Yazar: 18:15 Öykü

Meryem’in Annesi

“Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.”
Cahit Sıtkı Tarancı

Akşam ezanını duyunca sokaktaki diğer çocuklarla beraber evine koştu Meryem. Kapının ortasındaki delikten sarkan ipi iki eliyle çekince metalik bir ses geldi, kapının dili yerinden oynadı. Küçük bir omuz darbesiyle açıldı kapı. Meryem koşarak geçti bahçeyi. İç kapıda ayakkabılarını çıkardı, “Ben geldim!” diye bağırdı. Kapının karşısındaki tuvalette ellerini yıkarken, lavaboya akan siyah köpükleri görünce kıkırdadı. Babaannesinin incelmiş iki sabunu birbirine yapıştırarak imal ettiği pembe-beyaz sabunla yeniden yıkadı ellerini. Askıdaki çizgili havludan gelen rutubet kokusunu hissetmedi. Parmaklarının üzerine yükselip aynaya baktı. Çenesine kadar görebiliyordu kendini. Kocaman gülümsedi. Yaz boyunca burnunun üstü güneşten yanmış, yüzü çillenmişti. Terleyen yüzüne yapışan saçlarını el yordamıyla sürükleyip kulağının arkasına atıverdi. Tavuk kokusu geldi burnuna. Mutfağa koştu, “Nenem! Bana tavuk mu pişirdin?” diyerek yaşlı kadının tombul beline sardı kollarını. Dengesi bozulunca duvara tutunan kadın, “Dur deli kız! Düşüreceksin beni!” diyerek yakındaki sandalyeye oturuverdi. Beyaz saçları, kayan yemenisinden dışarı taştı. Kara gözleri kocaman açılan Meryem, “Bana saplı tavuk mu pişirdin? Sapından tutup yesem? Söz veriyorum yere dökmem,” derken yalvarıyordu neredeyse.

“Meryem’im. Baban tavuk almış. Ben de onlardan bir tencere yemek yaptım. Sen tavuklu patates yemeğini çok seversin, he mi?” Meryem başını sallarken yemeği karıştırmakla meşguldü babaannesi. Küçük penceresi apartman boşluğuna bakan yarı karanlık mutfakta, torununun boyun büktüğünü göremedi.  Meryem‘in aklına okuldaki Hatice Öğretmeni geldi. O da çalışıyordu. Babası gibi, belki de ondan daha çok para kazanıyordu. O zaman karar verdi Meryem. Çok çalışıp öğretmen olacak, kızına istediği kadar tavuk alacaktı. Okuldan gelince bir kenara attığı çantasını açıp iki defter çıkardı hemen. Masaya yerleşti. İki elinin parmaklarını saya saya ödevini yapmaya başladı. Oturduğu divanın diğer ucunda babası televizyon seyrediyordu. Ders çalıştığı zamanlarda televizyonun sesini duymazdı Meryem. Kaleminin arkasını kemirirken bir yandan da düşünüyordu. Müzik sesi geldi kulağına, gözü televizyona kaydı, ‘İyi ki çizgi film bakmıyor babam,’ diye geçirdi içinden.

“Seni her şeyden çok seviyorum,” diye bir şarkı söylüyordu televizyondaki adam. Tüyleri diken diken oldu Meryem’in. Gözleri doldu. “Bu bedenim yok olsa da bir tek senin sevdan kalır,” diyordu şarkıda. Neydi bu sevda dedikleri? On yaşına yeni girmişti Meryem. Hayatta en çok sevdiği kişiler babasıyla babaannesiydi. Zaten karın doyurma telaşı vardı evlerinde. Sevmek, sevilmek lafları pek konuşulmazdı. Şarkıyı dinledikçe titremeye başladı. En çok da dudakları titriyor, dişleri birbirine vuruyordu. Kırpışan gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Ağzında süt dişleri varken sevdaya ağlanır mı? Yok, bu başka bir şeydi. Bu şarkıyı duyunca fena olmuştu. Hem ilk defa duyuyordu bu şarkıyı hem de çok iyi biliyordu. Babası yanında oturuyordu. Ağladığını görse… Ne sanırdı maazallah! Hemen mutfağa koştu, babaannesinin yanına. Küçükken ‘Beyaz Saçlı Annem’ derdi babaannesine, artık demiyordu. Son seferinde babası çok kızmıştı çünkü.

Yaşlı kadın ocağın başındaydı. Bir eliyle duvardan destek alarak ayakta duruyor, dumanı tüten kıvamlı bir tarhanayı karıştırıyordu. Kapının eşiğinde öylece durup bekledi Meryem. İçindeki ürperti yatışmıyor, şarkı aklından gitmiyordu. Usulca yaklaşıp, “Nene, sana bir şey sorayım. Sevda ne demek?” deyiverdi.  Kaşları çatıldı Nimet Hanım’ın. Kepçeyi çorbanın içine bıraktı. Ellerini beline dayadı. Meryem’in gözlerinin içine bakarak, “Ne diyorsun kızım sen?” dedi, “tövbe tövbe! O da nereden çıktı akşam akşam? Baban duymasın sakın!”

“Yok Nenem. Öyle kötü bir şey değil. Televizyonda bir şarkı çaldı. Seni çok seviyorum, diye bir şarkı. Bunu duyunca ben bir kötü oldum. Böyle her yanım titredi.” Meryem’in gözyaşları ip gibi inmeye başladığında Nimet Hanım’ın gözleri dumanlandı. “Nasıl şarkıymış bu? De bakayım hele,” deyince, Meryem hatırladığı kadarıyla okudu şarkıyı:

“Hiç söylemedim ama şimdi söylüyorum, Seni…  Çok seviyorum.”

Hıçkırıklarla bölünüyordu şarkı. Nimet Hanım’ın alnındaki izler katmerlenip kaşları arasındaki yarık derinleşti. Gözleri küçüldü iyice. Torununun titreyen ellerini avucunun içine aldı. Birbirine yapışıp incelmiş dudaklarını zorlukla ayırdı, “Gel kuzum, gel içeri geçelim. Burada konuşulmaz bunlar,” diyerek Meryem’i aldı, iç odaya götürdü. Meryem’in üzerinde neşeyle zıpladığı yatağa yavaşça oturdular. Nimet Hanım’ın parmakları Meryem’in siyah saçlarını tarıyordu, “Anan çok severdi bu şarkıyı. Sana gebeyken söylerdi. Sana söylerdi Kınalı kuzum.”

Başını salladı Meryem. Nenesinin sıcak koynuna sokuldu. Gözlerini yumdu. Fotoğraflarda gördüğü kadın, annesi, kocaman karnını severken bu şarkıyı söylüyordu. Kelimeler Meryem’in ağzından bölük pörçük çıktı:

“O şarkıdaki gibi. Annemin her şeyden çok sevdiği… Ben miydim yani? Gerçek mi?”

“Elbet kuzum elbet. Çok hastaydı anan o zamanlar. Beş aylık gebeydi. Bizim anladığımız bir şey değildi bu hastalık, ama doktorlar bu gebeliğin onu öldüreceğini söylüyorlardı. Baban o zamanlar doktor doktor gezdirdi ananı, ama hepsi aynı şeyi söyledi. Gebelik içini deliyormuş. Tek çaresi… Seni erkenden doğurmaktı. O zaman da sen… Sen çok küçüktün. Kurban olduğum?” Lafı neresinden tutacağını şaşırmış, ağzına geleni parça parça söylüyordu yaşlı kadın. “O zamanlar çok ağlardı anan. Hele geceleri… Bir yandan da dua ederdi. Sümme haşa, Allah’la konuşur gibi, ‘Ya evladımı bana bağışla ya da onun canını sen al Allah’ım. Beni evlat katili yapma,’ derdi.”

Eline değen gözyaşlarını hissedince birden sustu Nimet Hanım. Bu yaşta kızana anlatılır mıydı böyle şeyler? Anlatmadıkları doluştu aklına. Oğlu acısından eve uğramaz olmuştu. Karısının ölmesini istemiyordu ama ameliyat için de onu bir türlü razı edemiyordu.  Meryem’in annesi geceler boyunca ağlar, arada bir da kaynanasına dert yanardı:

“Ana! Bu bebeğin beni öldüreceğini söylüyor bütün doktorlar. Yaşamamın tek çaresi, o beni öldürmeden benim onu öldürmem imiş. Böyle büyük bir dert var mı dünyada? Ben karnımda kıpraşan bu bebeyi nasıl öldüreyim, ha ana? Kendi canımı kurtarayım diye evladımdan nasıl geçeyim? Hem bu bebe öyle yapışmış ki içime… Bir daha çocuğun olmaz, diyor bütün doktorlar. Her şeyimi kesip almaları gerekirmiş o ameliyatta.”

“İyi de… Bu çocuğu aldırmazsan sen ölüp gideceksin,” demişti Nimet Hanım. Başka ne denir?

“Ben bu çocuğu öldürürsem çok yaşamam zati. Evlat katili oldum diye kahrımdan ölür giderim ana. Çocuksuz, kuru ağaçlar gibi yaşasam bile sırtımda o yükle başımı nasıl doğrulturum? Yok, öldürmez de, bu bebeği doğurma yolunda ölürsem, beni canından çok seven bir anam varmış der belki bir gün.”

Nimet Hanım bunları söylemese de, aklından geçenleri seziyormuş gibi yüzüne bakıyordu Meryemcik.

“Sonra?” dedi.

“Anan sen küçükken öldü demiştik ya. Pek doğru değildi kuzum. Anan seni aldırmaya yanaşmadı bir türlü. Ne dediysek, ne yaptıysak olmadı. Günler, aylar geçti… Bir sabah uyandık ki anan… Uykusunda ölmüş.”

Annesini bir sabah kanlar içinde yatakta baygın bulduklarını, hastaneye yetiştiremediklerini, doktorların ölmüş kadının karnındaki bebeği zor kurtardığını anlatmadı Meryem’e. Yavaşça başındaki kara yemeniyi çözüp gözlerinden yaşlar süzülen torununa verdi.

Bir yerlerde bir şarkı çalıyordu:

“Bu bedenim yok olsa da bir tek senin sevdan kalır.”

Seher Tanıdık
Latest posts by Seher Tanıdık (see all)
Visited 11 times, 1 visit(s) today
Close