Yazar: 19:00 Öykü

Kırmızı

Kızıl bu şehir, kızıl!  Gördüm de biliyorum. 

Çarkı döndürdüğümde avuçlarımın arasında şekillenen, ılık, kaygan, yumuşacık çamur gibi. Romantik ideallerine bedenini kurban veren o genç adamın, dağınık saçlarına oturttuğu beresindeki yıldız gibi. En ateşli rüyalarımda dudağımı boyadığım kıpkırmızı rujum gibi.

Ama ateşli rüya falan kalmadı ki artık. Boğucu, yapış yapış bir öğleden sonra, “Nasıl bu kadar geç kaldınız, nasıl fark etmediniz?” diye hayıflanan gözlüklü bir doktorun odasında bıraktım hepsini.

“Acil operasyona almam gerekli sizi, bir gün bile kaybedemeyiz,” demişti sonrasında metalik bir sesle.

“Peki sizin duygularınızı fakültenin kaçıncı sınıfında alıyorlar doktor?” diye haykırmak istemiştim olanca öfkemle. Bunca yıllık kadınım ben. Doğanın “Doğur” emrine harfiyen uydum. Aşık oldum, terkedildim… Aşık oldum, aldatıldım… Aşık oldum, seviştim… Aşık oldum, doğurdum… Aşık oldum… Aşığım! Sen git, o iğrenç, kıllı, yamuk  parmaklarınla başka kadınların karnına yapış. Bana verileni, bana öğretileni, hayatın devamını benden, içimden söküp alacağını mı söylüyorsun şimdi? Bu kadar kolay. Bu kadar hissiz.  Peki kadınlığım ne olacak benim? Hayallerim? Haykıramadım tabii ki. 

“Seyahate çıkıyorum ben,” diyebildim fısıltıya benzer bir sesle.

“İptal edin.”

“Mümkün değil. Her şey planlandı.”

“Bir gün bile kaybedemeyiz, sorumluluk kabul edemem. Döner dönmez yapıyoruz o zaman ameliyatı. Benimle irtibatı kesmeyin sakın. İlaçlarınızı almaya da devam.”

Floransa’dan kuzeye hareket eden bir trende, donmuş gözlerim, uyuşmuş duygularımla oturuyorum şimdi, başka bir coğrafyanın, başka bir yapışkan gününde. Önümde trene binmeden önce, istasyondaki büfeden alelacele aldığım ucuz Merlot şişesi. Plastik bardağa doldurup doldurup kadeh kaldırıyorum şerefime.

Salute! Bu kadeh sağlığıma gelsin… Salute! Güzelliğime… Salute! Sağlığıma… Sağlığıma! Bu da sana gelsin be doktor.  Çirkin, kısa, kalın parmaklarına… Salute!

Zihnim, o öğleden sonrada takıldı kaldı benim. O yapış yapış günün, ağır deri kokusuyla midemi bulandıran koyu, kasvetli doktor odasında.  “Nasıl fark etmediniz?” diyor metalik ses sürekli beynimin içinde. Evet, nasıl fark etmedim? Ağrılarımı susturmak için avuç avuç hapları yutarken, her bir damlasına şiddetle ihtiyacım olan kanımı oluk oluk pedlere boşaltırken. Nasıl fark etmedim? Neyi geciktirdim? Neyi duymak istemedim? Bilmiyorum ki. Bilemiyorum gerçekten. 

Bir yerde okumuştum sanırım. Trende oturduğumuz yön, siyasi görüşümüzü yansıtırmış. Yüzümüz trenin gittiği yöne bakıyorsa ilericiymişiz, ters yöne bakıyorsak gerici. Kim bilir ne zaman gelip zihnime yerleşmiş bu bilgiyi anımsıyorum o an ve bu seyahat boyunca  hep ters yönde oturduğumu fark ediyorum. Siyasi görüşüm değil belki ama önüme çıkan yeni hiçbir şeyi görmek istemiyor galiba gözlerim artık diye düşünüyorum. Aklım, arkamda bıraktıklarımda. Vedalaşamıyorum ardımda kalanla. 

Oysa ne derlerdi bana hep? “Hayat sana güzel Arzu”, “Yaşıyorsun bu hayatı Arzu”, “Bu kadar gezecek parayı, bu kadar enerjiyi nereden buluyorsun Arzu?” 

Öyle değil mi Arzu? Sen değil miydin dünyanın gizeminin peşinde, her bir taşı kaldırıp altına bakmak isteyen. Yeni ülkeler, yeni şehirler, yeni keşiflerle büyüyen, çoğalan, çoğaltan, üreten. Gördüklerini kusursuz kadrajlarda dondurup, başkaları da görsün diye yazan, yazan, durmaksızın yazan… 

Şimdi ise Trenitalia’ya ait bir trenin ikinci sınıf vagonunda oturmuş, ucuz şarapla düşüncelerini uyuşturmaya çalışıyorsun. Aklın, bacaklarının arasından akıp giden hayatında. Bakıyorsun fakat bu kez sen görmüyorsun. Kısıtlı bütçeni, kısıtlı zamanını genişletmek için inceden inceye hesaplardın ya seyahatlerini hani hep. Yolculuğun kaçıncı gününde, hangi saatinde nerede olacağını bilir, haftalık ders programı gibi şablonlar hazırlar, kalacağın otelleri, yemek yiyeceğin restoranları, kahve içeceğin kafeleri bile planlar not ederdin. Güneş en güzel nereden batar, bir şehrin en fotojenik köprüsü neresidir, hangi yazarlar, hangi ressamlar, hangi besteciler nerelerde yürümüş, nerelerde yemiş, nerelerde yaşamış, nerelerde üretmiş hepsini bilirdin. Ne oldu şimdi? Neden soldu her şeyin rengi?

Evet.  Doğru kelime bu galiba. Dünyanın rengi soldu bir günde. Sesini  kokusunu, tadını duyamaz oldum. Ne Milano’da Galleria Vittorio Emmanuele’de 9.80 verdiğim tatlının tadını anımsıyorum ne Como’nun huzur veren renklerini. Rapallo gecelerini ateşe boğan havai fişek gösterileri ne gözüme, ne kulağıma dokundu geçip giderken.  Peki Portofino’dan Dalida’nın şerefine bir kadeh beyaz şarap içmeden geçer miydi hiç o tutkulu kadın? Ya Floransa? Ponte Vecchio’nun akşam güneşi altındaki nefis profilini fotoğraflar, Medici ailesinin Floransa halkıyla didişmesini anlatır, Uffizi’ye girebilmek için önünde yatar, Michelangelo’nun David’inin yanından geçerken kalçasına bir şaplak atar, sokak konserlerinde keyifle el çırpardı.

Oysa Arzu, arzularını sentetik deri kokan karanlık doktor odasına gömüp geldi bu kez. Hayatının rengini, ışığını, kokusunu, tadını o karanlık, o yapış yapış odada bırakıp çıktı o akşamüzeri.

Şimdi, kulaklarımda dinmeyen bir uğultu, nereye çekiştirildiğimin farkında olmadan yürüyüp gidiyorum peşine takıldıklarımın. Ama La Spezia’da hipotermi krizi geçirdiğim akşam, Elif’in sıkıca üzerime örttüğü battaniyenin rengini hatırlıyorum bak. Kırmızıydı! Evet, damla damla eksilen kanımla boyanmış kadar kırmızı.  Dün gece, Floransa’da kaldığımız apartmanın üçüncü katındaki evimize tırmanmaya çalışırken birden nefesimin kesildiği, merdivenlere yığıldığım anda karanlığın içinden gelen o kesif rutubet kokusunu da hatırlıyorum çok net. Siyah beyaz fotoğraflara dönen dünyam hızla karanlığa gömülürken aklımdan geçen son şey; arkamdan, “En sevdiği şeyi yaparken ayrıldı dünyadan,” diyecekleri oldu. “Dünyayla oynaşırken.” Tiyatrocuların sahnede ölmesi gibi oluyordu işte benim de vedam. Sahnede! Ama artık göremediğim, duyamadığım bir sahnede. 

Ah bir ağlayabilsem… Bir ağlasam!

Elif’in, “Geldik abla,” diyen sesiyle sıyrılıyorum düşüncelerimden.

“Kalacağımız ev yakın mıydı teyze?”

“Yakın Umut’çum. İstasyondan çıkınca 900 metre dümdüz yürüyeceğiz.”

Umut elde harita, grubun önünde, Elif arkada, ben onların peşinde süklüm püklüm yürüyoruz cadde boyu. Seyahatimizin bu son durağını planlamaya vaktimiz olmamıştı. Orhan Bey’in muayenehanesinden çıktığım gün her şeyi bir kenara bırakmış, “Seç sen bir otel,” demiştim Elif’e. “İstasyona yakın olsun yeter.”

Tek kriteri istasyona yakın olan Airbnb evimizin suskun bir caddede olduğunu fark ediyoruz yürüdükçe. Çift taraflı dükkanların kapalı kepenkleri grafiti benzeri yazılar, resimlerle boyanmış. “Pazar mı bugün, dükkanlar neden kapalı?” diye sorgulardı eski Arzu olsa. Oyalanmadan geçip gidiyoruz yanlarından.

“64 numara,” diyor Umut. “Bulduk galiba. Telefonu var mıydı ev sahibinin, arayalım.”

“Bende var, mesaj atıyorum.”

“Biraz geride açık bir kafe görmüştüm. Birer espresso mu içsek mi beklerken?”

On beş dakika sonra  bir Vespa duruyor önümüzde gürültüyle.

“Gece bekliyordum sizi. PM yazmışsınız rezervasyona,” diyor gülerek Marcello.

Neyse ki yakınlardaymış, atlayıp gelmiş. Kapıyı açıyor. Küçük, kare şeklinde bir avluya alıyor bizi. Eski bir çeşmenin önüne yerleştirilmiş kararmış taş bankın, yaşı artık belirsiz, eğilmiş gövdeli kocaman bir ağacın önünden geçip giriyoruz içeriye. Bir yandan da sarmaşık kaplı binanın tarihini anlatıyor ev sahibimiz. Odaları, mutfak eşyalarını gösteriyor. “Her şey çok güzel,” deyip, lafı ağzında uğurluyoruz Marcello’yu.

“Yağmur yağacak sanki. Çıksak mı bir an önce?”

“Olur.”

Piazza Maggiore yolundayız az sonra. Revakların altında küçük grubumuz klasik yürüyüş pozisyonunu almış. Umut haritaya bakarken, bir taraftan da anlatmaya başlıyor.

“Kızıl Şehir olarak da anılan Bologna, Ortaçağ Mimarisinin birçok örnekleriyle doluymuş ve ismini de binaların çoğunun kırmızı tuğlalı olmasından alıyormuş. Aynı zamanda Bolonez sosa adını veren de bu şehirmiş. Ve lakabını hak edecek kadar solcu olmasıyla tanınırmış.”

Bir çırpıda bunları sayarken, dikkatimi çekip çekemediğini anlamak için beni süzüyor bir yandan da. İki yaşından beri benimle birlikte dünyayı dolaşan, en çok da gezerken eğlendiğimiz oğlum, yüzümdeki duvarın ardından eski annesini çıkartmaya çalışıyor en iyi bildiği yöntemle.

“Resimler ne kadar gerçek!” diyorum.

Verdiğim ilk yaşam belirtisiyle şaşırıp kalıyor ikisi de.

“Fotoğraflarını çekelim mi abla? Yazarsın sen sonra bunları,” diyor Elif tekrar kabuğuma çekilmemden korkarak.

“Yok, bakalım sadece.”

Önümdeki kapalı kepengin üzerinde kızıl kıvırcık saçlı, kocaman yeşil gözlü, çocuklukla genç kızlık arasında bir kız çocuğunun resmi var. Saçının telleri, burnunun üzerindeki çiller öylesine gerçek ki… Elimi canlanmasından korkarak resmin üzerinde gezdiriyorum.

“Bak bu da çok güzel,” diyor Elif, başka bir dükkanın önünde.

Yanına gidiyoruz. Ağır siyah demir kepengin üzerine, boydan boya  yaşlı bir adam resmedilmis. Kabarmış tel tel beyaz saçlarının yarısını örten kahverengi şapkasıyla sanki gizli bir objektife gülümsüyor. Yüzündeki çizgiler, gözünün içindeki parlaklık, yeşil ceketinin yakasındaki toz, kıvrılmış parmaklarının arasındaki sigaranın dumanı Rembrant’ın tablolarından fırlamış gibi.

Pejmürde yaşlı bir adam beliriyor yanımızda, kısık sesiyle İtalyanca bir şeyler söylüyor hızlı hızlı. Hırpani kılığından, elinin yüzünün kirinden, topaklaşmış saçlarından adamın sokaklarda yaşadığını anlıyoruz.

“Para istiyor herhalde,” diyor Umut. Tedirgin olup uzaklaşıyoruz yanından.

Yolun karşısındaki başka bir resme takılıyor gözüm o esnada. Karşıya geçiyorum. Dertop olmuş bir kadın var bu kez kepengin üzerinde. Dayandığı duvarın önünde kollarıyla karnına sarılmış sıkıca. Gözünden, kaybettiği şeyin acısını okuyabiliyorum. Fakat en önemlisi, renkleri ayırt ediyorum günler sonra ilk kez. Etrafıma bakıyorum, rengarenk bir sokak burası. Acı, sevinç, umut, özlem, bildiğim tüm duygular tel tel, ilmek ilmek, renk renk nakşedilmiş her bir dükkanın kapalı kepengine. Açık hava müzesinde gibiyiz. Tüylerim ürperiyor. Evsiz adam peşimizde hala. Yolun karşısına geçmiş, bize doğru yürüyor.

“Gidelim,” diyorum. “Dönüşte bakarız diğerlerine, bu adam rahat vermeyecek bize, anlaşıldı.”

Maggiore meydanına vardığımızda, ilk yağmur damlası düşüyor yüzümüze. 

“Tüh,” diyor Elif, “daha şehri göremedik”

Aynı anda çantasından üç paket tek kullanımlık yağmurluk çıkartıyor  Umut. Her birimiz üzerimize geçiriyoruz şeffaf yağmurlukları. Hızlı hızlı, Asinelli ve Garisenda Kuleleri’ni, Fountain of Neptune’i, Universita di Bologna’yı dolaşıp Maggiore Meydanına dönüyoruz tekrar. Yağmur da şiddetleniyor bu arada. Meydandaki kalabalık, revakların altına sığınmış.  Bir grup sokak müzisyeni yeni bir şarkıya başlıyor kemanlarıyla. Yumuşacık bir vals. Umut elini uzatıyor.

“Signora?”

“Islanırız.”

“Islanalım!”

Meydanın ortasına yürüyüp valse başladığımızda, kemancılar daha da coşuyor. Turistler elleriyle tempo tutarken, bazıları da fotoğrafımızı çekiyor. Anne oğul, yağmur altında, müziğin ritmine kapılmış dönüyoruz. Dönüyoruz… Döndükçe hafifliyorum. İçimden kurşuni dumanlar yükseliyor gökyüzüne doğru. Yanaklarımdan süzülüp dudaklarıma karışan damlaların tuzunu hissettiğimde, yüzümü ıslatanın sadece yağmur olmadığını anlıyorum. Ağlıyorum! Önce damla damla, sonra hıçkırarak, sonra sarsılarak ağlıyorum. Alkışlar sürerken yere çöküyoruz birlikte, Elif gelip yanımıza oturuyor. Bologna’yı yıkayan yağmurun altında, üzerimizde yağmurluklar, üçümüz birbirimize sımsıkı sarılmış ağlıyoruz…

Alkışlar susuyor. Müzik susuyor. Yağmur susuyor.  Şaşkın gözler hala üzerimizde, ama umursamıyorum. Basilica di San Petrino’nun üzerinden kocaman bir gökkuşağı bize gülümsüyor.

“Adam gitmiştir. Gidip resimlere bakalım mı?”

Köşedeki dükkandan aldığımız pizza dilimlerini kemirerek evin yolunu tutuyoruz. Sokağa vardığımızda bir sürpriz bekliyor bizi. Tüm kepenkler açılmış, kaldırıma masalar atılmış, neşeli şarkılar, mini etekli garsonlar, gülen yüzler, eğlenen insanlar… Birinin parmak şıklatmasıyla dekor aniden değişmiş, gün boyu içeride saklanan yüzlerce insan, demirden duvarları kaldırıp sokağa yayılmış sanki. Resimler canlanıp masaların arasına karışmış gibi. 

Ertesi sabah, “resimler” diyen kafa sesimin dürtmesiyle uyanıyorum. Ne olduğunu anlamalıyım. Uçuşan bol etekli, mavi uzun elbisemi askıdan alırken, Orhan Bey’e mesaj yazıyorum.

“Bu akşam dönüyorum. Ameliyat gününe karar verebilirsiniz.”

Tam kapıdan çıkarken Elif uyanıyor.

“Abla nereye?”

“Bruschetta yapıcam size, fesleğen almaya.”

“Geleyim mi?”

“Yok, erken daha. Yatın siz.”

Telefonum “bip” diyor o esnada.

“Yarın görüşelim muhakkak!”

Elimde fotoğraf makinem, ıssız aydınlığa adım atıyorum. Ilık temmuz sabahında, sokak bomboş yine. Parmak tekrar şıklamış, yüzlerce insan masalarını, sandalyelerini, bardaklarını alıp, kepenklerin ardındaki vampir uykusuna çekilmiş olmalı.

Kıvırcık saçlı kızın fotoğrafını çekiyorum önce. Sonra sigara içen adamın, melek kanatlı bir genç kızın.  Bak dün görmemiştim bu meleği. Görmüş müydüm yoksa? Acı çeken kadına yöneliyorum sonra. Allah Allah, dün ağlamıyor muydu bu kadın? Biraz geriye çekilip resmin tamamını kadraja sığdırmaya çalışırken ayağım bir şeye takılıyor. Arkama bakıyorum. Yerde kirli bir şilte, yarısı yenmiş bir elma, boş bir süt şişesi, devrilince kapağı açılmış teneke bir kutu var. Üst üste yerleştirilmiş başka kutular, boş kutuların içinde boy boy fırçalar.

Başımı çevirdiğimde onu görüyorum aniden! Üçüncü dükkanın önünde. Üzerinde aynı kirli kazak, belini iple büzdüğü buruşuk kumaş pantolon, yırtık ayakkabılar… Yere diz çökmüş, incili saçlı bir kadının ellerini boyuyor özenle.

Devirdiğim kutudan sızan boya, kaldırımı kırmızıya boyuyor.

Figen Koşar
Latest posts by Figen Koşar (see all)
Visited 9 times, 1 visit(s) today
Close