Onu görünceye değin dünyaya yaşamak ve kâm almak için geldik zannederdim. Ölmeye gelmişiz, ölmekle anlamına erecek birbirine dolaşmış ilmeklermişiz. Bir sabah yatağımdan hayaletlerimi sürükleyerek kalktım ve topraktan doğma suretimi paçavralara bölerek sokaklara dağıttım. “Bu size yeter,” diye bağırdım ve işaret parmağımı havaya kaldırıp tehditler savurdum pencerelerine üşüşen zavallılara.
İnsan sevdiğine kavuştuğunda çevresine çitler ördüğü bahçesinden dışarı adım attığı zaman başına gelecekleri hesap edemiyor. Onun için temkinli adım atarak yıllar yılı az az açmıştım göğsümü; kaburga kemiğimin altında titreşen o etten saate ayarlı dirlik düzenimiz ummadığımız bir elektriklenmeyle şirazeden saptı ve korkunç baş ağrılarım beni hakikatle hayalin bulanık bölgesinde yaşamaya zorladı.
Her şeyin kuru otlar gibi tutuşarak başladığı anı hatırlıyordum da ondan öncesinin serinliğine zihnim taşımıyordu beni. Tetiğin çekildiği, çekicin örse indiği o vakitte alınyazımın kati surette levhimahfuzda geri döndürülemez damgasıyla yüzüme çalındığı aşikârdı. Mazurdum ama makul yahut saçma sapan her çeşit davranışta ipleri elinde tuttuğuna inandırılan zavallı insanoğlu bu bahiste de kabahatin büyüğünü sırtıma yükleyecekti. Seçme hakkı dedikleri yanılsamayla odalarımızı ayıralı nice mevsimler geçmişti; beni duvardan ve ottan farklı tutan bilgi, zayıf irademle kendimi aşağıların aşağısına yuvarladığıma ihtimal vermezdi. Ama vuku buldu işte, yüzüme kusursuz bir elastikiyetle yapışan sonradan olma bir deri gibi sabahımı ve akşamımı aynasına hapseden mesleğime veda ettim. Omuzlarım düştü, sesime vuran ayazla boğazıma düğümlenen kelimeler uzayıp gitti içimde.
Ülkemizin sayılı iş adamlarından birinin mütevelli heyeti başkanlığını yürüttüğü önemli bir vakfa ait, dünya çapında arşiv ve imkâna sahip bir kütüphanede katalog memuruydum. Şahit olduklarımla imtihan olundum. Görmeseydim inkâr etmeye mecbur kalmayacaktım. Gördüm ve gülümsedim de.
Ailemi kurtlar sofrasında savunmasız; peşimden sayıp dökülecek beddualar, iftiralar, asılsız dedikodular ve yakıştırmalar karşısında acziyet içinde bıraktığımdan vicdanım kan ağlıyordu. Bir not olsun yazmaya elim varmadı, dilim varmadı kendi ahlaki düşüklüklerini hemen herkese reva görerek asla tenezzül etmeyeceğim türden hırsızlıkları benim yakama iliştirip yargılayacak sahtekâr dostlarımın adını söylemeye.
Çaldılar çok defa, aldım yerine koydum. Tekrarladılar, daha fenasına teşebbüs ettiler. Beni yanlarına çekmeye niyetlendiler, kâğıttan ganimetlerini rüşvet kabilinden benimle paylaşmaya can attıklarını dile getirerek güya aklımı çelmeyi planladılar. Kazancıma haram bulaştırmamaya yeminliydim, üstüme yürüdüler. Gücüm yetişmedi, başa çıkamadım bu haksız taarruzla. Ümitsiz ve mahcup, secdeye durdum inandığım Allah’a. Rüyalarıma musallat olan kirli el yeşilimi siyaha çevirdi, yıkandığım çayırlar sapsarı kesildi ve göğümün mavisi kasırgalarla çaputa döndü.
Banka hesabımdan çektiğim son maaşı eşimin baş ucuna bıraktım ve beş parasız bindim karanlığın maskesini giymiş kayıkçının salına. Styx Nehri ölümün bile öldüğü bilinmezliğe kadar uzanıyordu. Styx Nehri taş döşenmiş sokaklardı, pazarcı kasalarından arta kalmış sebze meyve çürükleriyle değil ayağa düşmüş ahlak çığırtkanlığıyla ve onun zıddına şeytanın yaktığı ateşe odun taşıyan kokuşmuş kasabanın katledildiği zamanlardı, Styx Nehrinden sağ salim geçebilmek için bir gecede buharlaşan itibarım ve haram bulaşmamış gizli servetimle diyet ödedim.
Kaçtım. Çare yoklukta idiyse yok oldum, varlığımda bir kargaşa canlanıyordu ve endişeli bir süreklilik gelip bana çatıyordu. Çocuklarım bana, ben onlara benzer benzemez sezinlemiştim geri döndürülmeyecek tehlikeyi ama geç kaldım sehpaya tekme atmaya, gaz lambasını samanlığa savurmaya. Ve saat öttü, horozun başını yedim, gün doğarken eşimin uykusunda çiçekli bahçeler esiyordu. Başımı sokacak bir yuvam, her mesai dönüşünde beni pencerenin önünde bekleyen eşim olmasaydı, zile bastığımda kapıyı neşeyle açan küçüğüm baba baba diye bacaklarıma sarılmasaydı aşağılık dünyayı ve içinde kaynayan kazanı ciddiye almaz, aç biilaç dolaşmaya razı gelirdim.
Elden ne gelir ki büyüdüm ve çöp adamlar tarafından ciddiye alınmaya ilk teşebbüs olarak parmağıma yüzük takılmasına müsaade ettim; gelin güvey kadar hızlı ve gayretli omuzlar üstünde taşınıp aynı sürat ve azimle ilk falsoda yüzükoyun yere çalınan başka bir çift gelmemiştir şu dünyaya. Sabahında işe koştum -bir hafta izinli sayıldığımı nasıl unutmuşum- fabrikanın kapısında gece vardiyasından çıkmış otobüs bekleyen, gözlerinden uyku akan birinden sigara otlandım ve evlilik hayatım boyunca eşimden saklayacağım ilk kaçamağıma da böylece başlamış oldum.
Pazartesi, salı, çarşamba derken yedi günümü havanda ezdim. Liseyi beraber okuyup bitirdiğim, şimdilerde bir yayınevinde çevirmenlik yapan Aylin’in Danıştay’dan emekli amcası; maaşı dolgun, zahmetsiz, memuriyetten farkı olmayan güzel bir iş ayarladı sağ olsun. Birkaç yirmi dört saatim daha vardı bozuk para gibi harcayacağım. Her akşam saniye şaşmadan aynı vakitte evde olmak iyiydi hoştu ama eşimin gözlerinin içine bakarak yalan söylemek uykularımı kaçırıyordu. Onu sevmiyor muydum, bilakis ona sırılsıklam âşıktım.
İnsan sevgiye doymuyordu, şefkat ve merhametle doğranmış ekmekle yetinmiyor ve fazlasını arzuluyordu. Daha yok mu, daha. Üçüncü çocuğumun anne karnında görünmesiyle eyvahlanmalarım da dilimde şiddetini alıştırmaya başladı. İnzivaya çekilmiş büyük ruhlar gibi, yüklerimden azat olma niyetimi zamanın insafına kurban etmeden dünyanın bana verdiklerini üstümden soyundum. Kalbim yeni rolüne çabuk alışmıştı, geride bıraktıklarımdan taşan sel onu yumuşatacağına daha da katılaştırıyordu.
Kaldırımların emzirdiği şairle çarpıştığım köşede kemiklerimin iç içe geçtiğini sandım, benim koptuğum gezegene doğru süratle koşuyordu ve körlüğü onu ışıkların şehvetiyle boğmuştu. Kucağıma yığıldı, ağzından hiç duyulmamış mısralar köpürdü ve gözlerine karanlık çöktü. Pantolonunun cebinden upuzun bir urgan çıkardım, dar zamanlara sakladığı belliydi, defalarca kullanmış fakat hep ıskalamıştı avını.
Su ufalandı, taş dondu, buhurdanın tüttüğü gece güneşsiz gündüzlere karıştı. Sokak lambaları birbirine bakıyordu ve çakıl taşları bitti. Çoklarında karanlığa kalan kibir bende tuzunu eritti. Ailemin ocağını -kendimi aradan çıkararak, gözden kaybolmanın serin sularıyla- söndürdüm, karımın yanağında ayva tüyü ve karnında kıpırdanan kanlı çeperini mahrem bilerek tramplenin ucuna yürüdüm. Meyvenin yaralanıp kurtlandığı yerde içimi dağladı düşüncelerimden yırtılan binlerce yaratık. Bir gün geri dönmeye niyetim olmasaydı sokağın başında felaketimi ıslıklayan rüzgârla bile yumruk yumruğa dövüşecektim. Kaybettiğimde tabiattan bilip unutma dağına terk edeceklerdi hatıramı, kazanacak olsaydım boşluğun sarkacına hapsolan tekmeye acıyacaktım. Zaferimi alkışlayanları ölümümün çattığı saatte beni son defa bahçemde çiçekleri sularken görmeye davet edecektim.
Dervişane bir ömür sürmeye parasız pulsuz olmakla başlamak kâfi gelir zannediyordum. Destursuzmuşum, fütursuz ve cahil. Dört beş senelik evliliğimde çektiğim çile hiçin hiçiymiş. Dünyaya düşüp de acıyla tanışmamak mümkün mü? Acıdan kaçmak, üzüntüye ve hayal kırıklığına kapıları kapamak, uçlara savrulmadan ve nefsin arzularına gem vurarak ölçülü bir hayatı idame ettirmek doğru mu? Genç yaşımda rüzgârlı bayırlara vurdum yolumu. Taşın altında taşın kendiliği yordu zihnimi. Yer değiştirdikçe değişip bozuluyordu kimyası ruhun. Gelgitler bir gün pişmanlığın hamalı, bir başka gün gurur ve kibrin dalkavuğu yapıyordu beni. Sislere boğulmuş ötelere doğru tökezliyordum.
Ustası olsaydı çırağını koşardı bu işe, benim acemi göğsümde uyarıldı besmelesiz çekilen su kuyudan. Beyhude yere uğraştım kırışıklarıyla perdenin, lambanın etrafında dönen kelebeğe boşuna imrendim. İnsan mekânla sınırlı, mekânla tanımlı. Girdiği her kabın şeklini alan bir madde değiliz, inatçı ve hainiz.
Kütüphaneden ayrılmamın üstünden aşağı yukarı bir hafta geçmişti, kitap kokusunu; kitap bitlerini, labirenti andıran dolambaçlı maun rafları, çıt çıkarmadan sayfaları çeviren okuma âşıklarını, masa altında el ele tutuşan utangaç sevgilileri, ders çalışmaya niyetlenip bir Broch veya Faulkner romanıyla sarsılanları, bu kusursuz düzende hiç yorulmadan ceplerini doldurup inandığım iyilik âlemini alt üst eden o uğursuz çalışanları hayal meyal hatırlıyordum artık.
Ayaklarım beni çocukluğumun nazik kanadının değdiği, içinden kirli bir derenin geçtiği kasabaya sürükledi. Orada beni kucaklayan, öpüp koklayan bir komşu abla yaşıyordu, masal dinlemeyi ondan öğrendim ve sesime duygu vererek anlatmayı da. Müzisyendi aynı zamanda, konservatuar öğrencisiydi. Dokunulmazlığı giydiği diz üstü etekten, göbeğini açıkta bırakan bluzundan anlaşılıyordu. Kıymetlisiydi anne babasının. Erken yaşta kocaya varmayacaktı; tahsilini tamamlamadan, mesleğini kazanmadan gönül maceralarından uzak duracaktı. Ama bende tuhaf bir intiba bırakmıştı. Tereddütlü ve temkinliydi. Yanına oturduğumda beni görmezden geliyordu. Ne zaman darılıp ayaklansam, kapıya yönelsem peşime takılıp beni merdiven boşluğuna çekiyordu.
Onu bilmeseydim inanırdım kuşların gökkubbeden huy kaparak evrene dağıldığına, dağılıp toplandığına; sahte değilmiş piyanoda o ilahi kudreti yüzümüze çalan büyük beste. Sevgilimin tuşlara doğranmış parmakları kalmış bir notada. Terk edilmiş dairenin salonundaydı çoktan kül olmuş gölgesi. Akşama doğru renkler de can verdi ve ortaya sırıttı sahte şekiller.
Tanıdım onu ve unutayazdım başımı ağrıtan eski serüvenleri. Lavanta kokusu kapılardan geçti; incecik deliklerden, çatlaklardan sızdı ayaklarıma. Bembeyaz giysinin sardığı insan olmayan vücudu beni puslu aynalardan çıkarıp eşyanın sertliğine fırlattı. Şairin ölümüne şahit olduğum uğursuz anda, her şeyin bir hiç ve dönülmez fırsatların her şey olduğu dilsiz zamanda damarlarımda dolaşmaya başlamıştı varlığı. Sokaklar da birdi artık, kutsal rüya yalanıyla duvarları kirletilmiş odalar da. Yatak odası yosunlu suda yüzerken pencereden içeri yarasalar doluşuyordu, tavan arasında tepinen çift başlı yılanlar yaş tahtaya yaslanmış günahkârın Tanrı’ya yakarışını zehirli dişleriyle kemiriyordu.
Beni dünyanın bir ucundan diğer ucuna çağıran o ilahi güzellik, o müstesna bestekâr, çocukluğumun Primadonnası. Oda oda kulak verdim ama kesilmiş, ıssıza karışmıştı sesi; pencereleri sıkı sıkıya kapattım ondan bir zerre kalmışsa rüzgârın çengeline takılıp kaybolmasın diye. Fakat nafile, kendimle baş başa idim nihayetinde.
Bana kuvvetli bir nefesle seslendi karanlığı dağıtarak. Tavan arasından tıkırtılar geliyordu. İlk işittiğimde fare zannetmiş, kulak asmamıştım. Çıkıp göz attım: Çatıdan sızan rüzgâr boş tenekelerle oynuyordu.
Sabaha karşı topladığım hayaletlerimin iniltisi sokakları çalkalandırdı. Günlerin artığı ve genişleyen gece. Çocuk odasının ışığı yanmıyor. Çelik kapının ardında beni kim bekliyordu vakitsiz, davetsiz? Kulaklarının arkasında kurumuş Kudüs kirazı. Kuzguni saçlarının serin dalgaları ölüm nehrini taşırmış. Gözlerinde şaşkınlığın ağırlığı, dili pütürlü.
Çekim gücüne karşı koyamadan, sebepsiz ve bahanesiz omzuna başımı yatırdım. Sopsoğuktu ve batıyordu dikenleri. Elleri ağaç dalları gibi donmuş, kanıyordu. Ben bu elleri hiç anlamıyordum. Soluyor, tırnakları ufalıyor, biraz sonra tekrar uzayarak varlığını evrene kanıtlıyordu. Bir göğsü alınmış, diğeri elbisesinin boşluğuna sokulup gözden uzaklaşmıştı. Kadındım, defalarca anne oldum; şimdi şüphesiz bir insanım da dedi.
Çocuklarını tek başına sırtlanmış, şimdi ışıksız odalarda geçmişin tozundan silkelenmiş tanıdık bir sesi sağaltmaya çalışıyordu. O heykelden kadının dizlerine yatarak bensiz geçen günlerini dinledim. Dağların mahmuzunda güneşten hayatlar şakıyordu, sudan bir avuç alıp damla damla yüzüme savurdu ve beni mavi kozalakların ormanına götürdü. Günler geceler, mevsimler aktı. Beni gücendiren şafak başını alıp uzaklara gitti. Unutmanın yurdu tepeden tırnağa yeniden kuruldu.
Onu izdihamın ortasında korunmasız ve yalnızlık içinde kederli bırakmıştım, o ise beni hesaba çekmeden kabullenmişti. Uyandığımda soğumuştu, tekrar uyuyup uyandığımda onu kollarımda göremedim. Doğumhanenin kapısında ismi bir kere daha çağrılan biri olmakla billurlaştı yazım. Dördüncüyü kucağıma aldığımda siyah bir torba fermuarı kapatılıp çıkarılıyordu odadan.
“Neden yaptın, kızmıyorum sana, yapıp ettiklerini yargılamıyorum da. Hayatının ne sahibi ne de bekçisiydim. Anladım, oldum. Merakımdan soruyorum, niye, söyle?”
“Kitapları çalıyorlardı kütüphaneden, eski yazma eserleri yurt dışına kaçırıyorlardı.”
Son sözünde hissettiğim o güceniklik yakamı bırakmayacaktı.
“Hırsızlık yaptılar demek. Seyirci kalamadın, ortak olmaktan da sakındın. Peki sen neyi çaldın? Biraz sen, biraz ben biliyoruz. Vicdandan başka mahkememiz de yok. Orası ne olacak?”
Editör: Gülhan Tuba Çelik
- Mavi Kozalaklar Ormanı - 3 Ekim 2024
- Su Uyur Ya Düşman - 25 Ağustos 2024
- Mektep Kaçkını - 26 Nisan 2024