Bugün bir kadına yakalandım. Tutuklu kalmış da olabilirim. Bilmiyorum. Her zamanki gibi market vurgunu yapacaktım. Eğer bugün kaşar çalacaksam bu benim için büyük vurgundur. Kaşarı her şeyin içine atıp pişirip yerim. Pahalı oluyor aynı zamanda. Yine ellerim ceplerimde daldım markete. Market çalışanı kız her zamanki yerindeydi. Bana “Hoş geldiniz,” dedi. Cevap verdim, “Kolay gelsin.” Arka raflara doğru gittim, kaşarı alıp cebime koydum. Kameralar umurumda bile değil. Çünkü büyük bir vukuat olmadığı sürece kameralara bakmazlar biliyorum. Kasiyere aynı zamanda reyon işi veren bir market zinciri, 7/24 kameraları izlemesi için kimseyi görevlendirmez.Çalınan gıda maddelerinin çalışanlardan kesilmediğini de iyi bilirim. Çünkü daha önce köklü bir markette çalışmıştım. Ben işe girmiştim ve iki ay sonra iki kişiyi çıkartmışlardı. İşten çıkarttıkları Selim Ağabey’in cümlesi şu an bile aklımda, “Her şeyi bil .Ama yapma!” Hepsinin işini aynı anda ben yapabiliyordum. Bir yandan turp kesip manav reyonuna, bir yandan depoya mal indirmeye koşturabiliyordum. Adem, yani ben tek başıma bütün bunları yaparken patron neden iki kişiye fazladan maaş versin ki? Bugün Selim Ağabey için de bir el mal attım cebe.

Küçük bir Piko çikolata aldım. Ödemek için kasaya geçtim. Sevtap, yani kasiyer kız… Yaka kartında yazıyor. Yine naif sesiyle bana “Buyurun diğer kasa,” dedi. Diğer kasaya geçtik. Sevtap yine aynı ses tonuyla “İyi mi böyle?” dedi. Şoke oldum. Bakın ne diyorum, şoke oldum. Saniyenin milyonda biri kadar zaman dilimi içinde şunları düşündüm. “Ulan elma büyük geldi galiba. Ah ulan Selim Ağabey… Şu an görünüyor mu? Neyse Adem siktir et, bunu savunabilirsin bir yalan bulup. Acaba kaşarı mı gördü?” Hemen karşı savunma sistemine geçtim. “Nasıl hanımefendi anlamadım?” Hanımefendi dedim. Çünkü ben müşteriyim ve aklımca kendimi savunmak için her an “Bana müdürünüzü çağırın!” deyip zaman kazanıp kaçabilirdim. Ama müdür Sevtap da olabilirdi. Malum çok da köklü bir market değil burası. Benim çalıştığım marketin müdürü aynı zamanda kasap reyonundaydı. Sevtap da benim cevabım karşısında şoke oldu. Yine anlamadım. Anlayamıyorum. Galiba benden hoşlanıyor. Gözü hep üzerimde. Tatlı da bir kız hani. Hayatımın en anlamadığım anlarından bir zaman dilimi yaşıyordum. Sevtap biraz bozuk sesiyle “Size söylemedim beyefendi,” dedi. Kasanın altında düzenleme yapmış ve müdürüne gösteriyormuş. Müdür de kasanın altında koli sayıyormuş. Müdür, kasap değilmiş. Görmedim. Üstüme alındım .Ama Sevtap çok bozuldu. Sanırım bir süredir benden hoşlanıyordu ve ben ona mesafe koydum az önce. Gönlünü almam lazımdı. “Bir saniye bekleyin,” dedim. Gidip bir Piko çikolata daha aldım.Üstüne numaramı yazdım. “Hanımefendi bu da size benim ikramım olsun” dedim. Müdür görmesin diye kaş göz yapma hareketini dilimle yaptım. Muhtemelen komik göründüm. Belki de sapık. Ama Sevtap güldü. “Teşekkür ederim,” dedi. Marketten hızla ayrıldım.

Market hırsızlığı en keyif aldığım hırsızlık türlerinden birisi. “Başka ne çalıyorsun?” diye sorduğunuzu duyamadım. Fakat söyleyeyim. Nalburdan; koli bandı, vida, beton çivisi, matkap ucu… Kırtasiyelerden; kalem, silgi, şampuan, cımbız vs. Hobilik şeyler ve temel ihtiyaçlarım yani. Bunu yirmi yıldır yapıyorum. 1999 yılında başladım.Altı yaşımdan beri profesyonel bir hırsızım. Hırs ve arzularımın birleşimiyle kendimi mükemmel ve aksiyon dolu bir yaşamın içerisinde hissediyorum. Hırsız kelimesinin etimolojik araştırmalarına hiç girmeden kendi kendime şunları düşündüğüm zamanlar oldu. “Hırssız” yani hırsı olmayan kişilerin bir şeyler çalma yoluna kendilerini itmeleri anlamında bir durum muydu? Hayır, değildi. Alakası bile yokmuş. Tam aksine hırs yaptıkça hırsızlık yapıldığı kanaatine vardım. Bu kanaatlere yaşadıkça vardım. Yirmi yıllık meslek hayatımda sadece bir kez yakalandım. Meslek hayatım dediysem gerçekten hırsızlığı meslek edinmedim. Sadece temel ihtiyacım olan şeyleri çalarım. Esas mesleğim oyunculuk. Tiyatrodan mezun olmuş aç bir oyuncuyum. İlk yakalandığımda da çaldığım şey çok fazla şangır şungur sesler çıkaran bir şekerlemeydi. Cebime attıktan sonra ruhum bile kımıldamadan yürümem lazımdı. Altıma sıçmış gibi yürümek istemiyordum çünkü daha önce bu konuda rezil olmuştum. Sanırsam ortaokuldaydım. İshaldim ve eve yürüyordum. Sıçma zamanlaması yapmıştım zihnimde. Eve yürüyecektim, zile basacaktım, annem “Kim o?” diyecekti ben “Beeen!” diyecektim. Kendimi tuvalete atacak ve rahatlayacaktım. Annem kapıyı açmadı. Zile birkaç kez daha bastım ama annem yoktu. Teyzeme gitmiş olmalıydı. Teyzem sokağın başında, biz sonlarına doğru oturuyorduk. Oraya kadar yetişemezdim. Bahçeye yapayım dedim çantamı fırlatırken karın kaslarımı fazla çalıştırdım. Çok gereksiz bir hareketti. Altıma sıçtım. Paçalarımdan aktı. Rahatladım ama kokuyordum. Bayramlarda teyzemlere gidince hep bu gelir aklıma sıçacak gibi olurum. Teyzemlere kadar yürüdüm. Zillerine bastım. Annem cama çıktı. Anahtarı istedim uzun süre diretti, gel yukarı diye. Çünkü anahtarı bana atarsa ben eve gidip halının üzerinde kibrit çakma denemeleri yapabilirdim. Kolay değil, sobalı evde büyüdük ve bir kaç kez yanma riskiyle yüzleşmiştik. Sonunda anahtarı alabilmiştim. Bakkalda da durum bundan farklı değildi. Kımıldamadan yürüyordum ama siktiğimin şekerlemesi ses çıkarıyordu. Bakkal Ata Ağabey “O cebindeki ile birlikte şu kadar lira…” dedi. Bende de o kadar yoktu şaşırmış gibi yapıp “Aaa! Bunu da mı almışım,” dedim ve geri bıraktım. Doğaçlamam çocukken de iyiydi. Büyüdüm ve yaşam biçimim hâline geldi. Başım her sıkıştığında önce doğaçlarım, sonra dua ederim. Bazen dualarım bile doğaçlama olur. “Allah’ım sen bana öyle güzel bir hayat ver,” derim genellerim. Ata Ağabey bu doğaçlama karşısında şaşırdı. Bir sonraki hamleyi tahmin etmek için satranç bilmeme gerek yoktu. Tek taştım. Yakalandığım zaman at gibi koşacaktım. Ama yalan söylemek daha kolaydı. Artık hem yalancı hem hırsızdım. Bu cevaptan sonra rahatlamıştım ama kokuyordum. Ter kokuyordum. Terlemiştim. Eylül ayıydı. Aslında keyfimden yapmıyordum. 17 Ağustos 1999 depremi olmuştu ve Gebze’de evimizin arkasında bir çadırda kalıyorduk. Herkes dışarıda çikolatalar, şekerler, bisküviler yiyordu ve ben alamıyordum. Alamadığım çoğu şeyi çalarak büyüdüm. Arkadaşlarımın oyuncak ya da eşyalarını çalmazdım. Asla yapmazdım bunu. Şuan bile yapmıyorum. Takas ederdim. Misket karşılığı taso gibi…

Ben her gün istediğim çikolata ya da bisküviyi yerken gören ablam ve teyzemin oğlu şüphelenmişti. Beni köşeye sıkıştırıp parayı nereden bulduğumu sordular. Ben de “Jet” yapıyorum dedim. Anlamadılar. Jet,benim yaptığım hırsızlığın adıydı. Hırsızlık yapıyorum diyemezdim. Jet yapıyorum derdim. Bu benim şifremdi. Kendime yediremem bunu anlarsınız. O dönemde Jet tasolar vardı. Oradan aklıma gelmişti. Sonra istemeden de olsa ablam ve teyzemin oğluna da Jet yapmayı öğrettim. Yoksa beni öterlerdi. İki hafta içinde Jet Örgütümüz ikiye üçe katlandı. Ben, Servet, Merve, Ecehan, Yusuf, Tarık, İbo, Şaban, Yasin, Bünyamin, Ahmet ve Yıldırım; bakkal paylaşır olduk. Sonra bir piknik bezi bulup çaldıklarımızı ortaya koyup yiyorduk. Mükemmel bir dayanışmaydı. Daha önce Ata Ağabey’i atlatmıştım. Ama doğaçlama sayesinde. Grubun içerisinde hırsızlığı iyi yapan ama yalan söyleyemeyenler vardı. Kötülüğü icat etmiş gibiydim, şimdi bakıldığı zaman. Hırsızlık hemen peşinden yalancılığı doğuruyordu. Bu yüzden aramızdan hâlâ daha kimin olduğunu bilmediğimiz birisi yakalandı ve herkesi tek tek öttü. Herkes ailesinden bir güzel dayak yedi. Sokağa çıkma yasaklarıydı falan ki herkes çadırda kalıyor deprem zamanı, herkes eve gömüldü. Herkes bıraktı Jet yapmayı. Hatta Jet taso oynamayı bile bıraktılar. Çok korktular ailelerinden .Benim ailem bir şey demedi. Babam karşısına aldı beni. Güldü. “Bir daha görmeyeyim,” dedi. Herkes ele başının ben olduğumu söyledi. Kimse inanmadı. En küçükleri hemen hemen bendim. Şimdi o teyzemin oğlu dinî bir vakıfta satın alma müdürü. Çok para kazanıyor. Ablam, marketçi bir adamla kaçtı. Çok güzel çocukları oldu. Ağabeyim de ablamın kocaya kaçtığı adamın kız kardeşiyle evli. Herkes çok ahlaklı ve dürüst yaşıyor gördüğünüz gibi. Ben? Ben oyuncuyum. Keşke hâlâ taso karşılığı misket usulü bir eknomi olsaydı. İyi kazanırdım. İşin üçkâğıdını bildiğimden değil. İyi oynardım. Ellerimin maddeyle ilişkisi çok netti. Çamura da dokunmuştum, paraya da…

Sevtap bir gece iş çıkışı bana mesaj attı. “Selam, Sevtap ben” dedi. Konuşmalar aynen şöyle geçti:

-Selam Sevtap naber?

-İyiyim işten çıktım. Eve yürüyorum. Senden naber?

-İyiyim ben de. Evdeyim. Bir şeyler izliyorum.

-Ne güzel. Ben de eve gidince dizi izleyeceğim.

-Hangi dizileri izliyorsun?

How I Met Your Mother.

-Hımm güzel dizi. Sanırım bu dizinin pek bir saati yok.

-Nasıl, anlamadım.

-Diyorum ki istediğin zaman izleyebiliyorsun diziyi.

-Ha evet. Neden ki?

-Eve varmadıysan bir kahve falan içelim diyecektim.

-Bilmem ki. Sanki biraz geç oldu.

-Yarın da içebiliriz ailen sorun etmesin şimdi.

-Tek yaşıyorum ben. Öğrenciyim.

-Öğrenci misin? Nasıl yani?

-Evet. Marmara Üniversitesi’nde edebiyat okuyorum.

-Ciddi misin?

-Evet:) Neden şaşırdın? Dondurdum bir dönem, biraz para kazanayım diye markette işe girdim.

-Ne güzel. Tebrik ederim:)

-Neden tebrik ediyorsun:)

-Çalışıp okumak kolay değil:)

-Evet kolay değil ama mecbur.

-Evet bilirim.

-İstersen kahve içebiliriz.

-Gerçekten mi? Çok mutlu olurum.

-Evet:) Sen nerede oturuyorsun.

-Marketin arka sokağında:) Sen?

-Ben Paşa Camii’nin orada oturuyorum.

-Sen uzaksın ben geleyim.

-Olur. İstersen bende de içebiliriz:)

-Rahatsızlık vermeyeyim.

-Hayır. Ama kedi var rahatsız olmazsın değil mi?

-Olmam olmam. Severim ben hayvanları:)

-Tamam o zaman bekliyorum.

-Birşey alayım mı gelirken?

-Kaşar ve bir adet elma istiyorum Adem.

-Haydaaa… Özür dilerim.

-Önemli değil:) Geldiğinde konuşuruz:)

-Tamam:(

Her şey bir anda gelişti. Sevtap öğrenciymiş ve evine gidiyorum. Nedense öğrenci olması beni mutlu etmişti. En önemlisi de hırsız olduğumu biliyor. Beni evine çağırıyor. Acaba polise mi verecek? “Ne olacaksa olsun,” dedim. Sevtap’ın evine gittim. Bütün hırsızlık felsefemi ona da anlattım. Çok güldü hikâyelerime. Polis falan da yoktu. Özellikle hikayemin “Jet yapmak” kısmına çok güldü. Bir de ağabeyimin, eniştemin kardeşiyle evlenmesine güldü. Güldüğü anlar çok önemliydi benim için. Ben de uzun süredir yalnızdım. Güzel gülüyordu. Hayatımın en güzel Jet yapma olayıydı. Gönül çalmıştım. Günlük kıyafetleriyle daha çekiciymiş. Aslında ona kötü bir insan olmadığımı ispatlamaya çalışıyordum. Çünkü yıllar sonra ilk defa ona yakalanmıştım ve hoşlanmaya başlamıştım. Gözleri gülüyordu. Aptallığıma mı gülüyordu yoksa o da bana karşı boş değil miydi bilmiyordum. Spoiler vermem gerekirse evet, hoşlanıyordu. Çalıştığı marketi tam sekiz aydır soyuyordum. Gözü hep üzerimdeydi. Eğer hoşlanmasaydı, yakalanmazdım. Çünkü ben profesyonelim. Galiba Sevtap da benim şangır şungur ses çıkaran şekerlemelerim. O geceyi onda geçirdim. Sabaha kadar sohbet ettik. Şiirlerden ve şairlerden konuştuk. O da Nazım Hikmet’i severmiş. Ben de çok severim. Sevtap benim sistem karşıtı ve gıda malzemelerini kamulaştırma çabamı onayladı. Çok mutlu oldum. Sonra ona sistem karşıtı şiirimi okudum:

 “KAYIP BİR BALIĞIN YALNIZLIK İDEOLOJİSİ

Uzuvlarımızca hissedilen şu belirsizlik.

Popülistlerin dünyayı kurtarma çabası, hiç taşsız sopasız.

Manifesto yayınlar mı Denizler?

Yoksa bir sandalyeye mi çıkıp severdi halkını?

Kızıloklar vurur muydu yanarken türküleri sazım sazım..

Bize memleket lazım.

Koğuşlarında çentik dolu şiirler,

Karanlık bilinçlerde okunmaz Nazım.

Kim ne derse desin.

Çomarıyla, çamıyla, çapasıyla geminin, tam burda kalsın yazım,

Özgürlüğümüz kabahatimizden büyük.”

Yunus Emre Akıl
Latest posts by Yunus Emre Akıl (see all)
Visited 3 times, 1 visit(s) today
Close