Yazar: 19:00 İnceleme, Kitap, Kitap İncelemesi, Roman

“Koku: Bir Katilin Öyküsü” Üzerinden İkilem Açılımı

Yeryüzünde insanlar var olduğundan beri beynimiz gelişimini sürdürüyor. Fakat şu ana kadar tam olarak medenileşmiş değiliz. Savaşlar, toplumsal ve bireysel zenginlik-fakirlik ikilemi, salgınlar hala bizi kasıp kavuruyor. Fakat bunlar hastalığın sadece semptomları; virüsün kendisi, beynimizin tam da ortasında bir yerde gizli.

Şimdiki halimize ulaştığımız andan bu yana çok uzun zaman geçti ve biz bu sürecin sadece son binde birlik kısmına şahit oluyoruz, tabi genel antropolojik kanıya göre. Ve bütün bu zaman diliminin hatırası aslında zihnimizin derinliklerinde bir noktada hala yaşıyor: amigdala. Gen hafızası diye bir şey Homo Sapiens’te mevcutsa, onun depolandığı yer de mutlaka amigdala dediğimiz, omurilik soğanımızın hemen arkasında yer alan o müthiş nokta olmalıdır.

En derin üzüntülerimiz, sevinçlerimiz, en şehvetli aşklarımız ve tabi ki en sindirici korkularımız her nesille birlikte gelişip büyüyor. Bazı duygular ve güdüler geçerliliğini zamanla –uzuuuun zamanla- kaybederken, bazı diğer duygular ve güdüler güçleniyor. Bu değişim sürecinde, hayatımızı idame ettirirken güvendiğimiz duyuların önemi de artıp azalabiliyor.

İnsan ilk olarak iki ayak üzerine kalktığında ve ağaçtan inip savana, düzlüğe bastığında, görme duyusunun eksikliğini çok hissediyordu. Bu duyu, ağaçlarda yaşayan ve yerdeki avcıdan korkan insan için pek de gelişkin sayılmazdı. Fakat iki ayak üzerinde ve yerde yaşamak insanın boyunu nasıl uzattıysa, görme duyusunun da o ölçüde gelişmesini sağladı. Öncesinde ise daha çok öne çıkan duyu duyma yetisiydi. İnsan öncesi yaratıklar dallarda keyfine bakarken, aşağıda yürüyen sinsi avcıyı -her şeyden önce- duymalıydı.

Bundan daha da öncesine gidersek eğer, çünkü gitmemiz gerekiyor, avcılardan duyulan korkudan daha da ötesine geçen beslenme içgüdüsü sayesinde, aslında insan vücudunda ilk gelişen duyunun koku alma olduğunu iddia edebiliriz. Tabi ki farklı araştırmalar, bulunan yeni fosiller ve iskeletler bu varsayımı çürütebilir; yine de en azından şurası kesin: Koklama yeteneğimiz, doğadaki diğer canlılarla kıyaslandığında, tarihin oldukça derin bir noktasında kaldı.

İşte Patrick Süskind, bir zaman makinesiyle tarihin o derin noktasından bir insan öncesi varlığı alıyor; on sekizinci yüzyıl Fransa’sında, Paris’in göbeğindeki bir balık pazarının katlanılmaz kokuları arasında doğan Jean-Baptiste Grenouille’de vücut bulmasını sağlıyor.

Hayatını başından sonuna dek normal bir insanın asla anlayamayacağı şekilde yaşayan bir yaratık Grenouille. Bizlerin bakıp da çirkinlik gördüğümüz yerde güzelliği, güzellik gördüğümüz yerde hiçbir şeyi görüyor. Ne en güzel portrelerin, ne de en tatlı melodilerin estetiği onun için önemli değil. Çünkü biz “modern insanlar”ın, bizi boğulmaktan kurtaracak bir can yeleğiymişçesine sarıldığımız görme ve işitme duyularımız onun için sadece bir detaydan ibaret.

Teknoloji bize önce mum ve gaz lambası, sonra da elektrik yoluyla ışığı hediye ettiğinde, insanoğlu amigdalasının belki de en derininde yatan korkusunu da yenmeye başlamış oldu: karanlık korkusu. Tabi bu süreç hala devam ediyor ve bizler gece tuvalete giderken hala birazcık korkuyoruz. Çünkü kafatasımızın içinde bir yerde, karanlığın içinden fırlayıp atalarımızı yaralayan ve öldüren avcılar hala canlı.

Sanki bununla alay edermiş gibi, Süskind kahramanını karanlık sokaklarda yürütüyor, mağaralarda yaşatıyor ve ışıktan uzak tutuyor. Başını bir sarkıta çarpmaktan gözüyle değil, burnuyla kurtuluyor Grenouille. Biz okuyucular romanı okurken öyle bir ikiliğe sürükleniyoruz ki, ancak insanı anlarsak ve sosyo-psikolojk bir bakış açısı edinirsek içine düştüğümüz çukurdan çıkabiliyoruz.

Süskind’in –romanının hemen ilk paragrafında da söylediği gibi- tarihte yeri bulunmayan kokular dünyasını konu alması işte tam da bu yüzden. Yarattığı karakter bize öyle yabancı olmalı ki, bu kitabı okuyan hiçbir insan kendisini Grenouille’le özdeşleştirememeli. Kahraman öyle muğlak bir dünyada yaşıyor olmalı ki, sadece elimizde bu hikayeyi tutarken bile bastığımız yere dikkat etme ihtiyacı hissedelim. Yani özetle, Süskind alenen bizi rahatsız etmek için çaba harcamış diyebiliriz.

Kızıl dalgalı saçları, bembeyaz teni, yemyeşil gözleri olan ve gençliğinin baharında bir kızı hayal ettiğimizde, büyük çoğunluğumuz böyle bir görüntüye hayran kalacaktır, kişisel tercihleri bir kenara bırakırsak. Hayran olmayanımız dahi en azından böyle bir kızın neden gözümüze hoş göründüğünü anlayacaktır, değil mi? Eğer normal, modern insan kalıbına uyuyorsak, evet. Çünkü bizler karşımızdakinin sunduğu imgeyi, görseli beğenmediğimiz sürece cinsel çekimi pek yaşamayız.

Fakat eğer biz Grenouille’sek, o zaman bu kızın imgesi karşısında gözümüzü kapatır, sırf kokusunu biraz daha duyabilmek için, ses çıkarıp da kimseyi çağırmasın diye boğazını sıkarız ve ölü bedeni soğuduğunda onun başından ayrılırız, çünkü artık içebileceğimiz bir kokusu yoktur.

Bu cümleleri “biz” zamiriyle kurmak benim için ne kadar zorsa, sizin için okumak da o kadar zor olmalı. Şimdi bir de bu duyguyu bir romanı doldurabilecek kadar derinlikle ifade etmeye çalıştığınızı hayal edin. Sizi bilemem ama ben bunu her düşündüğümde Süskind’e hem biraz daha hayran kalıyorum, hem de bir yerlerde gizli saklı bir cinayet işlediğinden daha çok emin oluyorum.

Özellikle fantastik edebiyatla beraber sözcük dağarcığımızdaki “kötü” ve “karanlık” kelimeleri birbirini çağrıştırır oldu. Kötülük yapabilmek için gizli kalmak, gizli kalmak için de gölgelerde kalmak gerektiğinden dolayı, Kont Drakula karanlık bir tepedeki şatosunda yaşadı ve Mordor’da güneş pek de doğmadı.

Aslına bakarsak, karanlık sadece eğer biz normal, medeni, modern insan arketipine dahilsek kötü. Jonathan Harker’sak mesela, veya ışıl ışıl Shire’dan yola çıkmış bir Hobbit’sek gölgelerden korkmamız oldukça doğal. Fakat eğer hepimiz burnumuzla görebilseydik ve belki de kocaman taştan yapılarda değil de mağaralarda yaşasaydık, Jean-Baptiste Grenouille’i ve onun aracılığıyla Patrick Süskind’i biraz daha fazla takdir edebilirdik.

Visited 33 times, 1 visit(s) today
Close