Ağlamak, maruz kaldığımız sorunlara karşı bünyemizin gösterdiği bir tepki midir sadece, yoksa bundan çok daha fazlası da olabilir mi? Aslında pek çok işlevi vardır ve birçok şey sebebi olabilir ağlamamızın.

Bazen içimizi kaplayan üzüntülerden, kendimize ve başkalarına karşı olan acıma duygumuzdan ve yoğun yaşadığımız tüm hislerden dolayı, kendi içimizde kendimize yer kalmaz. Bazen söylediklerimiz için ağlarız; hani şu, söyledikten sonra esiri olduğumuz malum sözler… Ağlatırlar insanı en olmadık anlarda. Bazen de söyleyemediklerimiz sebebi olur ağlamamızın. Gönlün hissettiklerini kelimelere dökemediğimizde de girer gözyaşı devreye ve çekingen birkaç damla yaş akıverir gözlerimizden.

Çocukken, yağmurun yağmasını dünyadaki kötülüklere karşı gökyüzünün gösterdiği bir tepki sanırdım. Sanki gökyüzü bizi izliyor ve halimize ağlıyor, merhamet ediyor ve dayanamayıp yağıyor üzerimize tüm benliğiyle. Adeta, merhametin imzasını atıyor yeryüzüne. Şüphesiz bu bir meziyet ve güzelce kullanmak boynumuzun borcu… Bunu bilmeli insanoğlu.

Ağlamak, her zaman bir şeyleri düzeltir mi yoksa bozar mı bilmem. Ben ağlamayı bilirim yalnızca. Kalabalıkların arasında sanki duygularım yokmuşçasına soğukkanlı kalıp, tek başımayken ağlamayı bilirim. Elbette ki gökyüzü kadar başarılı değilimdir fakat hakkını veririm kendimce. Aslında, ağlamak için çok büyük bir sebep aramanın lüzumu yok; yüzüme hasretin rüzgârı çarpar, bir anı kaçar gözüme ve ağlarım. Haksızlığa uğrayınca da ağlamak gelirdi eskiden içimden; anlatamayınca derdimi, savunamayınca kendimi zor tutardım gözyaşlarımı.

Şimdi düşünüyorum da, haksızlığa uğramak mı yoksa haksızlık yapmak mı, hangisi daha ağlamaya değer bir durum?

Elbette ikincisi. Şayet bir insana karşı yaptığı haksızlık ya da herhangi bir kötülükten dolayı pişmanlık duyup gözyaşı döken çok sayıda insan varsa, bu çağ adına hala ümit var demektir.

Bazen gök kubbenin zirvesi kadar güçlü hissediyorum kendimi; bazen de yere göğe sığmıyor acizliğim. Bana öyle geliyor ki, acziyet, insanoğlunun üzerinden atamadığı yegâne giysisidir. Ağlamakla anlamak arasındaki ince çizgide debelenirken fark ettim bunu.

Güçsüzlük deyince, insanın aklına ağlamayı güçsüzlüğün bir göstergesi olarak görenler geliyor. “Erkekler ağlamaz!” diyenlerle aynı cemiyetten olsa gerek bu insanlar! Öyle uluorta, her zaman feryat figan ağlamak doğrudur demiyorum. Ancak bir sebepten, gözden damlayan birkaç damla yaşı garipseyecek kadar acımasız olmamalı insanoğlu. Uykusuz kalınca gözlerinden akan suyla gözyaşını ayırt edemeyecek kadar uzak olunur mu ağlamaktan? “Sana bir şey yapamam ağlayamıyorsan” demiş Özdemir Asaf. Ağlayamayan insan kendine de bir şey yapamaz esasında.

Pek çok şey için ağlanabilir. Özlemek mesela; zaman zaman eski ‘ben’i zaman zaman da bir insanı özlerim. Ancak geri gelmeyeceğini bile bile bir insanı özlemeyi anlatmaya gücüm yetmez; beceremem de zaten. Ağlamak burada da girer devreye. Ama öyle, içinde hıçkırıkları, etrafı kırıp dökmeyi barındıran bir ağlama olmamalı bu. Zarif ve duru bir ağlama olmalı. Tıpkı mutluluktan ağlamak gibi. Şu, ağlamayı garipseyip ağlayanları da güçsüz görenler, ne derler mutluluktan ağlamak meselesine, merak ediyorum doğrusu. Gerçi nereden bilecekler, ıslak kirpiklerle gülümsemenin hissettirdiklerini. Özlemle, sevgiyle ve merhametle arasından su sızmayan insan için ağlamak vazgeçilmedir. Fakat şu unutulmamalı ki; ağlamak bir ateşi söndürmek ve bir derde kökten deva olmak için değildir. Ağlamak, ilaçtan ziyade bir yan etkidir, son derece gerekli ve faydalı bir yan etki…

Her şeyden önce, neden var olduğunu düşünmeli insan, “Nasıl insan olunur” diye sormalı kendi kendine. Cahit Zarifoğlu “İnsan sevmeli; bazen bir insanı, yahut da bir ağacı ya da kanadı kırık bir kuşu… Zaten sevmezse insan,  insan mı olur?” diyerek ne de güzel ifade etmiş. Kendisine sonsuz olarak verilen sevme yetisini cömertçe kullanan insan, haliyle merhameti de esirgemiyor çevresinden. Ben biliyor muyum bu insan olma meselesini, yani sevmeyi? Emin değilim. Bilmediğim çok şey var, orası muhakkak.

Ama bilmediğim şu iki şey beni yiyip bitirircesine rahatsız ediyor ve tüketiyor: Sevmek ve sevgiyi hissettirmek… Sevmeyi belli oranda da olsa öğrendim ama öğrenemedim sevdiklerime sevgimi hissettirmeyi.

Mutluluk, hüzün, sevgi, özlem… Hepsi sebebi olabilir ağlamamızın. Zihnimize ve gönlümüze gelen bu yoğun hisler gözyaşıyla temizlenir. Fakat belki de en önemlisi, merhametin bir yansıması olarak gözlerden akan yaşlardır. Toplum içindeyken nedenini bilmediği bir şekilde kendini tutan, başkalarının yanında tabiri caizse “buz adam” gibi duran ve bundan dolayı “duygusuz” hatta “gaddar” gibi yakıştırmalara maruz kalan biri olarak bunları söylemek garip oluyor doğrusu. Bu yakıştırmalara cevap verememe hali, esasında ağlama adına bir bahane daha doğuruyor; ama bu kez acıma duygusu, “kendine acıma” olarak vücut buluyor. Kendimize acımaktan vakit bulamıyoruz başkalarına acımaya. Zaman zaman haklı buluyorum bu kendine acıma mevzusunu. Bakınca şu aciz ve hata yapmaktan bıkmayan halime; pek de yanlış bir fikir gibi durmuyor.

Merhamet eden insan, gerçekten üzülüyor mu bir başkasının haline? Belki de başkalarının haline bakıp kendi dertlerimizi hatırlıyor ve “Ben de bu hale mi geleceğim?” korkusuyla kendimize üzülüyoruzdur! Bu düşünce bir kenarda kalıp, kafamı kurcalamaya devam edecek maalesef. Ancak hiçbir şey şu gerçeği değiştiremez ki; gerçekten merhamet duygusunu iliklerinde hisseden ve cömertçe başkalarına yansıtan insan, insan olmayı ve ağlamayı bilen bir kimsedir. Onun gözlerinden akan her yaş, merhamet adına atılan birer imzadır.

Not: Bu yazı daha önce Türk Ocakları Genç Kalemler Projesi kapsamında da yayımlanmıştır.

Oğuzhan Okuyucu
Latest posts by Oğuzhan Okuyucu (see all)
Visited 8 times, 1 visit(s) today
Close