, etmeye çalışıyoruz. Ama bu tek başına yeterli olacak mı ondan emin değilim. Bizim üstümüze düşen o oluyor aslında. Her zaman eleştirel pozisyonda kalıp, her tarafı duymaya her tarafı dinlemeye, algılamaya çalışmak ve böyle hızlı, sert tepkiler vermektense iki kere düşünerek, olguları çok yönlü kavramaya çalışarak davranmak. Çünkü ideoloji bir yandan da bize çok basit bir dünya sunar. “Dünyada bir iyiler var bir de kötüler var. Kötüler bir yok olsa dünya ne kadar güzel olacak,” düşüncesi gerçekçi değil. Dünya öyle değil bence. Aslında bu bir ağ. Bütün insanların çeşitli çetrefil iktidar ilişkileriyle birbirine bağlı olduğu bir ağ. Bu iktidar ilişkileri bir iş yerinde de, bir ailenin içinde de hatta iki sevgili arasında da tekrar tekrar kuruluyor ve yıkılıyor. Ve bu bütünü üreten bizim bütün davranışlarımız, varoluşumuz seçimlerimiz, hayatımız aslında bütüne hizmet ediyor. Bir yandan da sistem müthiş bir ideolojik yanılsama üretiyor. Herkese göre, herkesin beğenip alabileceği komplo teorileri üretiyor örneğin. Kimi dünyayı beş ailenin yönettiğine inanıyor, kimisi Batılı düşmanlarımızın toprak altından madenlerimizi çıkarmamıza izin vermediğini, kimi aşılarla bizi kısırlaştıracaklarını… Sonuçta bunların hepsi birer yanılsama. Yaşadığımız hayat o kadar basit değil. Onu algılayabilmek için arkasında yatan bütün sosyal kültürel mekanizmaları sorgulamak gerekiyor. Sadece bir kültür savaşı gibi algılamak bu yanılsamaları güçlendirmekten öteye gitmiyor. Kültürel kimlikler üzerinden kurgulanan kutuplaşma asıl sömürü düzenini görmemize engel oluyor. Elbette kültürel bir savaş var ama bu bir sonuç. Sebep değil.

Siz özgün bir eser yaratmanın yolunun, bilinenleri alt üst etmekle yani kuralları ihlal etmekle başlayacağını savunuyorsunuz. Postmodernlik de böyle kural tanımaz tanımlamasının içinde iken ve eleştirmenler, araştırmacılar sizi postmodern yazar olarak görmüşken siz eserlerinizi postmodern olarak görmüyorsunuz. Bunun sebebini okurlarınıza açıklamak ister misiniz? Biz nerede sizi anlayamıyoruz?

Edebiyat, sanat söz konusu olduğunda 19 yüzyılın sonunda bir kopuş yaşanıyor. Realist anlatım biçimleri sorgulanıyor. Dilin dünyayı temsil etme şekli sorgulanıyor. Modernist bir arayış başlıyor. Virginia Woolf, James Joyce gibi yazarların açtığı bir yol var. Türkiye’de de biraz gecikmeli olarak Bilge Karasu, Oğuz Atay, Sevim Burak, Leyla Erbil, Adalet Ağaoğlu gibi isimleri sayabiliriz. Dil ile yeni bir dünya kurmanın mümkün olduğuna inandıkları gibi realist anlatım biçiminin yarattığı ideolojik yanılsamaların da altını oyan bir arayış içindeler. Dünyayı bize ayna gibi gösterme iddiasındaki realist anlatım biçimini sorunlu bulurlar. Modernist yazarların dili zorlamalarının, kuralları altüst etmelerinin bir sonucu da ideolojik olanın büyüsünü bozmaktır.  Aslında yeni bir anlatım biçimi ortaya çıkarmak aynı zamanda yeni bir bakış getiriyor bize. Bu dünyaya, ekonomiye, toplumsal cinsiyet rollerine, doğaya, her şeye bakışımızı değiştiren bir atılım. Fakat 1900’lerin başındaki modernist yazarların yazma biçimi zordu. 1960’lara gelindiğinde yine böyle yeni, farklı biçimsel arayışlara giren ama artık o kadar zor olmayan bir edebiyat doğdu. John Fowles’un Fransız Teğmenin Kadını adlı romanı bunun ders kitabı örneğidir. Postmodern denildiği zaman bu roman çıkar karşımıza. Ya da 1980lerden Umberto Eco’nun Gülün Adı romanı.  Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir durum var: 1960 sonrası döneme postmodern deniliyor, ve sadece edebiyatla, sanatla sınırlı olmayan, bütün bir dünyaya bakışı ifade eden postmodernizmin, modernist çabadan ayrıldığı bir nokta var. Modernistler her zaman yeni bir dil, yeni bir dünya kurulabileceğini düşünüyorlar. Mevcut dünyanın parçalanmış halinin eleştirisini yaparlarken farklı ve daha ileri bir dünya olabileceğine inanıyorlar. Bir ilerleme, bir yenilik fikri var. Ama postmodern döneme geldiğimizde artık bu kalmıyor. Yeni bir şey söylemenin artık mümkün olmadığı, ilerleme fikrinin modernist bir yanılsama olduğu iddiası hakim oluyor. Ben bu noktada postmodernist bakış açısına mesafe alıyorum. “İlerleme” fikri elbette eleştirilebilir ancak hiçbir şeyin diğeriyle kıyaslanamadığı, her şeyin, her düşüncenin eşit derecede anlamlı olduğu bir anlayışı doğru bulmuyorum. Edebiyat açısından baktığımda da benzer bir noktadayım. Her türden metinlerarasılık, metakurmaca, deneysel anlatım tekniklerinin araştırılması ilgimi çekiyor, edebiyatımın önemli bir bileşenini oluşturuyor ama tüm yazma pratiğim bir anlam arayışına ya da inşasına yaslanıyor. O yüzden de postmodern olarak değerlendirilemeyceğini düşünüyorum. Ama eleştirmenler kimi zaman “şu şu teknikler art arda geldiği zaman postmoderndir,” diyebiliyor. Tabi kendi bilecekleri iş, ben edebiyat eleştirmeni değilim ve bir kitap yazarken o terimlerle de düşünmüyorum. Bir öykü yazarken postmodern teknikler kullanayım ya da modernist bir deney olsun diye yazmıyorum. Tıpkı Don  Kişot’un yazarı Cervantes gibi.  Aynı teknikler orada da kullanılıyor.  Yazarın motivasyonu farklıdır. Bir örnek vereyim, biraz daha açıklayıcı olacak. Bilimden farklı bir durumu var edebiyatın. Bilimde önce fizik vardır. Fizikte temel bilgiye erişirsiniz, bilgiyi bulursunuz, sonra bu bilginin kullanılır hale gelmesi, uygulanması söz konusudur. Bu da mühendisliktir. Önce bilim sonra uygulama yani teknoloji. Edebiyatta, sanatta böyle değil. Edebiyat kuramı ya da eleştirisi edebiyattan sonra gelir. Önce sanatsal pratik ardından düşünsel inceleme. İnsanlar edebiyat kuramlarını okuyup yazar olmazlar. Yazarın kaynakları nedir? Başka edebiyat eserleridir öncelikle. Bir yazar hiçbir zaman kuram okuyarak yazar olmaz, dil bilgisi öğrenerek dil öğrenmediğimiz gibi. Ana dil içinde doğarız, öyküler şiirler, romanlar okuruz. Tiyatro izleriz. Birçok kanaldan sanata maruz kalırız. Bunları okuruz, anlarız ondan sonra yazar oluruz. Tabii kuram da okuyabiliriz, ama hiçbir zaman yazarın kılavuzu olamaz. Çünkü o öncekiler için söyleniyor, unutmayalım. Biz, yeni bir şey yapıyorsak eğer, önce söylenmiş olanları bir reçete gibi ele alamayız. Edebiyat eleştirisi romancının, öykücünün kılavuzu değil aslında. Böyle bir yanılsama oluyor çünkü. Bazı yazarlar gerçekten kuram biliyorlar, edebiyat eleştirisi de yapıyorlar, ben de kalemim döndüğünce yazıyorum, düşünüyorum bunun üzerine ama kendi romanımı yazmaya başladığım zaman bütün onlar bir tarafta kalıyor. Sonra modern- postmodern demişler dememişler bütün onlar bir tarafta kalıyor. Ama kendimi yakın hissettiğim şey o modernist arayıştır. Bu terimle konuşmanın benim için anlamı yok. Gerçi postmodern dediklerinde de çok da kızmıyorum. Çünkü onlar da belirli kriterleri düşünüyorlar her halde. “Şunlar yapıldığı için biz de postmodern olarak değerlendiriyoruz,” diyorlar. Olabilir. Problem değil fakat beni rahatsız eden şey post-truth dedikleri hakikat sonrası döneme bağlayan post modern yaklaşımdır. Yani bu yaklaşımda ne vardı? Her şeyin göreceli olduğu. Her şey göreceli değil. Mesela insan hakları göreceli değil. Öyle büyük bir hoşgörü bence mümkün değil. Bazı toplumlarda kölelik var. “O toplumun kültüründe bu var, saygı göstermek zorundayız,” düşüncesi benim kabul ettiğim bir dünya görüşü değil. Ama o postmodern bakış açısı, o kültürel izafiyet bizi hakikat sonrasına getiriyor. Siyaha beyaz deyip sonra “bu nasıl olur,” dendiğinde bu alternatif bir gerçeklik deniliyor. Mesela salgın yaşanıyor, salgın yok deniyor. Sonra “bu alternatif bir gerçeklik, saygı göstermelisin,” deniliyor. Bu benim kabul edebileceğim bir şey değil. Dolayısıyla da kendimi hep öteki tarafta konumlandırıyorum. Arayış, analiz etmeye çalışmak, yeni bir şey üretmeye çalışmak.

“Akla Ziyan Hikâye” 91-92 yıllarında yazdığınız ilk hikâyelerden. Okurun kendini hem öykünün içinde hem de dışında bulduğu kısacık, zeki ve unutulmazlardan. Siz bu öykünüz için “Edebiyattaki merakımı içinde taşıyan bir metin,” diyorsunuz. Doksanlı yıllardan bugüne yirminin üzerinde eser vermiş önemli bir yazar olarak yazdıkça o merakın azaldığını söylemeniz mümkün mü? Yoksa yazmak her seferinde yeni bir merak mıdır sizin için?

O merak birkaç nedenden dolayı bitmiyor. Bir tanesi, bir insan neden yazdığını hiçbir zaman bilemiyor. Bilmeden o sanata yönelmiş olmamızın kendisi güzel ve heyecanlı. Bilerek seçilmiş, bir profesyonel meslek gibi yapılıyor olsa başka türlü olurdu. Bir öyküyü, romanı yazarken heyecanlandıran şey “bunu neden yaptığımı bilmiyorum ama birileri bunu okuyacak ve şaşıracak ve şaşırdığı şeye ikna olacak,” düşüncesi. Gerçekliğe bir başka açıdan bakacak olması. Benim en büyük isteğim o. Okunduktan sonra okurda böyle bir etki bırakıyor mu? Bırakmıyorsa, bu üzücü bir şey. Ayrıca bir yandan da her seferinde yeni bir hikâyeyle, yeni bir teknikle arayışa devam etmeye çalışıyorum. Dolayısıyla o merak, heyecan hiç bitmiyor. “Akla Ziyan Hikâye” ilk yazdığım öyküydü. O öykünün içinde temel sorun, temel yaklaşım daha sonra birçok defa farklı farklı şekillerde çıktı. Çıkmaya da devam eder. Çünkü oradaki kahraman, bir öykünün içeresinde olduğundan kuşkulanan bir karakter.  Bir anda otobüste giderken düşünüyor: “ben gerçekten bir insan değil de bir sayfada öykü karakteri olabilir miyim?” Bu soruyu biz kendimize farklı şekillerde sorarız. Ben acaba yaratılmış bir insan mıyım? Acaba tanrı var mı? Ben acaba iyi bir insan mıyım? Bunlar varoluşa dair temel sorular. Orada da öykü karakterinin sorduğu soru bu. Her zaman o varoluşsal merak bende sürdü.  İnsan, varoluşunun sebebini, sınırlarını, kapasitesini her zaman merak eder.

Eserlerinizde, akademik olarak da hayatınızın içinde olan psikolojinin derinliklerine, insan hal ve hareketlerine duygu ve düşüncelerine inerek başarılı insan profilleri çiziyorsunuz. Kendileriyle, toplumla, geçmişle, gelecekle sorunu olanlarla, takıntılı olanlara, tutunamayanlar, bunalım içinde olanlara, sıra dışı olanlara, sıkışmış halde yaşamını devam ettirenlere can veriyorsunuz. Yani ruhsal sorunlara eğilip özgün kahramanlar yaratıyorsunuz. Her anlamda öykülerinizde derdiniz insanı sorgulamak. Siz eserlerinizde insanı bu kadar yansıtırken gerçek hayatta insan sizin için nedir?  Soruyu bizim toplumuza indirgersek bunca olumsuzluk ve travma yaşayan gittikçe iyi niyetini yitiren insanımızı gelecekte nasıl tarif edersiniz?

Zor sorular soruyorsunuz. Cevabı öyle kolay değil. Bütün toplum için o kadar olumsuz düşünmüyorum. Tam tersine birçok insanda dayanışma, merhamet ve iyilik duygusu da var. Azımsanmayacak derecede. Biz bunu ilk 1999’da deprem sırasında fark ettik mesela. Ondan önce 90’lı yıllarda “kimsenin hiçbir şey umurunda değil, eller havada bir toplum bu, oysaki ülkenin doğusu kan gölü olmuş, başka tarafta bir sürü problemler var, oysa çoğunluk bambaşka bir dünya yaşıyor” diye düşünürken birden feci bir deprem oldu ve bir de baktık ki binlerce insan müthiş bir dayanışma örneği göstererek, canını dişine takarak yardım etmeye çalışıyor, dayanışma ağları örgütlüyor. Demek ki yanlış düşünmüşüz. İnsanlardan umudu kesmekte çok acele etmişiz. Şimdi biz sürekli birtakım sokak röportajlarına veya birtakım kötü olaylara, üçüncü sayfaya bakarsak insanlıktan ümidimizi keseriz tabii ki. BakınAlain De Bottonun çok güzel bir kitabı var, Haberler adında, orada diyor ki: “Mesela bir tacizci baba haberi bizi insanlıktan soğutuyor ve bunları sürekli okudukça sanki bütün babalar sapıkmış gibi hissediyoruz. Oysaki milyonlarca baba var çocukların üstüne titreyen, uyuyana kadar başında bekleyen. Ama onlar hiçbir zaman haber olmuyor.” Niye kötü haberleri daha çok okuyoruz? İyi haberlerin haber değeri yok hatta haber bile olamıyor.  İyi insanlar haber olmadıkları için sürekli kötü insan ya da kötü davranışların haberini okudukça biz insanlıktan ümidimizi kesiyoruz. Ancak, işte yakın zamanda yine deprem oldu. Ne kadar çok insan hemen örgütlenmeye çalıştı, yardım etmeye çalıştı. Tamam, devletteki aksamalar, kötü niyetleri ayrı tutuyorum. Onu karıştırmamak lazım. İnsanlar dediğimiz zaman çok geniş bir kitle bu. O yüzden ben gelecekten o kadar umutsuz değilim insanlardan da umutsuz değilim. Çok hızla insanlar her şeyi kavrıyor. Dayanışmamız lazım hem dünyayı hem ülkeyi hem bulunduğumuz şehri, kasabayı korumamız lazım. Hem doğa açısından hem insanlık açısından ve bunun farkında birçok insan. 80’lerde 90’larda hiç olmadığı kadar… Sivil toplum ne kadar bastırılmaya çalışılırsa çalışılsın,  bu tür dayanışma ağlarının, direniş düğümlerinin yine de varlığını sürdürdüğünü görüyoruz. O yüzden de geleceğin insanları için çok karamsar değilim doğrusu.

Binbir Gece Mektupları adlı kitabınızda “Madam Anna’nın Yeniden Ortaya Çıkışı” adlı öykünüz beni etkileyen öykülerinizden biri. Eşini aldatan kahramanla zengin nişanlısını kaybetmemek için takla atan kahramana kadar, medyumundan batıl inançlara kadar geniş yelpazesi olan bir öykü. Hem gündemden hem özgün. Ben bu kahramanlarınız nezdinde tüm karamanlarınız için soruyorum: Yarattığınız kahramanlar söz dinler mi yoksa kendi başına kurguya hâkim olan kahramanlarınız var mı? İsyankâr kahramana yazar müdahale etmeli mi?

Çok güzel bir soru. Bütün amacım zaten o karakterlerin kendi başlarına bir varlık kazanmasıdır, bütün hayalim o. Benim kuklalarım gibi davranmasınlar, tam tersine bir varlık kazansınlar. Bunu nasıl yaparız? Bunu yapmanın, gerçek iyi bir karakter yaratabilmenin yolu, onların hayat hikâyelerini çok iyi kurmaktan geçiyor. Siz onların hayatlarını o kadar ayrıntılı hayal edersiniz ki bir süre sonra onların davranışlarını artık siz belirlemezsiniz. Onların kendi seçimleri, kendi karakterlerinin doğal sonuçları haline gelir. Mesela en son romanımda Ressam Vasıf öyle oldu. Üzerine çalışa çalışa onun hayatını, çocukluğunu, gençliğini, Paris yıllarını her bir ayrıntısını hayal ede ede o artık gerçek bir ses kazandı benim için. Ben başka türlü bir yapı da düşünüyordum roman için başlangıçta, ama hayır, o bir birey oldu sonunda. Hatta notlarımda da var “Vasıf’ın dediği oldu, o kazandı,” diye. Çünkü bütün kitap sonuçta Vasıf’ın ırmak söyleşisi haline geldi. Oysa ben başka bir yapı düşünüyordum, o monolog da romanın bir parçası olacaktı ama Vasıf kendisini dayattı bir anlamda. Başka birinin sesine yer kalmadı. Bu benim çok hoşuma gitti. Sonuçta karakterinizin üzerinde çok düşünürseniz, onun hayat hikâyesini ayrıntılarıyla kurarsanız işte o zaman kendi başına hareket edebilir hale gelir.

Eserlerinizde akademisyen kimliğinizi görmek her okur gibi beni de meraklandırıyor. Meraklandırıyor çünkü nasıl yazmalı sorusunun da cevapları aralanıyor. Felsefeden ve psikolojiden faydalanarak okura başka bir bakış sunuyorsunuz.  Siz öykülerin içinde nasıl yazıldığı, neden yazıldığı, yazım süreci, okuma sorunları ile yeniden kurgulayarak eser içindeki sorularla okuru öyküye dahil edip üst kurmacayı oluşturuyorsunuz. Böylelikle bu, sizin imzanız gibi oluyor. Sizin özellikle üzerinde durduğunuz bir incelik var, okura karşı: “sahicilik, samimiyet ve dürüst olma.” Üst kurmaca ile bunu okura veriyorsunuz. Bir yazar üst kurmaca dışında okuruna karşı nasıl dürüst ve samimi olabilir?

Evet ben sahicilik meselesini çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun ilk sözünü edenlerden biri Cervantes, yani Don  Kişot’un yazarı. Onun bir lafı var “En iyi yöntem içtenliktir,” diyor. Peki ama içtenlikten kastedilen şey nedir? Tek başına üstkurmaca yapmak dürüst olmak anlamına gelmez. Asıl dürüstlük ya da asıl içtenlik, samimilik şuradan kaynaklanıyor: Yazarın kendisini gerçekten sınırlayan meselelerle uğraşması. Yaratıcılığın ya da sanatın kökeninde bence sınırlarla giriştiğimiz mücadele var. İnsanı birçok şey sınırlar. Hepimizin birtakım sınırları var. Ömrümüz sınırlı, yeteneğimiz sınırlı, bakışımız, kültürümüz…  pek çok sınırımız var. Dış dünyanın da sınırları var. Mesela toplumsal birtakım durumlar bizi sınırlıyor olabilir, siyaset bizi sınırlıyor olabilir, birçok şey, cinsiyetiniz, cinsel yöneliminizden dolayı uğradığınız muamele bizi sınırlıyor olabilir ya da ben “şöyle yaşamak istiyorum bana bu dayatılıyor,” düşüncesi sınır olabilir. Yazarın işte buradaki tutumu çok önemli. Bir yazarın gerçekten kendisini sınırlayan meselesi neyse onunla uğraştığı zaman güzel bir sonuç çıkıyor ortaya ve okura da yansıyor bu. “Bu yazar çok içten yazmış bunu hakikaten çok samimi buldum,” diyor. “Neden?” derseniz onu söyleyemez ama şunu hissediyor insanlar: bu numaracı mı değil mi? Modalara, akımlara, eleştirmenlerin dediklerine, okurların beklentilerine göre yazmamak gerekir. Hatta sırf siyaseten doğru diye de yazılmaz. Edebiyat veya sanat sosyal sorumluluk projesi değildir. Sosyal sorumluluk projesi başka bir şey. Belediyelerin, sivil toplum kuruluşlarının veya şirketlerin yapacağı şeylerdir sosyal sorumluluk projeleri. “Ben şimdi şu konuyu ele alayım ve bir aydın olarak, bir yazar olarak sorumluluğum gereği bunu yazayım,” dediğiniz zaman samimiyet biraz kayboluyor. Peki, hiç mi işlenmeyecek bunlar?  Tabii ki işlenecek. Eğer o mesele sizin canınızı acıtan bir şeyse o zaman zaten doğallıkla, kendiliğinden yazarsınız bunu, beklemenize gerek yok. Sosyal sorumluluk olsun diye yazmazsınız. Sizi ilgilendirdiği, sizi gerçekten sınırladığını düşündüğünüz için yazarsınız.

Evet, o zaman samimiyet sınırları zorladığımız zamanda ortaya çıkacak diyebiliriz.

Evet, bir de tabii karakterlerinize de dürüst davranmaktan da söz edebiliriz. Mesela bir karakter yaratmaya çalışıyorsunuz, o insanı anlamaya çalışıyorsunuz. O insan sizinle aynı olmak zorunda değil. Sizden çok farklı olabilir, cinsiyeti farklı olur, kültürel konumu farklı olur ama yeter ki ona da içtenlikle yaklaşın. Onun kim olduğunu anlamaya çalışmak demek onu bütün ayrıntılarıyla hayal ederken, onunla gerçekten bir empati kurabilmek, demek. O zaman çok dürüst oluruz. Yoksa şablon gibi olur, yani siyah beyaz karakterler çıkar ortaya.

Benim mesele edindiğim durum var: Kurgunun gerçekliği, özel hayatın edebiyata yer bulup bulmaması sorunsalı. Üst kurmaca bunlara da cevap ararken sizin “Kasiyer” adlı öykünüzden bahsedelim istiyorum.  Âlemlerin Sürekliliği Ve Diğer Hikâyeler adlı kitabınızda “Kasiyer” adlı öykünüzde kasiyerlik yapan genç bir kızla bir yazarın aşkı konu ediliyor. Ama burada yine Gülsoy farkı ile olay sıradan bir aşk kurmacasından çıkıp ve yazar kahramanın kurgu içinde konu yaptığı bir aşka dönüşüyor. Böylelikle kurmaca, katmanlı sosyolojik ve psikolojik alana evriliyor. Özel hayatın mahremiyetine bir tepki olarak yazıldığını düşünsem de bir okur olarak bu düşünceden bağımsız kurgunun bu çeşitliliği üst kurmacanın başarısı mıdır? Bu bağlamda bu öykünüzle üst kurmacanın mı daha çok altını çizmek istediniz yoksa sosyal ve kültürel yaşamın kişiler üzerindeki yarattığı çarpıklığı mı? Ve sonrasında: yaşanmışlıkların öyküleştirilmesini etik buluyor musunuz?

Bütün yaşadıklarımız, yaşadığımız her şey yazdıklarımıza yansıyor ama sizin kastettiğiniz şey, yaşanmış, bilinen bir olayı anlatmalı mıyız anlatmamalı mıyız sanırım. Ben o konuda kesin bir yargı söyleyemem ama kendi açımdan ben ne yapıyorum, onu söyleyebilirim.  Ben yaşadıklarımı yazmam. Yaşadığım olayları doğrudan doğruya hikâye etmeye çalışmadım bugüne kadar ama belki yarın öbür gün hatıralarımı yazarım, bilmiyorum. Ama şu bir gerçek, yaşadığım deneyimleri yazarım. Şimdi deneyim başka bir şey, yaşantı başka bir şey. Yaşantıda insanlar var olaylar var. Deneyim insanlar ve olaylarla yaşadığınız o olayın sizde bıraktığı izlenim. Sizdeki yarattığı etki. Dolayısıyla da ben doğrudan doğruya yaşadığım olayları konu edinmemeye çalışıyorum. Bunun bir nedeni de şu, mesela tanıdığım insanları yazmam. Niye yazmam? Çünkü o beni sınırlayacak. Yani bir tür otosansüre gidecek. Sevdikleriniz olsun, sevmedikleriniz olsun fark etmez. Orada kurmaca bir karakterle uğraşır gibi yazamazsınız. Evet yazıp bozulabilir ama o türden gerçekten tanıdığım insanları konu etmemeye çalışıyorum. Ancak, yarattığım karakterlerde mutlaka tanıdığım insanlardan izler vardır.

Oğuz Atay, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Pamuk eserlerinizde de esintilerini gördüğümüz etkilendiğiniz yazarlar. Borges’den de etkilendiğinizi ve Borges’in sizin üzerinizde bıraktığı en büyük etkilerden birinin “Metnin sınırlarını zorlayan tavrı olduğunu; yazarın türler arasında geçiş yapabilen, yazdıklarının edebî metin olmasının yanı sıra düşünce yoğunluğu içeren eserler olmasıyla” sizi etkilediğini belirtiyorsunuz. Ben düşünce yoğunluğu içeren kısmı biraz anlatmanızı ve bu tür eserler üretebilmek için neler yapılması gerektiğini sormak istiyorum size.

Borges çok özel bir yazar. Bir benzeri daha yok. Onu ayrı tutmak lazım belki. Evet, düşünsel boyutu çok yoğun ama mesela roman yazmıyor hiçbir zaman. Şiir ve kısa metinler yazıyor. Bu metinlere bazen öykü diyoruz, kurmaca diyoruz. O “ficciones” diyor. Bazen hiçbir şey demiyor. Bizi arada bırakıyor ve o arada bıraktığı yerde bu bir düşünce yazısı mı yoksa bu bir kurmaca mı? diye düşündürtüyor. Gerçekten bizi sorgulamaya götürüyor. O yüzden de işte daha önce bahsettiğim o postmodern denilen tavrın belirgin figürlerinden biri olarak algılanıyor. Benim de etkilendiğim yazarlardan biri. Ama düşünce aslında kurmaca yapıtı birazcık öldüren de bir şeydir. Yani beraber gitmesi çok zor bir şeydir. Borges kendi türünü yaratmış diyebiliriz. O yüzden de roman yazmıyor zaten. Kısa metinler yazmasının bir nedeni de: Borges dünya kuramıyor. Roman demek bir dünya kurmak demek mi? Kurmak istemiyor. Bir anlamda bizim dünyamızla oynamayı seviyor aslında. Denemeye daha yakın bir tonda yazıyor. Kurmaca yazarları genellikle bir dünya kurarlar, metnin içerisine girdiğiniz zaman önünüzde bir mekân açılır ve zaman akmaya başlar, iradi bir varlığın davranışlarını takip edersiniz. Bu özellik denemede yoktur, makalede yoktur, şiirde yoktur çoğu zaman. Olmak zorunda değil. Oysa öykü ve romanda, ister üst kurmaca tekniği kullanın ister realist teknik kullanın, fark etmez, illaki o yeni dünyanın, farklı dünyanın kurulması lazım. Zaten yaratıcı yazarlık denmesinin nedeni de o. Yaratmaktan kastettiğimiz şey tam da yeni bir dünya yaratmak.

Bir söyleşinizde “…bazen kılçıklı, okurken insanın boğazından geçmeyen cümleleri çok seviyorum. Kolay lokma olma endişesinin üstesinden gelmek için insanın daha fazla zamana gereksinimi var galiba.” Diyorsunuz.  Kılçıklı cümle nedir? Bir yazar kolay lokma olmamak için ne yapmalıdır?

Modernist yazarların kimi zaman dili zorlarken yakaladıkları yeni bir tavır vardır. Yani bazı duygular, bazı deneyimler kolaylıkla gündelik dile çevrilemeyebilir ya da şöyle anlatayım; edebiyatın zaten yapmaya çalıştığı şey, bizim bu kolaylıkla ifade edemediğimiz kimi duygu durumlarını ortaya çıkaracak yeni bir dil bulabilmektir. O yeni dil de kolay bir dil değildir. Kolay olan, bizim alıştığımız, sokakta konuştuğumuz dildir. Mesela Tanpınar’ın dili kolay bir dil değildir. Yani cümleler kılçıklı olmasa bile cümlelerin kendisi baş döndürücüdür. Leyla Erbil’in de, Adalet Ağaoğlu’nun da. Kimi zaman öyle bir cümle kurar ki hakikaten boğazınızdan geçmez. Yani dil bilgisi olarak doğru olup olmamasını konuşamazsınız. Yepyeni bir dildir çünkü. Sevim Burak, Bilge Karasu gibi.

2001 yılında Bu Kitabı Çalın adlı eserinizle Sait Faik Hikâye Armağanı, 2004 yılında Bu Filmin Kötü Adamı Benim adlı kitabınızla Yunus Nadi Roman Ödülü, 2013 yılında Baba Oğul ve Kutsal Roman adlı romanınızla Notre Dame de Sion Ödülü, 2014 yılında Gölgeler ve Hayaller Şehrinde adlı eserinizle Sedat Simavi Edebiyat Ödülü aldınız. Ödüllerin sanatçı üzerinde motive eden bir unsur olduğu muhakkak ama yazmanın daha başlarında olan birçok kişi için de bir hayal kırıklığı bir vazgeçiş olabiliyor. Buradan okurlarınıza yarışmalar hakkında ne söylemek istersiniz?

Önce olumlu yönünü söyleyeyim. Yeni başlayan veya ismini duyurmaya çalışan yazarlar için bir fırsattır, ama niye fırsattır? Çünkü yayınevlerine bir dosya gönderdiğiniz zaman orada da bir değerlendirmeden geçiyor. “Kabul” ya da “ret” alıyor Yayıncının iki tane kriteri vardır. Biri iyi bir kitap olsun ister. İkincisi satsın ister. Basıp sattığı zaman zarar etmesin ki bu yayınevi sürebilirsin ister. Sonuçta yayınevi ticari bir girişimdir. Yarışmalarda ise durum farklı. Yarışma jürileri ne ister? Saygınlık ister. Arkasından “ne biçim kitap seçmiş bunlar,” dedirtmek istemez. O yüzden en iyi bulmaya çalışırlar. İyi bir ödülü nasıl değerlendiririz? Geçmişte kimlere ödül vermiş? Bakalım o insanlar ne olmuş?  Dolayısıyla da yarışmaların, genellikle jürilerin böyle, iyiyi bulma çabası var. Ticari bir kaygısı yok. Satar mı diye bir kaygıları yok. Çünkü satışla ilgili bir şey değil. Bu iyi tarafı. Ama eğer çok hassas bir insansanız, “ödül alamıyorum” ya da “yayıncı beni beğenmedi, yayınlamadı. Üç tane yayın evinden reddedildim. O zaman ben küstüm, bir daha da yazmıyorum. Göndermiyorum,” dediğiniz zaman kaybeden siz oluyorsunuz. Yani bu iş vazgeçmeyenler işidir. Ben 1992 de ilk kitabımı Can yayınlarına sundum, Erdal Öz’e. Çok güzel bir değerlendirme aldı. Sonra “basmayacağız,” dediler. “Peki,” dedim ondan sonra kendi dergimizi çıkardık. Birkaç yayınevini daha denedim yıllar içinde. Onlar tarafından da reddedildim. Öyle kolaylıkla bastıramadım. 1999’a kadar.  Ama 7 yıl içerisinde dergi çıkardım. Birçok öykü yazdım. Hiç vazgeçmedim. O yayınevleri basmıyorlar diye “o zaman ben değersizim,” diye düşünmedim. Hep kendimi geliştirmeye çalıştım. 1999 yılında da bu sefer birçok yayınevinden “kabul” aldım ama yine ilk gittiğim yayınevini Can Yayınlarını tercih ettim.  Sonuçta şunu demeye çalışıyorum, asla vazgeçmemek. Özelliği o. Yoksa jüriler, yayınevleri, eleştirmenler hatta okurlar gelip geçicidir.

Psikoloji ve felsefenin ilgi odağı olan rüyalardan da bahsedelim isterim. Bu Filmin Kötü adamı Benim (2004), Sevgilinin Geciken Ölümü (2005), İstanbul’da Bir Merhamet Haftası (2007), Karanlığın Aynasında (2010), Baba Oğul ve Kutsal Roman (2012), Gölgeler ve Hayaller Şehrinde (2014) eserlerinizde rüya ile imgelenmiş kurgular var. Aristoteles de rüyalar ile ilgili düşünmüş fakat uyku halinde iken düşünemediğimiz konusunda kararsız kalmış bir filozof. Ve rüya hakkında şöyle diyor: “Bazen muhakeme, görülen şeyi yalanlayabilir, tıpkı uyanıklık halindeyken olduğu gibi ve diğer zamanlarda [muhakeme] bundan alıkoyar ve imajların basit bir takipçisi haline gelir…” siz buna katılıyor musunuz?  Yazar olarak rüya size ne ifade ediyor?

Rüyalar bilinç dışı süreçleri farklı bir gözle yakalayabildiğimiz deneyimlerdir. Birçok şey bilinç dışı süreçlerden besleniyor. Şu anda seçtiğim kelimelerin bile bir şekilde bilinçdışı süreçlerle ilgisi var. Yaşarken yaptığım bir şakanın, bir dil sürçmesinin de. Mesela canımın o yemeği değil de bu yemeği istemesinden tutun da yaptığım birçok tercih, bilinç dışı süreçlerden besleniyor. Ama şu anda bilinçli halinde ben kendi üzerime düşünebiliyorum. Gerçeklikte bir ilişki içerisindeyim fakat rüyalar öyle değil. Rüyalarda zihnin büyük bir bölümü farklı çalışıyor. Ayıkken ki halimizden çok daha başka bir deneyimi bize yaşatıyor. Bu konuda çok teoriler var. Bir kısım bilim insanına göre bunların gerçekten bir anlamı yok. Bunlar beynin raslantısal -o anda dinlenme halindeyken tamamen de susmayıp- başka türlü çalışarak kendini onarması gibi. Böyle söyleyenler de var ama onun dışında Freudçu bakış açısıyla veya psikolojideki başka kuramcıların bakış açısıyla da rüyalar, bizim kendi benliğimize, bilinç dışı süreçlerimize dair bir şeyler söylüyor. Ama bu şifreli bir mesaj değil. Rüya bir malzeme. Ve rüya üzerine düşünmek, rüya üzerine çalışmak, mesela psikanalizde ya da başka bir terapide bu rüyayı incelemeye çalışmak veya rüyayı yazmak, kaydetmeye çalışmak, onun üzerine düşünmek insanı besleyen bir şey. Yaratıcılıkla da belirli bir ilgisinin olduğunu düşünüyorum. Yeni bir eserin kaynağında o yazarın bilinç dışı süreçleri ve asıl önemlisi çok derinindeki arzuları ve korkuları vardır. İki tane çok temel duygu durumumuz var. Arzu ve korku. Arzu etmek, yaşamak ve zevk almak, haz. Ama bir tarafta da korku var; yok olacağım korkusu. Çünkü ölüm diye bir şey var. Dolayısıyla korkularımız ve arzularımızdan besleniyor sanat yapıtı. Rüya doğrudan bize bir şey söylemez tabii ki. Rüya öyle bir şey değil. Ne gelecekten haber verir ne de tam anlamıyla şifreli bir mesaj verir. Böyle bir şey olduğunu düşünmüyorum ama rüya üzerine düşünmek kendin üzerine düşünmek demek. Dolayısıyla da insanın kendi içine bakması çok önemli, içimiz çok kalabalık çünkü. Yaşadığımız bütün tecrübeler, bütün tanıdığımız insanlar hepsi bizim içimizde bir şekilde varlıklarını sürdürüyorlar. Benlik dediğimiz şey sadece kendimizden de oluşmuyor. O yüzden burada en belirleyici insanın annesi babası oluyor. Birdenbire insan kendisini babası gibi güldüğünü veya annesi gibi bir şeye bağırdığını, kızdığını ya da söylendiğini görüyor. Bu genetik mi, bilmiyorum. Ama daha çok o tecrübeyle büyüdüğümüz için o tecrübeler bizde iz bırakıyor. Evet, anne, baba gibi kardeş, eş gibi yani sürekli birlikte olduğunuz insanlar daha fazla iz bırakırken böyle kırk yılda bir tanıştığınız insanlar da iz bırakabiliyor. Onlar da artık içimizde bir yer buluyorlar. Dolayısıyla böyle bir kalabalık var ve oraya, kendi içinize de bakmanın bir yolu rüyalar.

Biraz Yaratıcı Yazarlık atölyelerinizden bahsedelim isterim. Siz bu atölyeniz için “Yaratıcılık nasıl kışkırtılır’ın cevabını veriyorsunuz bir başka açıyla,” diyorsunuz. Atölyenize katılmamış okurlarınız için yaratıcılık gerçekten nasıl kışkırtılır diye sormak istiyorum.

Yazmaya ilişkin kimi teknikleri konuşuyoruz. Hikâyenin temel unsurlarından bahsediyoruz. Roman ve öykü, olay örgüsü yaratmak… bütün bunları konuşuyoruz. Aslında hikâye meselesi hepimizin bildiği bir şeydir. Çünkü hikâye bizi dünyaya bağlayan bir arayüz. Yani başımıza gelen her şeyi hikâye ederek anlıyoruz veya insanlara hikâye ederek anlatıyoruz. Dolayısıyla hikâyeyle bir problemimiz yok aslında.  Hikâyeyi çok iyi biliyoruz, biz. Yoksa yaşayamazsınız zaten ama bilmediğimiz öykü ve roman yazmak. Çünkü o doğuştan içine doğduğumuz bir dil değil. Okuya okuya öğrendiğimiz bir dil. Yazarlar, okuya okuya başka yazarların nasıl yazdıklarını öğrenirler ve biraz da sezgileriyle el yordamıyla bunu birleştirirler. Kendi üsluplarını bulur, yazma biçimlerini geliştirirler ama başkalarını okuya okuya. Yaratıcı yazarlık eğitimi bunun yapılandırılmış, süzülmüş hali diyelim. Elbette ki yine de iyi bir okur olması gerekiyor yazan kişinin. Birtakım yazma teknikleri üzerine yoğunlaşıyoruz. Yetenek denilen şey de yaza yaza gelişen bir şeydir. Bu, bütün insanların eşit olduğu anlamına gelmiyor. Nasıl ki bir spor dalında hepimiz eşit performans gösteremeyiz ama hepimiz koşabiliriz. Hepimiz o sporların hepsini yapabiliriz ama kendi vücut kapasitemize göre. Tabii ki geliştirebiliriz, hep geliştirebiliriz. Ayrıca yetenek meselesinin abartılmasının da ideolojik bir tutum olduğunu düşünüyorum. Biraz dünya görüşüyle ilgili bir şey. Bize sunulan dünya şöyle aslında; bu 19. yüzyılın bakış açısıyla mekanistik bir düzen. Sanki toplumu bir büyük makine gibi düşünüyorlar. Bir büyük fabrika gibi, bir büyük mekanizma gibi ve siz bir birey olarak bu mekanizmanın en iyi neresinde işlev göreceksiniz bakalım? Hangi çarksınız? Bu benim tam karşısında olduğum bir görüş. Bana göre insan özgürce kendini ortaya koyabilmeli, yeteneği ne olursa olsun. Herkes şarkı söyleyebilmeli. Herkesi dinlemek zorunda değilsiniz ama mâni de olmayın. Yani yazı da öyle bir şey ve diğer başka performansa dayalı sanatlara nazaran yazma becerisini geliştirmek bence çok daha fazla insanın şansının yüksek olduğu bir alan. Çünkü dili kullanıyoruz hepimiz. Evet, hepimiz sürekli çizmiyoruz, sürekli hepimiz müzik yapmıyoruz ama hepimiz sürekli konuşuyoruz, duyuyoruz, okuyoruz ve bunlar hep hikâyeler. Böylelikle yazmak o kadar da erişilmez bir yetenek değil. Bu yeteneğin abartılması aynı zamanda insanların iradesini de hiçe saymak anlamına geliyor. Şöyle bir şey; modernlikle birlikte hem mekanizmanın parçası olma meselesi var hem de artık dünya büyüsü bozulmuş bir yer. Dünyada artık büyücü yok. Şaman yok, sihir diye bir şey yok. Peygamber gelmeyecek artık. Öte dünyayla sizi bağlayan hiçbir bağ yok. Kim var? Sanatçı var. “Yeni dünyanın, modern dünyanın dini sanat, yeni peygamberleri de sanatçılardır,” diye bir laf vardır. Bu böyle sanatçıları çok yüceleştiren, çok yukarıya koyan bir bakış açısı gibi gözüküyor. Ne güzel ne kadar hoş. Sanatçıya değer veriyoruz gibi. Ama aslında insanın elinden iradesini alıyoruz. O zaman insanları ikiye ayırıyoruz: Bir, seçilmiş insanlar, bir de sıradan insanlar. Seçilmiş insanı kim seçiyor? Tanrı seçiyor olabilir veya genleri seçiyor olabilir. Şöyle boş kaplar var, bazılarının içine yetenek konmuş bazısına konmamış. Maalesef sende yok diyoruz. Yani sanatçıyı bu şekilde yüceltmenin sonucunda müthiş bir yabancılaşma üretmiş oluyoruz, insan iradesini ve emeğini değersizleştirmiş oluyoruz.

Atölyeler, yazma yeteneği olmayan katılımcıya bu yeteneği yaratabilir mi sizce? Katılımcılarınızı neye göre belirliyorsunuz?

Gelenleri ben seçmiyorum. Gelenler kendileri seçerek geliyorlar. Bu atölyelerde ilk, temel 10 haftalık bir eğitimim var. Uygulamalı. Biraz orada pişiyor insanlar ve şuna bakıyorlar. “Ben burada devam edeyim mi? Bana iyi geliyor mu? Kendimi geliştirebiliyor muyum?” Bu soruların cevabını kendileri veriyorlar ve atölyelere devam ediyorlar. O atölyelerden birçok yazar arkadaş çıktı. Çok ödüller alanlar oldu. Asıl önemlisi yazmayı hayatının bir parçası haline getirdiler. Bence bu çalışmaların sonunda iki büyük kazanım var. Bir, kişi naif bir okur olmaktan çıkıyor, daha profesyonel bir göze sahip oluyor; ikincisi, yazan insan oluyor. Yani her gün yazan, defteri olan, bilgisayarda birtakım dosyaları olan, bir şeyler yazmaya çalışan insan oluyor. Yayın onun doğal sonucu zaten. Önünde sonunda yayınlarsınız ama önemli olan yazan insan olmak. Bunu kazandırıyor ve üçüncü bir şeyi de söyleyeyim. Farklı insanların bir araya gelip çalışması da çok yararlı bir şey. En başında da belirtmiştim, bir yazarın en çok ihtiyacı olan şey başkalarıdır. Başkaları ne düşünüyor? Nasıl yaşıyor? Bunları sezebilmek ama gidip de bir kafeteryaya oturup, gözlem yapmak ya da televizyondaki bir program seyretmekle insan gözledim demek yeterli bir şey değil.  Bizim atölyelerde ben hiç tanıştırma yapmam. Başlangıçta kimse kendini tanıtmaz. Bir süre sonra insanlar birbirlerini yazdıklarıyla tanıyor. Böylelikle o meslekler o etiketler kapının dışında kaldığı zaman insanlar aslında birbirlerini iç dünyaları ile tanımaya başlıyorlar. Çok büyük bir zenginlik çünkü birbirinden çok farklı kültürden gelen insanlar aynı ortamı paylaşıyor. Şimdi zoom ortamında yapıyoruz. Biri Kanada’dan, birisi New York’tan, birisi Adana’dan birisi Ankara’dan birisi Hollanda’dan, Almanya’dan katılıyor, ders yapıyoruz. Bu beni hâlâ şaşırtıyor ve heyecanlandırıyor.

Sanatın sadece edebiyat alanıyla değil resim sanatıyla da yakından ilgilisiniz. Son kitabınız bunun örneği. Kurmacadaki özgünlük arayışınızı Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi doruk noktasına taşımış. Hem diğer kitabınız Gölgeler ve Hayaller Şehrinde’nin kahramanları yeni kitaba konuk olması hem de kurmaca bir karaktere, tarihin sayfalarına adını yazdırmış gerçek ressamlar -karakterler- eşlik ediyor olması. Ülkemizde itibar görmemiş olduğunu üzülerek düşünsem de neden resim sanatı demeyeceğim ama sizin gözünüzde resimle edebiyatın kesiştiği nokta neresidir, bunu merak ediyorum. Her sanatçı bunu görebilir mi?

Çok büyük bir kesişim var aslında. Hikâye etmek, yazmak aslında sözcüklerle resim yapmak gibi bir şey.  Birçok yazar için de öyledir ve yazarlar resim sanatına özel bir ilgi duyarlar bence. Çünkü resme baktığımız zaman hangi türde yapılmış olursa olsun, önümüzde farklı bir dünya açılıyor ve o dünyayı net görebiliyoruz. Roman ve öyküde ise biz okurdan çaba bekliyoruz. O satır satır okusun ve zihninde canlandırsın istiyoruz. Elbette bir resme bakmaktan daha zor. Ama sonunda amaçladığımız şey ne? O resmin yarattığı gerçeklik duygusunu romanın, öykünün yaratması. Dolayısıyla böyle bir akrabalığımız tabii ki var. Başka akrabalıklar da var tabii. Mesela modern zamanlara geldiğimiz zaman insanlar artık manzaranın realist bir resmini yapmak istemiyorlar. Ama “o manzaranın bende bıraktığı izlenimin resmini yapacağım,” diyor ya da “bir duygunun dışa vurumunun, mesela korkunun resmini yapacağım,” diyor. Şimdi bunlar edebiyatta nasıl oluyor? Bilinç akışı tekniğiyle biz bilincin kendisini masaya yatırmak istiyoruz. Bir insanın düşüncesinin resmini yapmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla böyle akrabalıklar var ama benim özel olarak da resme özel bir ilgim var. Gençliğimden beri çocukluğumdan beri… Üzerine okumak, resimleri izlemek, ressamları öğrenmek, sergilere gitmek benim özel olarak da çok sevdiğim bir şey. O yüzden de işte bu Ressam Vasıf ortaya çıktı ama ondan önce. İstanbul’da Bir Merhamet Haftası kitabı da yedi resim üzerinedir. Tanrı Beni Görüyor mu? kitabında da resimlerle konuşan metinlerim vardı.  Ressam Vasıf’ta ise özel olarak bizim resim tarihimizi gündeme getirdim. İçinden geçtiği dönemi de birçok gerçek ressamı da tanıyoruz ve onların hikâyelerine tanık oluyoruz.

Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi kitabınızı yazarken 1914-1954 arası Türkiye’nin resim sanatına ve sanatçısına okurlar için bir başka pencere açtığınızı düşündünüz mü? Bu kitabı yazarken amacınız bu muydu?

Benim amacım aslında öncelikle Ressam Vasfı yaratabilmek, onu anlayabilmek, onun deneyimine ortak olmaktı. Tabii ki onun içinden geçtiği zaman dilimindeki bazı beni etkileyen ressamların hikâyelerini de orada anmaktı. Unutulmuş veya biraz bilinen sanatçıları öğrenmek beni nasıl heyecanlandırdıysa okurları da heyecanlandıracağını düşündüm. O yüzden yer verdim.

Orhan Pamuk’un çok sevdiğim bir sözü vardır. “Gerçek yazar yaşadıklarını yaşamamış gibi, yaşamadıklarını da yaşamış gibi anlatabilendir,” der. Bu anlamda bu kitabınızda cinsel eğilimleri açısından zor bir karakteri anlatıyorsunuz. Karakterin duygu ve düşünceleri sizin ilgi alanınız psikolojinin de konusu elbette. Teoride bildiklerinizi kurmaca pratiğine geçirirken nasıl hazırlandınız nelerden faydalandınız?

Yani daha önce de söylediğim gibi bir yazar, kendisinden çok daha farklı karakterler yaratabilir. Nasıl ki bir kadın yazar, erkek karakter yaratabiliyor, bir erkek yazar, kadın karakter yaratabiliyor, aynı şekilde kendisinden farklı cinsel yönelimleri olan bir karakter de yaratabilir.  Çünkü siz bir başkasının yerine koyuyorsunuz kendinizi ve aslında kendinizi açmış oluyorsunuz. Bu başka bir deneyim, çok zenginleştirici bir şey. Kolay olan tabii hep kendinize yakın, kendinize benzer karakterler yaratmaktır ama zorluk aynı zamanda imkân getirir. Yani zorluktan kaçmamak tam tersi zorluğun üstüne gitmek, yaratıcılığı arttıran bir şey. O yüzden de ben onu önemsiyorum.

Bir kitapta Fikret Mualla’nın ilgi görmeyen resimleri yüzünden sanatına küsüp, tüm çalışmalarını boğazdan denize attığını okumuştum. Siz eserinizde tanıdığımız ve tanımadığımız birden çok ressamdan bahsediyorsunuz. Hem o dönemin atmosferine hem de gerçek karakterlerinizin hayatlarına tek tek hazırlanmış olmalısınız. Bu süreç sonucuna değse de uzun ve yorucu olmalı. Biraz bahseder misiniz?

Evet, bu süreç şöyle: resim sanatıyla ilgili bir şey yapacağımı yıllardır biliyordum. Çünkü bir resim sergisi sırasında sergi kataloğu şeklinde bir roman tasarlasam nasıl olurdu? diye bir fikrim vardı ve o defterlerimde duruyordu. Ama daha sonra yakın tarihlerde son on yıl içerisinde müzelerde Avni Lifij, Feyhaman Duran, Mihri Hanım, Hale Asaf gibi birçok ressam tanıdım. Onların sergilerini gördüm veya kitaplarını okudum ve sonra “böyle bu dönemin insanları ne kadar ilginç, orada anlatılmamış bir tarih var,” diye düşünüp, o dönemde geçsin istedim. Ondan sonra Ressam Vasıf ortaya çıktı. Gerçekten başta da onun cinsel yönelimi üzerine bir fikrim yoktu ama kendiliğinden öyle bir karakter oldu. Bu da benim hoşuma gidiyor. O artık kendi başına bir karakter. Romanı yazma süreci uzun ve yorucu değil, tam tersi çok zevkliydi. Bittiği için üzülüyorum ama hâlâ resim kitapları almaya devam ediyorum. Hâlâ sanatla ilgili okumaya devam ediyorum. Yani araştırmayı roman bitti diye bırakmış değilim.

Son olarak yaşadığımız dönem içinde sanatta ve edebiyattaki değişimlerle söyleşimizi geleceğe yönelik tamamlamak istiyorum. Sanatta ve edebiyatta yapay zekâ etkisi, görsel sanatlardaki değişimler yenilikler, edebiyat dünyasında yaşanan değişimler sanal gerçeklik ve yapay zekâ kavramlarını görüyoruz. İnsanlığın dijital çağla ilgileri, beğenileri de değişirken edebiyatta ve sanatta bunun etkilerini yaratıcılık ve eserler boyutunda nasıl değerlendiriyorsunuz? Ressam Vasıf’ın Gizli Aşklar Tarihi roman kapağı da yapay zekâ uygulamasıyla sizin tarafınızdan oluşturulmuş.  Son kitabınızın karakterinin adı da “niteleyen, vasıflandıran yani tanımlayan” olarak seçilmiş, siz de dönem belgeseli niteliğiyle o dönemi bize anlatan yazarı olarak içinde yaşadığımız çağı sanat, edebiyat ve yaratıcılık yönleriyle kısaca niteleyebilir misiniz, değerlendirebilir misiniz bizim için?

Ben yapay zekâdan ne korkanlardanım ne de böyle “her şeyi onlar yapacak artık,” diyenlerdenim. O da bir teknoloji sonuçta. Diğer bütün teknolojiler gibi nasıl kullandığımıza bağlı bundan sonra. Ben yaratıcılığımı kamçılayacak şekilde kullanmak isterim hep. Dolayısıyla bu romanda da biraz o şekilde bir deneyim oldu. Roman bittikten sonra bu programlardan birkaçı erişilebilir hale gelince ben de denemeler yaptım. Bazıları hoşuma gitti, gerçekten. Bazısı “bunu Ressam Vasıf yapmış olabilir,” diye inandırdı beni. Böyle garip bir etkileşim oldu ama teknoloji dediğim gibi bazı insanları hep ürkütüyor. Mesela ilk masaüstü bilgisayarlar çıktığı zaman masaüstü yayıncılık programı geçti elime. O kadar heyecanlandım ki hemen kendi dergimizi çıkarmaya başladık. Teknolojiyi nasıl kullandığınız da sizi ne yönde heyecanlandırdığına bağlı. Bunu verimli bir şeye çevirebilirsiniz ya da tam tersine sizi güdükleştirebilir de. Onun esiri de olabilirsiniz… Televizyonun esiri nasıl olunuyorsa. Dolayısıyla yapay zekâ evet birazcık onlardan farklı. Çünkü yaratıcı işler de yapabiliyor. Bu bizim kendi yaratıcılığımız üzerine yeniden düşünmemizi gerektirecek. Bütün yaptığımız işleri tekrar düşünmemizi gerektirecek ve o yüzden de bize yeni imkanlar sunacağını düşünüyorum ve hayırlı olacak. Sonuçta yapay zekâyı şu anda biraz abartıyoruz. Tabi yakın bir gelecekte daha da yaratıcı işler yapabilir. Bu süreçte kendi kapasitelerimiz kendi imkanlarımız üzerine düşünüyor olacağız.

Sorularımı cevapladığınız için teşekkür ederim. Ayrıca Can Yayınları Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü Büşra Uyar ‘a da destekleri için teşekkür ederim.

Çok güzel sorulardı. Sorularınız bana yeni şeyler düşünme fırsatı verdi, o yüzden de çok teşekkür ederim.

Hazırlayan: Nilgün Çelik

Editör: Melike Kara

Nilgün Çelik
Latest posts by Nilgün Çelik (see all)
Visited 78 times, 1 visit(s) today
Close