Yazar: 12:30 Öykü

Dünya Beşik

Köpekler havlıyordu. Korkarım ben geceden ve açlıktan korkmayan köpeklerden. Karanlıkta göz gözü görmüyordu. Onu sevdiğimi içimden tekrarlıyordum. Adını andıkça yaşamak için uydurduğum bahanelerim tükenmemiş oluyordu güya. O benim ruhum, aklımın sigortası. O benim kafa kâğıdım, kördüğümüm. Unutmamak için adını sprey boyalarla duvarlara kazıyordum. Sprey boyaları Kadıköy’de bir sanat evi işleten Tekin abiden araklamıştım. Tekin abi emektar ebru sanatçısıydı, büyük adamdı. Top sakallıydı, devrimcinin hasıydı. Uzun saçlı entel dostları, kadın arkadaşları gelip gidiyordu yanına. Siyaset, sanat, edebiyat âlemlerine dalıyorlardı, tek kelime anlamasam da bir tabureye ilişip dinliyordum. Âşıktım, manyakça planlarımı ilk Tekin abiye anlatmış, başını şişirmiştim. Az dinlemedi beni, yargılamadan ve ayıplamadan. Sergi günlerinde çağırıyordu, konuklara yol gösteriyordum, tablolar hakkında bilgi veriyordum. Liseyi zor bitirmiş, okumaktan nefret eden, üstelik orada burada sürttüğü için evden de kovulmuş, ne resimden ne heykelden zerre kadar anlayan benim gibi vasıfsız, muzır birini nasıl el üstünde tutuyordu anlatamam. Bana girişte masa verdi, önüme bilgisayar koydu. Telefonlara bakıyordum, randevuları ayarlıyordum. Pek çok ünlüyle tanıştım, yol yordam öğrendim. Oturuşumu kalkışımı, konuşmamı düzeltti. Bir miktar parasını çalmıştım bir defasında, Beyoğlu’nda yapılan bir açık arttırmaya gittiği gün. Akşama doğru feribotla dönerken aramış, geç olmadan dükkânı kapat git demişti. Kasayı boşaltıp çıkmıştım, sanki farkına varmayacakmış gibi. Hepsini at yarışına yatırmış, donuma kadar kaybetmiştim. Kazansaydım Tekin abiye bir hediye almayı hayal ediyordum. Sanat evinde güzel duracak bir şey. Biriktirip çaktırmadan yerine geri koyacaktım parayı ama fırsat vermedi. Sabahında elinde simit poğaçayla gülümseyip selam vererek dükkâna girdi. Islık çalarak, Hayko’nun bir şarkısını mırıldanarak. Bağışladı mı, görmedi mi, görmezlikten mi geldi. Ezildim, mahcup oldum, yanında daha fazla duramadım. Bana iyilik yaramıyordu belki, iyi insanlarla bağlarımı koparalı çok olmuştu. Kötülerin sofrasında çatal kaşık kadar kıymetim olur muydu? Belediye ekipleri yazdıklarımın üstünü kapatıyordu, tekrar boyuyordum. Ana avrat sövüyorlardı arkamdan, ben onlara inat kalp çiziyordum. İz bırakmadığım sokak kalmamıştı. Barlara sığmıyordum; çok kadeh kırdım, kavga çıkardım, kan döktüm. Barmenin tekini öldürdüm kafasına fırlattığım şişeyle. Daha çocuk yaştasın, hızlı gidiyorsun demeyecekti. Sarhoş olup öne arkaya sallandığımda gülmeyecek, alay etmeyecekti benimle. Sevgilin var mı diye sorduğunda evet dememe rağmen sana bir tane ayarlamamı ister misin diye yılışmayacaktı. Barın önünde kikirdeyen yarı çıplak kızlara imalı imalı göz kırpmayacaktı. Tipim değillerdi. Ben aşka ve bağlanmaya inanıyordum. Barmen gözlerimin önünde beton zemine yığıldı. Kaçtım. Ayaklarım beni Tekin abinin oturduğu apartmana kadar sürükledi. Aşağıdan on numaranın ziline bastım, diyafondan ince bir kadın sesi kim olduğumu sordu. Dönüp gidecektim, ne işim vardı şu saatte elin evinde? Gömleğim sırsıklam tere batmış, esrarkeşler gibi darmadağın vaziyette. Dilim uyuşmuş, resmen geberiyordum. Birkaç saniye ya da daha uzun bir müddet tereddüt içinde beklerken otomatik kapı açıldı. İçimdeki ses haydi içeri gir durma diye beni cesaretlendirmeye çalışırken başka bir ses dur diyordu, gece gece milletin başını derde sokma. Ama kafam uğulduyordu, çaresizlik mantıklı düşünmeme imkân vermiyordu. Dumura uğramıştım. Merdivenleri nefes nefese çıktım. Bir daireden yayılan yemek kokusuyla neredeyse kusacaktım. İçi boş bir davuldum, dokunsalar paramparça saçılacaktım etrafa. Tekin abinin kapısında belimi ayakkabılığa yaslayıp soluklandım. İniltimi duymuşlar. Az sonra bir masada mutlu aile tablosunun kırık çerçevesinden hallice, tabağımdaki çorbaya kaşık sallıyordum. Herkesin çehresi aydınlık, hemen hepsi beni, hırsız kılıklı davetsiz misafiri, gördüğü için memnun idi. Havadan sudan konuşuldu, Tekin abinin Moda’da bir özel okulda resim öğretmenliği yapan hamarat eşiyle ve şirin mi şirin kızıyla tanıştım. Bakışları sorgusuz, göz yuvarlarının yüzdüğü su gibi berraktı. Bana yatacak yer de gösterdiler. Ama bu kadar ilgiye, bunca şefkatli tutum ve davranışa asla layık değildim. Evdeki düzen, her şeyin belirli bir ritimle akıp gitmesi benim için alışılmadık bir durumdu. Perdeler sarı değildi bu evde, kapılar pencereler gıcırdamıyordu, musluk damlamıyordu, kimse kimseye sesini yükseltmiyordu. Çocuk, odasında ders çalışıyordu, anne baba ertesi günün programını ayarlamaya başlamışlardı bile. Ya ben? Boğuk boğuk öksürsem hemen koşup beni hastaneye yetiştireceklerdi, ağrıyan yanlarımla ancak merhametlerini avlamış olacaktım. Su içtiğim bardağı sehpanın üstünde unutsam derhal fark edeceklerdi, kütüphaneden alıp göz attığım bir kitabı yerine koymasam. Bir çöpün bile yeri değişse… Gece yarısı üstümdeki ağır battaniyeyi katlayıp yattığım şilteyi düzelterek arkama bakmadan evden sıvıştım. Ayakkabılarım elimde, hıçkırıklarımı zor zaptederek dışarı atabildim kendimi. Bir gün yine barlar sokağından geçerken o barmeni kapının önünde bir adamla tartışırken gördüm. Kafasına bandaj sarmışlar, öldü sanmıştım. Beni görür görmez hafifçe topallayarak yanıma geldi, elini uzattı. Küs müyüz, dedi. Niye dedim. Boş ver, dedi. Bir içki ısmarlamamı ister misin, dedi. Yok dedim. Bıraktım. Çarpıntı yapıyor. Arıza çıkarıyorum boşuna. Güldü. Beş dakika önce münakaşa ettiği adamı işaret ederek “Bana bir kızı sordu, ne gördüm ne duydum, dedim ama ısrar ediyor,” dedi. Abisiymiş, Doğuluymuş. Kim Doğulu değil ki diye gözlerimi diktim gösterdiği adama. Pos bıyıkları kabardı, burun kanatları genişlemeye başladı. Yumruklarını sıktı fakat bugün dalaşmaya niyetim yoktu benim. Karşılık görmeyince sakinleşti. Cebinden bir fotoğraf çıkarıp yüzüme doğrulttu. Oydu, aynı kişinin peşine düşmüştük. Aylardır rüyalarımı süsleyen o peri suret. Bir tuhaf oldum, başım döndü. Kendime geldiğimde kaldırıma boylu boyunca uzanmış yatıyordum. Ağzım burnum kan içindeydi. Barmen dostum zonklayan yerlerime buz koymuş, başımda durmuş, bir açıklama bekliyordu. “Kızı sevmeni anladık da ne diye abisine söylüyorsun be oğlum,” dedi. “Bulsa kesecek, öldürecek kardeşini, bağrına basacak mı sandın?” Koluma girerek yerden kalkmama yardım etti. “Akşam kalacak yer…” diyecek oldu, devamını dinlemeden karanlığa karıştım. Kimse sevdiğim kıza zarar veremezdi, âlemi ona dar ederdim. Başkasına da yâr olmazdı, boğazını sıkardım. Evini yakardım. Bir parkta zabıtalardan sigara otlandım. Çok soru soruyorlardı, huylandım. Can sıkıntılarını benimle muhabbet ederek atacaklardı, beni geç saatlere kadar oyalayacaklardı. Sonra belki polise… Sıkıştım yalanıyla oradan uzaklaştım. Kaldırım kenarında müşteri bekleyen bir travestiye bilerek omuz attım, erkek bariton “Yedi ceddini senin,” dedi bana. Ağzına yakışmıyordu. Sadece lafı değil, vücudunu saran siyah tayt da üstünde emanet duruyordu. Yaşı küçüktü, annesi onu bulacağım ümidiyle televizyonlarda yaşlanıyordu. Küfretmesi yetmedi, bir arkadaşıyla peşime takıldılar. Bela istemiyordum. Camiye sığındım. Hocanın cumaları çıkıp vaaz verdiği merdivenli bölümün dibine iliştim. Gül desenli yeşil halıya sırtım değince kemiklerim hafiflemiş, bitkin kaslarım yavaş yavaş rahatlamaya başlamıştı. Biraz kestirmişim. Sabah ezanı okunmuş, cemaat toplanıyordu. Ayakucuyla dürtüyorlar, Allah’ın evinde beş vakitte bulamadıkları huzuru benden kıskanıyorlardı sanki. Bir anda şimşek çaktı, uzaklara bir yıldırım düştü, parkta bir ağaç tepesinden tutuştu. Saklanacak delik aradım. İhtimal ki o sırada evde annem sızılar içinde sol yanına yatmıştı, fabrikanın kazanına düşen talihsiz babamın dumanı hâlâ tütüyordu fabrikanın pis bacasından. Unutmuyordum. Günlerdir kursağımdan aşağı tek lokma inmemişti, feci şekilde uykusuzdum. Onun izini kaybettiğim ağustos ayında, gölgemi satacak bir şeytan ararken hâlâ hayatta ve ayık kaldığım için hayıflanıyordum. Dışarıda fırtına koptu, dizlerimin bağı çözüldü ve yere çakıldım. Bir denizde ya da gölde, sonsuz ılık bir rüyada yüzüyordum. Nurlu bir karanlıkta pıtrak pıtrak büyüyüp genişleyen yapraklarıyla rengârenk çiçekler ve göğü yoklayan heybetli ağaçların gölgesinde tabiatla koyun koyunaydım. Zaman yoktu. Vardı veya yoktu. Önemsizdi yani. Mekâna yayılmış, gitgide rahatlıyordum. Acılarım sağalmış, içim yunmuş temizlenmiş. Derken, ansızın suratıma çalınan suyla ürperip silkelendim. Allah demiş, heyula gibi yatakta ayağa dikilmişim. Karım baş ucuma oturmuş kahkahalar atıyor karnını tutarak. Bebek halının ortasında ciyaklıyor. Altını ıslatmış. Abini gördüm Sumru, diye inliyorum. Şakası yoktu, belinde silah vardı. Yine mi aynı rüya diye sitem ediyor Sumru. Canım, hani doktora bitti artık demiştin, kâbuslarım geçti, ilaçları kesseniz. Saçlarımı okşuyor annem gibi. Parmakları daha yumuşak. Başa mı dönüyoruz diyor Sumru. O kadar yalvardın gel diye, geldim, evimin hanımı oldum, sineye çektim avareliklerini. Yalan mı, söyle. O gece beni koca şehirde nasıl dövüp sokaklara attığını. Kapıyı yüzüme kapattığını. Pişman olmuşsun, amenna, köşe bucak beni aramış bulmuşsun. Abim köyden yetişmeseydi, belki o dayağı yemeseydin… Sus diyorum Sumru’ya. Hatırlatma. Çocuğun bezi tükendi diyor. Emzirip beşiğine usulca bırakıyor. Bir ayağıyla sallıyor. Odadan çıkıyorum. İçmeye sigaram yok. Dolap tamtakır kuru bakır. Sumru’ya da yazık. Şuncağız yaşında bir deri bir kemik. Sütü gelmiyor artık, hazıra güç yetmiyor. Adam olacağım diye söz vermişim, caymak yakışmıyor erkeğe. Koridorda volta atarken baba yadigârı gardırobun üst rafına sakladığım para aklıma geliyor birden. Evet ya, nasıl unutmuşum. Sumru’nun eski başörtülerinden birine sarmışım bir tomar kâğıt parayı. Barıştıktan sonra bir çay ocağında çalışmış biriktirmiştim. Aslında Tekin abiye götürecektim, seneler önceki davayı kapatıp vicdanımı rahatlatacaktım. Adamı soymuş, üstelik yemeğini yemiş ve borcumla minnetimle baş edemediğimden arsızca defterimden adını silmiştim. Yeminimi bozamazdım, o girdaplı ve körkaranlık diplere yine düşersem mümkünü yok asla toparlanamazdım. Darbe üstüne darbe yediğim halde kuyruğu titretmeden yoluma canla başla sarıldıysam ve nihayetinde Sumru’yla bir geleceğimiz olduysa hep Tekin abi sayesindeydi. Sanat evinin yerinde yeller esiyordu, Çin işi oyuncaklar satan bir dükkâna çevirmişler, kapısına sirke suratlı bir bezirgân dikmişlerdi. Oduncu gömleğinin üstüne süveter giymiş, altında fitilli kadife pantolon. Sigarası sarma, dumanında kurukafalar sırıtıyor. Ağzından kerpetenle laf alınıyordu, o da yalan yanlış. Beyoğlu’na mı ne taşınmış, galiba Tarlabaşı’na. Taşlıtarla da olma ihtimali varmış. Adında Taş olan bir yermiş ama. Başına taş yağasıca herifi gözüm tutmamıştı, daha fazla saçmalasaydı elimde kalacaktı. Sabır İsmail, sabır dedim. Ne Tarlabaşı’nda ne de başka semtte, Tekin abinin izine ulaşamadım. Bir akşam iş dönüşü arkadaşlarla takıldığım kıraathanede haberlere çıktı Tekin abi. Yakışıklı, halden anlayan, babacan. Borçları yüzünden icraya vermişler, gururuna yedirememiş ve… Eşinin ekranı ıslatan gözyaşından utandım, hele kızı… Gece yarısı evden kaçarken odasının aralık kapısından onu görmüştüm, uyumamıştı, yorganını boynuna kadar çekmiş, uslu çocuk olmuştu. Gece lambasının mavi ışığıyla kim bilir hangi büyülü hayale dalmıştı. Ödüm kopmuştu uyku mahmurluğundan sıyrılıp annesine seslenecek diye. Yine boş boş bakıyordu, Tekin abi onun baktığı duvarları aşıp hepimizden uzaklaşıyordu. Çayımı içmedim, okeye devam etmedim. Şu koca dünyada âdemoğlunun elinin uzanmadığı, kirletip bulandırmadığı bir ayna olsaydı, bir an duraksamaksızın yüzüme tükürecektim. Zile bastım, Sumru kapıyı açtı. Hemen açmasaydı hırgür çıkaracaktım. Betim benzim atmıştı ama sormadı. Sormaz. Beni biliyor çünkü. O denizlere imrenen durgun bir gölde, ben hırçın ve tekinsiz bir denizdeyim, yüzüp gidiyoruz işte. Askere gittim, bir iş hanında güvenlik görevlisi olarak çalışmaya başladım. İlk maaşımı aldığımda onu yemeğe çıkardım. Çiçek aldım çingene kadından, Harem sahilinde güneş batıyordu. Bebeğimiz doğuyordu, adı Bulut oluyordu. Mışıl mışıl uyuyor şimdi. Odaya tomar tomar kâğıt parayla dönüyorum. Sumru’nun ağzı açık kalıyor. Bunlar da nereden çıktı diyecek oluyor. Bugüne kadar nerede sakladın. Tekin abinin diyorum, borcum vardı ona. Eski hikâye. Sumru ellilik, yüzlük banknotlara dokunurken gözleri ışıldıyor, dilinin ucuna bir şeyler geliyor söyleyemiyor. Beşikte yatan oğlumuza kayıyor bakışları. Koltuktan kalkarken iç çekiyor. İyi bari. Götür elbet Tekin abine. Sahi kim bu adam, sana ne hayrı dokundu acaba? Paraları bıraktığı yerden toplayıp tekrar Sumru’nun avucuna bırakıyorum. Parmaklarını okşayarak kapatıyorum. Yok, yok öyle biri diyorum. Sen halden anlarsın Tekin abi.

Editör: Gülhan Tuba Çelik

Ahmet Yılmaz
Latest posts by Ahmet Yılmaz (see all)
Visited 22 times, 1 visit(s) today
Close