Çok eskide kaldı o erdemli aşklar, kahraman aşıklar ve sadık dostlar. “Eline ne geçerse”, “kafana ne eserse” zamanında yaşıyoruz biz. Herhalde en son annemin nesli fedakarlığın anlamını öğrenmiş, sonra arada bir yerde kaybolmuş bu “idea”l duygular.

Ama ben, bunların hala var olduğunu düşünerek büyüdüm. Çevremdeki insanlar izledikleri dizilerden, filimlerden çok etkilenip de oradaki karakterler olmayı isterlerdi. Benim olmak istediğimse annemin çocukken izlediği filimlerdeki karakterlerdi. 50’lerin Amerikalı jönlerini düşünün mesela, onların o fötr şapkalı, takım elbiseli ve şemsiyeli hallerini. O nezaketlerini, inceliklerini. İşte, yaşıtlarım böyle insanların hayalinin kurulabileceğinin farkında olmadan zengin olmayı, çok güzel kadınlar veya çok yakışıklı adamlarla beraber olup şiddetten veya güçten veya paradan gelen etkileyiciliğe sahip olmayı isterken ben nezaketin çekiciliğine düştüm. “Dünyaya hafif basmak”; hep böyle ifade etmişimdir hayatımın amacını. 

Adım atarken toprağı incitmemekten bahsediyorum gayet açık bir şekilde. Okurken kelimeyi, dinlerken notayı yormamaktan. Birisinin hayatına omzunun üstünden başımı uzatıp dahil olduğumda, o başı o omza yük etmemekten bahsediyorum. En büyük hayalim, varlığımın neredeyse farkedilemeyecek kadar transparan olması. Ve bunu nezaketten istiyorum; asosyallikten veya saçma bir ilgi eksikliğinden falan değil. Hayata tanık olmak yeterdi bana, bir aktör olmasam da olurdu.

Güzel bulduğum kadınlara bile hiçbir zaman tavlama amacıyla yaklaşmadım mesela. Utangaç olduğum yanılgısına düşen çok oldu. Halbuki can sıkmaktan, kafa yormaktan korktum hep. “Amaan, kendimle uğraştırmayayım insanları şimdi.” dedim içimden. Yine de hayatıma kadınlar girdi, onları uğraştırmadığımdan emin olduktan sonra. Fakat bundan da çok zor ve nadiren emin olabildim. Çok şüphelendiğim zamansa sessiz sedasız çıkıp gittim onlardan. “Sevmiyor” oldum, “yalancı” oldum, “çapkın” bile oldum. Varsın olsun, dönüp beni dert edinmesinler de. Yazık çünkü; bir kere geldiğin dünyada, yaşadığın zamana ait olmayan birini kafana takarak geçirmemek lazım günlerini.

Evet, asıl sorun da bu. Bu zamana ait değilim. Gerçi kim öyle ki? Sokaktan geçen on kişiyi çevir, yarısı, “Ya pampa, ben tam seksenlerin adamıyım ya!” tarzı cümleler kuracaktır. Eh işte pampa, ben de herhalde kırkların ellilerin adamıyım. Emin değilim gerçi; hep kafamızda öyle bir belirsizlik vardır, tam olarak hangi dönem hangi ruhu yansıtır bilemeyiz. Ben de Gene Kelly ve Henry Fonda’nın bana verdikleri yetkiye dayanarak o zaman aralığını seçiyorum. 

Ama o ara hayatın siyah-beyaz olmadığını ilk öğrendiğimde epey darılmıştım, bunu da söylemeden edemeyeceğim. Şu an gördüğüm renkleri 1946 yılının Ocak ayında, kar altındaki New York’a yakıştıramıyorum. Aslında galiba biraz da bu yüzden günümüzün gençleri özlemiyor o zamanları. 

Halbuki zaman Hiroşima sarısı, Alman kırmızısı. Kim bilir ne çok yeşil gözlü, mavi gözlü, kahverengi gözlü insan ölmüştür savaşta. Bize hepsi gri gibi geliyor. Nezaketten hiç nasibini almamışsın sinema!

O tarihte yaşasaydım… Bir şey değişmezdi. Pilot olsam mesela, bomba atmayı reddederdim, sonra paşa paşa evime gönderilirdim en iyi ihtimalle, birileri yine de bombayı atardı. Asker olsam, silahsız gezip insanları savaşın saçmalığına ikna etmeye çalışırken vurulur ölürdüm. Yönetmen zaten olamazdım, “yönetmek”le ilgili sıkıntılarım var. Çiftçi olurdum belki, canını acıtmayayım dediğim toprakla olurdu alışverişim. Nasırlarım ve sırt ağrılarım olduğunda ödeşmiş olurduk, kardeş kardeş yaşardık. Sonra benim yerime pilot olan adam geçerdi tepemizden. Vallahi kendime üzülmüyorum, kocaman bir karınca yuvası vardı tarlanın ortalarında. Ne kadar da uğraşmıştım onlara zarar vermemek için. İnsanken karıncalar gibi telef edildik, karınca ne gibi oluyor bu durumda?

Çok eskide kaldı o duygular. Yok yok, daha eskide. Sinemanın o dönem var olduğunu zannetmiyorum, bombanın da. Karıncalar kesin vardı ama, tarlanın tam ortasında.

Visited 4 times, 1 visit(s) today
Close