Yazar: 22:00 İnceleme, Kitap İncelemesi, Roman

Kör Baykuş Kitap İncelemesi

Herhangi bir inceleme yazmaya niyetlendiğimde genellikle metnin iskeleti kafamda oturmuş olur ve yazacaklarımı zihnimde istiflerim. Ancak bu kitap için bunu söyleyebilmek oldukça güç. Çünkü olaylar zaman ve mekandan bağımsız. Kitabın kurgusu bir olaydan ziyade görülen bir düş ve sayıklamaları gibi bulanık sanrılardan oluşuyor. Kör Baykuş’u anlayabilmek için önce yazarımız Sadık Hidayet’i biraz tanımak gerektiğini düşünüyorum.

Sadık Hidayet 1903 yılında Tahran’da varlıklı bir ailenin çocuğu  olarak dünyaya gelmiş ve eğitimini yurtdışında tamamlamış bir yazar. İran’da kitaplarının satışı hala yasak olmasına rağmen Modern İran Edebiyatının en önemli ismi olarak kabul ediliyor. Yazılarında Doğu’nun etkileri görülmekle birlikte Batı Edebiyatı’na daha yakın olduğu rahatlıkla söylenebilir. Hatta eserlerinde Kafka karamsarlığını görmek mümkündür ancak bana göre Sadık Hidayet Kafka’dan çok daha umutsuz bir karamsardır. Aslında bunu son zamanlar için söylemek daha doğru bir yaklaşım olabilir. Çünkü 2. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinin ardından İran’a giren müttefik birlikler ve takiben politik olaylar yazarda yeni başlayan siyasi hareketin İran üzerinde olumlu etkisi olacağı inancını oluşturmuştur. Ancak savaş sonrası olaylar umduğu gibi gitmeyince bu iyimserliğini tümüyle yitirir ve Paris’e taşınır. İç dünyasıyla en yoğun çatışmaları yaşadığı dönemler de tam olarak bu zamanlara denk gelmiştir. Aslında yakın arkadaşı Bozorg Alevi onu; dürüst, dost, insan ve hayvan sevgisi ile dolu, güzelliğe hayran, zeki ve nükteci diye tanımlamıştır. Ancak Sadık Hidayet’in zaman içerisinde gördüğü yozlaşma, adaletsizlik, dünya üzerinde yaşanan çarpıklık onun hassas ve ince kavrayan zekasını; zamanla kendi içerisinde yaşadığı çatışmaya, anlamlandırma çabasına ve nihayetinde ağır bir depresyona sürüklemiştir. 

Kitabın içeriğine gelecek olursak; kahramanımız uyuşmak ve düşünmemek için mütemadiyen alkol ve uyuşturucunun etkisinde, yaşamını kalemdanların üzerinde yaptığı resimlerle sağlayan ağır bunalımlı biri. Eğer bir olay anlatacak olursak o da; kahramanın evine amcasının misafirliğe gelmesi ve misafirine şarap ikram etmek üzere mutfağa gittiğinde duvarında fark ettiği bir delikten gördüğü yaşlı adam ve olağanüstü güzellikteki kızla başlıyor diyebiliriz. Servi ağacının dibinde bağdaş kurmuş yaşlı bir adam, omuzlarında bir aba, başına dolanmış şal ve yüzünde hayret ifadesiyle dudaklarına götürmüş olduğu sol elinin işaret parmağı detaylı olarak anlatılıyor. Karşısında çekik gözlü, ağzı yarı açık, elmacık kemikleri çıkık, siyah elbisesiyle, adama gündüzsefası uzatan bir kız var ve aralarından dere akıyor. Bu gördüğü manzaradan sonra hikayenin kahramanı sürekli kızı düşünüyor ve onu arıyor. Bir gece yürüyüşten döndüğünde kızı kapıda bekler halde buluyor. Ona ikram edecek bir şeyler ararken şarap şişesi aklına geliyor. Şarabı getirdiğinde kızın uyuduğunu düşünüp ağzına bir yudum damlattığında aslında ölmüş olduğunu fark ediyor. Buz gibi ölüm soğukluğunu vücudunun sıcağıyla yok saymak istiyor ancak işe yaramadığını çok geçmeden fark ediyor. Böylelikle kızın ruhunu kendisine teslim ettiğine inanıyor ve kızı parçalara ayırıp bir bavula koyarak gömmek için yola çıkıyor. Onu almaya gelen arabacı, kızın yanında gördüğü yaşlı adam, misafirliğe gelen amcası hatta kitabın bazı yerlerinde kendisi, betimlemelerine göre aslında hep aynı kişinin dönüşmüş halleri. Tüm karakterlerin birbirlerine dönüşmeleri ve kendilerini tekrarlamaları bir metafor etkisi yaratıyor. 

Novela sayılabilecek bu romanın tamamında kahramanın varoluşsal sancılar çektiği, alkol ve afyonun etkisindeki uyuşukluğun geçtiği an düşüncelerinin; gerçeklerin sınırlarını yırtar gibi aştığı ve bundan bariz bir acı çektiği ilk bakışta görülüyor. Kitap şu cümleyle başlıyor: ‘’Yaralar vardır hayatta, ruhu cüzam gibi yavaş yavaş ve yalnızlıkta yiyen, kemiren yaralar.’’ İnsan yalnızken -eğer kendine karşı dürüst davranabilirse- düşüncelerinin ağırlığıyla dibe vuruyor ve bundan daha kötüsü olmaz derken bir dip daha keşfedebiliyor. Sadık Hidayet te zarif ruhunun tahammül edemeyeceği dünya gerçekleriyle kendine karşı dürüst, hatta acımasızca davranarak cüzamlı hücrelerini beslemiş ve en dibi keşfetmiş böylelikle. 

Metin her ne kadar kurmaca olsa da Sadık Hidayet bir nevi ölümünün provasını yapmıştır Kör Baykuş’ta yazdıklarıyla. Bu açıdan ele aldığımızda beni en çok etkileyen cümlelerden biri şu oldu; ‘’İnsan öldüğünde kan damarlarında dolaşmayı keser, yirmi dört saat içerisinde vücudun bazı bölgeleri çürüyüp yok olmaya başlar ama bir süre saçlar ve tırnaklar uzamayı sürdürür. Acaba hislerle düşünceler kalbin durmasıyla duruyor mu yoksa kılcal damarlarda kan durduğu sürece belirsiz bir yaşam sürdürüyor mu? Ölüm düşüncesi hakkında duyulan hisler bile korkutucudur. Bu açıdan ölü olduğunu hissetmek en korkunç, en dayanılmaz şey olmalı.’’ Ölümden korkan ama bir o kadar da merak eden, ölüm üzerine çokça kafa yoran bir adamdan bahsediyoruz.

Dikkat çeken bir diğer husus ise kitapta sözü geçen kadınların; konuşmayan, düşünmeyen, edilgen yapıda hatta cansız olarak ‘’şey’’leştirilmiş olmaları. Kadını ulaşılmaz biricik güzellik olarak imgelemiştir yazar bu şekilde. Onu aramak boşunadır. Bulsa bile aşkı kire ve ölüme yapışıktır ve aramanın verdiği masumiyeti kirleteceği için o andan itibaren bir ‘’Kahpe’’dir. Kitapta anlatıldığı gibi karısına duyduğu umarsız aşkın sonunda karısının bedeniyle buluşur ve onu bıçaklayarak öldürür. Yazar belki de, aşkın ve var olan tüm güzelliğin sadece kavuşulmadığı sürece kusursuz ve bir melek kadar masum kalabileceğini savunmuştur. El değen her ulaşılmaz, değerini kaybetmiş ve kirlenmiştir. Bu onu depresyonun en karanlık dehlizlerine sürüklemiştir çünkü artık onun için yaşamaya ve dolayısıyla ulaşılmaya değer hiçbir güzellik kalmamıştır. 

Yazar’ın naif yapısını anlayabilmek için; bir kurban bayramında kesilen hayvanı gördükten sonra ağzına et sürmeyişi ipucu olabilir. Kitapta sık sık evinin karşısındaki kasaptan bahsetmesi ve o kanlı etleri uzun uzun tasvir etmesi tahammül edemediklerini, hassasiyetlerini yazarak kurtulmak isteyişinden olabilir diye düşünüyorum. 

Sadık Hidayet’in Modern İran Edebiyatı’nın en önemli ismi olduğundan bahsetmiştik. Ancak İran Edebiyatı’nda bu akımın öncüsü Cemalzade’dir. Halkın dili, düşünce ve hayat tarzıyla ilgili yaptığı gerçekçi tasvirleri modern İran hikâyeciliğinin gelişmesine kapı aralamış ve Sadık Hidayet te aynı görüşü benimseyerek o kapıdan giren ilk yazarlardan olmuştur. Kör Baykuş’ta güçlü bir realizm ile birlikte zaman ve mekandan bağımsız bir hikaye görüyoruz. Kitabı başka bir yere koyan da bu özelliğidir. Sadık Hidayet Batı edebiyatının realist anlatıcılığını benimsemiş olmakla birlikte İran kültürüne, yazınına ve şiirine tamamıyla hakim bir yazardır. Firdvesi’yi, Hafız’ı, Sadi’yi ve Hayyam’ı özelikle Hayyam’ı çokça okumuş ve incelemiştir. Hatta Hayyam’ın rubailerini kendi önsözüyle bir kitapta toplamıştır. Hayyam ve dörtlükleri biraz incelendiğinde Hidayet’in bir nevi Hayyam’da kendisini bulduğunu söyleyebiliriz. Rubaileri topladığı kitabın önsözünden bir kısım paylaşacak olursak; Hayyam’ın feryatları, spekülasyonlarla ezilmiş milyonlarca insandaki acının, kaygının, yılgınlığın, korkunun ümit ve ümitsizliklerinin yankısıdır. Hayyam, enfes bir dil ve özel bir üslupla kaleme aldığı rubailerinde bu zorlukları, bu muammaları, bu sırları, dolambaçsız, açık seçik çözmeyi deniyor. Sinirli, dokunaklı, kahkahalarla dini-felsefi problemleri yorumluyor, sonra somut akla yakın çözümler arıyor. İşte Kör Baykuş’ta insanın haykırışları, çektiği acıları, ümitsizlikleri ve son çırpınışlarını böylelikle görebiliyoruz. 

Kitapla ilgili son olarak; öldürdüğü gizemli kızı gömdükten sonra, mezarcının topraktan kazarak çıkardığı testi, kitabın sonunda yaşlı adamın kolunun altında tuttuğu testi ve bu testilerin üzerindeki resim; kahramanın kalemdanların üzerine çizdiği resim ile aynıdır. Ağacın altında oturan yaşlı adam ve ona geçici güzellikteki gündüzsefasını uzatan kız… Topraktan çıkan testiyi ilk gördüğünde kahraman, geçmiş zamanda onunla aynı acıları çekmiş, aynı sıkıntıları yaşamış, aynı düşünceleri taşımış birinin olabileceğini düşünüp bir nebze olsun rahatlamıştır. Sadık Hidayet bu şekilde belki de Hayyam’a bir baş selamı vermiştir kim bilir… 

Kitabın sonunda konu bir yere bağlanmaz, bir sonuç yoktur. Aslında bir yere bağlanmak zorunda mıdır? Sonuca bağlanan olaylar, durumlar bitmiş demektir. Ancak Kör Baykuş hiç bitmez. Her okuduğunuzda farklı anlamlar çıkaracağınız büyülü bir metafordur bu eser.

Kitabı benim için anlaşılır kılan ve bu incelemeyi tamamlamamı sağlayan Yapı Kredi Yayınları’ndan Behçet Necatigil çevirisi ve önsözüyle çıkan, aynı zamanda Sadık Hidayet’in yakın dostu ve yazar olan Bozorg Alevi’nin sonsözüyle biten Kör Baykuş’tur. İlk okuduğum Kör Baykuş başka bir yayınevinin basımı ve farklı birinin çevirisiydi. Şu kadarını söyleyebilirim ki; yabancı bir eser için çeviri her şeydir.

Sadık Hidayet’le ilgili son sözleri toparlamakta biraz zorlandığımı itiraf etmeliyim. Çünkü o, ölümü arzularken aynı zamanda karmaşık duygularla merak ve korku da duyuyordu. Yine de kendisi için bundan başka çıkar yol bulamamıştı, bazen yazmak bile çare olmuyor insana…

9 Nisan 1951 günü havagazlı dairesinde, tüm delikleri kapatarak gazı açtı ve sonsuz bir uykuya daldı Sadık Hidayet. Arkadaşı onu bulduğunda takım elbisesini giymiş, tıraş olmuş ve cenaze masrafları için gereken parayı cebinde hazır etmişti. Bu dünyadan bir Sadık Hidayet geçti. Geldi ve geçti. Kısacık bir zaman. Ama biz hala onu konuşuyoruz ve konuşmaya devam edeceğiz.

Visited 258 times, 1 visit(s) today
Close