Hissedilenlerden gayrı hiçbir şey yaşanmadı bu aşkta… 

Belki de budur onu unutulmaz yapan kim bilir! 

Doğunun terk edilmiş, ilçesine gazetelerin bir gün sonra geldiği, o zamanın Sovyetlerine sınır bir köyünde…

Ben henüz küçük bir çocukken, tek kanallı TRT’de ya da elime geçen yırtık gazete sayfalarında gördüğüm bütün güzel kadınlara âşık olurdum.

Brigitte Bardot, Grace Kelly, Sophia Loren, Vivien Leigh… Ve daha pek çoğuna çocukça tutkularla bağlanmışımdır. Büyüyüp de ötelerdeki kalabalık kentlere gidince onları göreceğimi ve onların da bana âşık olacağını zannederdim. 

Ama çocukken bilmediğim bir şey vardı; büyüyen ben olmayacaktım yalnızca…

Nerden bilirdim ki! Uzak şehirlerde bir yerde, benimle aynı yaşlarda olan bir kız çocuğunun da benden habersiz, benle birlikte büyüdüğünü.

Batı sahillerine yakın küçük bir tren istasyonunun karşısında, beş katlı eski bir binada rastladım ona, ilk orada gördüm, Vera’ya benziyordu. Ben Nâzım’a benzemiyordum-benzeyemezdim de zaten ama o Vera Tulyakova’nın ruhunu taşıyordu sanki gözlerinin içinde. Bugüne dek sanatkârlar, çiftçiler, filozoflar, meyhane müdavimleri ve daha başka yerlerden başka insanlar çok defa tanımlamışlardır aşkı. Ben sadece şunu diyebilirim ki; her şiirin ilk mısrasıydı o benim için. Ve tüm vakitlerde seviyordum ben onu; seherde, gün batarken, gece yarısı, zamansızlıkta dahi zihnimin orta yerinde çakılmış duran bir çivi gibiydi. Ne tütün içerken, ne Don Kişot’u okurken ne de Vivaldi’yi dinlerken bir kez olsun git demedim hayaline hayalimden. Ve daima inandım ben ona. 

Şimdi aynılarımın bile aynı olduğu bir dünyada yaşıyor olsam da halen vazgeçmiş değilim bu inancımdan. Hayır, hata yapmıyorum. Emin olun ki, bir şeye inanmak hiçbir şeye inanmamaktan iyidir. Öyle ya! Kuşlar da olmasa kim seslenir gökyüzünden Âdemoğlu’na. Elde avuçta ne varsa işbilir bir tüccara yok pahasına kaptırıp, çıplak dallar misali öylece kalmaya benzer inanmadan yaşamak. Biz onunla zeytin ağaçlarının altında hayal kurarken de ben böyle düşünüyordum işte. O da böyle düşünüyordu, biliyorum zeytin ağaçları da böyle düşünüyordu. Ama düşündüklerimizden ziyade düşünemediklerimizdir, ruhumuzdaki o derin çukurların asli sebebi. Neylersin, rüzgârlar bağışlamazlar ve baltalar ağaçlara söz hakkı tanımazlar, tanımadılar da…

Saçlarında hürriyet fikirleri vardı onun.

O iyi ve güzel bir kadındı, Vera’ya benziyordu. 

Güz ormanları, yanık yapraklar ve tuz ovaları vardı dudaklarında…

Hayır, göz görmeyince gönül katlanamaz, gayretleri yok saymak sevdaya küfür gelir kanaatimce. Çünkü iki şey yazar insanın kaderinde yalnızca; doğmak ve ölmek. Geriye kalanları insan kendisi yazar…

Evsiz bir şarapçıdan işitmiştim;

“Dönülemeyecek kadar uzak bir yere gidemez kimse. Çünkü dönülemeyecek kadar uzak olan yer, aynı zamanda gidilemeyecek kadar uzak olan yerdir.” Böyle demişti bana. 

Bunu niye mi söyledim!  Çünkü bir gün bir akşamüzeri, kızıl gökyüzünün altında fabrikalara giderken işçiler. Ve köylüler omuzlarında tırpanlarıyla dönerken evlerine, sığırcıklar böcek taşırken taşların oyuklarındaki yuvalarına, saman çöplerinin aralarında eşelenirken fareler, kentler ölüme beş varken, sarhoşlar bağırırken ve Mayakovski’den şiirler okurken liseli gençler, bir gün bir akşamüzeri bırakıp gitti beni. Nedenini bilmiyorum ama haklı olduğu muhakkaktı. 

Çünkü bulunduğu yerde umudu olan insan gitmezmiş…

Gökhan Vural Kızılkuş
Latest posts by Gökhan Vural Kızılkuş (see all)
Visited 19 times, 1 visit(s) today
Close