Yazar: 20:04 İnceleme, Kitap İncelemesi

Kederi Başkasına Devredenlerin Hikâyesi: Sarıyaz

Mahal Edebiyat olarak ağustos-eylül sayımızda Mahir Ünsal Eriş’i konuk ediyoruz. Türk Edebiyatının kendine has bir sese sahip yazarlarından Mahir Ünsal Eriş’in, daha önce Olduğu Kadar Güzeldik kitabını okumuş; çok beğenmiştim. Dosya çalışmamız için ise Sarıyaz’ı inceleme fırsatı buldum. Bu yazımızda önce kitaba dair genel değerlendirmelerde bulunup daha sonra, öykülere daha yakından bakmaya çalışacağız.

Sarıyaz’a Genel Bir Bakış

Sarıyaz, Can Yayınları etiketiyle okuruyla buluşuyor. İlk baskısı 2019 yılında yapılan kitapta sekiz öykü yer almakta. Utku Lomlu’ya ait dikkat çekici bir kapak tasarımıyla kitap, okuru görsel olarak da kendine çekiyor. Kitabı bitirdiğinizde hem kapak tasarımının hem de kitabın isminin ne kadar doğru seçilmiş olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz.

Kitapta yer alan öyküler, çeşitli oranlarda birbirine değiyor denilebilir. Mekânsal açıdan değerlendirecek olursak öykülerin tümü aynı kasabada geçiyor ve bu kasaba, yazarın kitabının sonunda teşekkür ettiği “Çocukluğunun Bandırma’sını” akıllara getiriyor. Eriş, Güney Marmara’nın edebiyatımızda yeterince işlenmeyen, bakir bir coğrafya olduğunu söylüyor. Fakat yazarın belirttiği gibi tasvir edilen kasabanın, şimdide var olan bir yerden ziyade yazar için yitirilmiş bir cenneti resmettiği söylenebilir. Buna ek olarak yazar, mekânın varlık duygusunu güçlendirdiğini düşünüyor. İleride değineceğimiz gibi öykülerin hemen hepsinde karşımıza çıkan güçlü tasvirlere de bakıldığında, Mahir Ünsal Eriş’in öykülerini kurarken mekâna ne denli önem verdiği görülüyor. Yazar, bir söyleşisinde, “Çocukluk, memlekettir.” diyor. Buradan da bizi yitirdiği cennetine, yer olarak herkesin birbirini tanıdığı, küçük dertlerin günleri doldurduğu bir kasabaya zamansal olarak da kendi çocukluğuna, davet ediyor.

Öykülere zaman bağlamında yaklaştığımızda; yaşanan olayların çölden geldiği düşünülen ve tüm gökyüzünü kaplayan sarı bir tozun gölgesinde -ki bu atmosfer öyküleri masalsı bir evrene çekiyor denilebilir- ve depremin yaşandığı bir hafta-on günlük bir zaman diliminde gerçekleşiyor. Öykü mekânlarında ve zamanında sunulan bu sınırlanmışlık, öyküler arasında organik bir bağ oluşturmuş. Bu durum da okurun kitaba bağlanmasını hızlandıran etmenlerden biri.

Öykü karakterlerine yakından bakılacak olursa Sarıyaz; “Şengül” ve “Gül Özlem Gül” öyküleri hariç erkek karakterlerin daha yoğun olarak işlendiği bir kitap olmuş. Yazar bu kitapta, hayatının farklı dönemlerini yaşayan birçok erkek karakterin iç dünyasını hem kişisel hem de toplumsal problemlere dair aradığı- aynı zamanda bulmaktan korktuğu- çözümleri ustaca işlemeyi başarmış. Bunun yanında Eriş, her biri zihnimizde yer eden kanlı canlı karakterler yaratabilmiş bir yazar. Bir röportajında, karakterlerine ve mekânlarına kıyamadığını, bazı karakterlerinin hatırına geldikçe hâlâ içinin sızladığını belirtiyor. Bizler de bu kitabı okuduktan sonra bazı karakterleri gönlümüzün bir köşesinde uzun süre taşıyacağımızı anlıyoruz. Şengül’ü tanıdığımızda onun kimsesizliğini içimizde hissediyoruz, Mıstık olup tüm o bekleyişe ve isyana kendimizi kaptırıyoruz. Turna olup göğün üstünde dönmeye devam ediyoruz dünyanın saf kötülüğüne rağmen. Özlem ile Fazıl’ı karşımıza alıp konuşmak, adeta omuzlarından tutup sarsmak istiyoruz. Bu hissin bizde uyanmasını sağlayan da Eriş’in güçlü üslubu.

Kitaptaki metinlerin dilini incelediğimizde diyebiliriz ki: Mahir Ünsal Eriş dilin kendisinde meftun bir yazar ve dile karşı beslediği bu heyecan metinlerine de sızmış. Kurgusal metin yazarlığının yanı sıra çevirmenlik de yapan yazarın dile olan hakimiyeti, öykülerdeki gerek mekân tasvirlerinde gerekse ruh tahlillerinde kendini gösteriyor. Eriş, öykülerinde çeşitli manevralar yaparak bir anda hiç beklemediğimiz sokaklara çıkartıyor bizi. Kitabın kurgusunun yanında dilinin de okura lezzet verdiği açıkça söylenebilir.

Öykülerin Yapısal Analizi

Yazımızın bu bölümünde Sarıyaz’da yer alan öyküleri yer, zaman, kişiler ve olay örgüsü bağlamında elimizden geldiğince inceleyeceğiz. Bunu yaparken olay örgüsü ile ilgili ayrıntılara çok fazla değinmemeye çalışarak daha çok öyküde yaşananların okurda bıraktığı temel hisler üzerine eğilmeye çalışacağız.

Şengül

“Günlerim bomboş kalmıştı Şengül gidince. Sabah serininde babaannem saçlarını örüklerken ben Şengüllerin çardağına bakıyordum. Cevizin yaprağı arasından sızan ışığın divanın üstünde Şengül’ü arayışını izliyordum. …Zaman geçmiyordu. Akşam olmuyor, annem bir türlü işten gelmiyor, ben bir türlü büyümüyordum. Kalkıp yollara düşüp Şengül’ü arayamıyor, şu bahçe kapısından fırlayıp önüme gelene onu soramıyordum.”

Kitabın ilk öyküsü olan “Şengül” öyküye ismini veren ana karakter ve onun sarsıcı hikâyesi üzerine şekilleniyor. Şengül, analığı ile yaşayan bir çocuk ve biz öykü boyunca onun ötekileştirilmesini içimizde hissediyoruz. Anlatıcımız ise Şengül’e dair hayranlık/aşk benzeri duygular besleyen küçük bir çocuk. Haliyle biz onun hikâyesini bu küçük çocuktan dinliyoruz. Çocuğun annesi bir fabrikada çalışmaktadır ve gün içinde çocuk ile Şengül arasında mahrem zamanlar yaşanır. Şengül onu kucağına alır, öper koklar. Kendi sevilmemişliğini sanki bu küçük çocuğu severek ruhundan akıtmak ister. Şengül hayattan alacaklıdır, konuşmasa da bunu biliriz.

Öyküdeki tasvirlere bakıldığında, çocuğun gözünden Şengül’e dair yapılan tasvirler oldukça hoş ve ayrıntılı. Bunu yanında Eriş, mekâna ait ayrıntıların ışıkla, kokuyla buluşmasını okura çok güzel aktarmış. Kitabın diğer öykülerinde merkeze oturacak olan gökyüzündeki sarı toz ve deprem, bu ilk öyküden itibaren hem kahramanlarımızın hem de bizim hayatımıza giriyor. Öykünün sonu hem Şengül hem de kasaba halkı açısından sert bir şekilde bitiyor. Öykünün diline bakıldığında ise halkın kullandığı benzetmeler ve kelimeler karşımıza çıkıyor, bu da bizim öyküye çok yakın bir yerden bakabilmemizi sağlıyor.

Sarı

“Kendi başına gelmeyen felaket ne güzeldir. Can çekişen birini izlerken insan yaşadığı korkunç üzüntüyü büyütür büyüttükçe, ölenin kendisi olmadığından duyduğu sevinç görünmesin diye.”

Metin, bir çocuk üzerinden anne, baba ve aile kavramlarını irdeliyor. Mıstık, yurtdışında çalışmaya giden babasının hem fiziken hem de ruhen eksikliğini hisseden bir çocuk. Bu açıdan öykünün ana meselesini bir baba oğul çatışması oluşturuyor dersek yanılmış olmayız. Bir yandan aile çatışmasını merkeze alan öykü bir yandan da deprem akşamını çok iyi tasvir ediyor. Acı ve korkunun yanına bir anda, depremin hasarsız atlatılmış olmasının da etkisiyle, neşe ekleniyor. Mahir Ünsal Eriş, küçük yerde yaşanan böylesi sarsıcı bir deneyimin insanlar üzerindeki etkisini iyi analiz etmiş. Deprem sebebiyle sokaklara dökülen insanların arasında okuyucuyu ustaca dolaştırabilmiş. Sadece deprem değil, felaket kavramının kendisi üzerine söyledikleri de insanoğlunun çeşitli halleri üzerinde bizi düşünmeye itiyor. Gizleyebildiğimizi sandığımız yanlarımızın, ruhumuzun oyuklarının, yazar tarafından dile dökülmesi bir nebze bizi rahatsız etse de yazarın tavrını cesaret verici buluyoruz.

 Ayrıca Mıstık’ın hikâyesi bir küçük karşılaşma anı ile “Sevgi Çağının Sonu” öyküsüyle de iç içe geçiyor. Öyküler/karakter arasındaki bu tip kesişimler bize ortak bir evren yaratma bağlamında Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti kitabını da anıştırıyor.

Beyefendi

“Düşle gerçek arasında

Bir koşudan sanki çoğala çoğala

Gelip yitivermişti çarçabuk

beyaz kulelerle bayraklar arasında “

“Beyefendi” öyküsü, Melih Cevdet Anday’a ait bu dizelerle başlıyor. Mahir Ünsal Eriş’in, Melih Cevdet Anday’ı çok sevdiğini ve genç kuşakları edebiyatımızın bu önemli kalemiyle tanıştırmak istediğini biliyoruz. Bu açıdan “Beyefendi” öyküsünün kitap içerisinde Eriş için de ayrı bir yeri var diyebiliriz. Kitabın tüm öykülerinin başında şaire ait birer şiir olsa da bu öyküyü kitapta yer alan diğer öykülerden ayıran bir şeyler var.

Öykü, küçük bir kasabada, matbaa işleten iki kardeşin etrafında şekillense de geri planda yine sarıyaz ve deprem motifleri dikkat çekiyor. Öykünün başında yer alan şiirde de geçen rüya imgesi, öykünün ana izleklerinden birini oluşturuyor. Bu rüya, matbaanın sahibi Yahya’nın rüyası. Rüya imgesinin kendisi düşünüldüğünde bir yanıyla hatırlamaya bir yanıyla da unutmaya dayanan bir imge olduğunu görürüz. Yahya da hatırlamakla unutmak arasında gidip gelen bir karakter. Bulmak ve yitirmek, hatırlamak ve unutmak karşıtlıkları düşünülürse, rüya ile hikâyedeki beyefendinin varlığı arasındaki bağlantı daha da dikkat çekici bir hale geliyor.

Gül Özlem Gül/ Sevgi Çağının Sonu

Özlem, bu kitabın belki de en dikkat çekici karakterlerinden biri. Bu öyküyü ve Özlem’i dikkat çekici kılan şey kitabın son öyküsü “Sevgi Çağının Sonu” ile olan ilişkisi. Bu yüzden biz yazımızda, her iki öyküyü aynı potada eritmeye çalışacağız.

Özlem ile kocası Fazıl’ın iki ayrı yitik ruh olduğunu anlatan bu iki metin, evlilik kurumunun bireyde yarattığı sıkışmışlık hissi, toplumsal ve ekonomik sıkıntıların ilişkilere etkisi, iletişimsizlik gibi konularda okuru düşünmeye itiyor. Birinci metinde eksenimiz Özlem iken ikinci metindeki karakterin, bunu metnin sonunda anlasak da Özlem’in bize anlattığı eşi Fazıl olduğunu öğreniyoruz. Burada da Mahir Ünsal Eriş okurla oynuyor adeta. Yaşananlara bakışımızı asıl belirleyen şeyin anlatıcı olduğunu fısıldıyor. Hayat ya da dar manada ilişki kavramları düşünüldüğünde doğrunun tek olmadığını, eğilip bükülebilen bir şey olduğunu bize hatırlatıyor. Özlem ile Fazıl yıllardır ev diye aynı mekânı paylaşıyor olsalar da aslında iki yabancı. Bu öykülerde dikkat çeken şey, iki ayrı karakterin iki ayrı öyküde bu sıkışmışlık hissinden nasıl kurtulacaklarına dair bulmaya çalıştıkları çözüm. İlk hikâyede Fazıl’a kızıyoruz bolca, fakat sıra onun hikayesine gelince “Ah be Fazıl!” demekten kendimizi alıkoyamıyoruz. Kitabın geneline yayılan bir motif diyebileceğimiz deprem bu öyküde hem bir tabiat olayı hem de iki karakterin içine düştüğü bir ruhsal sıkışmışlık halinin sembolü olarak değerlendirilebilir. Çünkü hem Özlem hem de Fazıl bu iki öykü boyunca giderek artan bir iç gerilim içerisindeler. Ve birbirlerinin depremlerinden zerre kadar haberleri yok, bu en sarsıcı nokta kanımca. Özlem de Fazıl da aynı evdeler fakat öyküleri ayrı. Sadece bu metafor bile bize ilişkiler hakkında çok şey söylüyor. İkisi de ayrı rüyaların peşindeler, birbirlerinin ne yaşadığından, hayattaki açmazlarından bihaberler. İkisi de aynı çatı altında, iki ayrı neyi beklediğini bilmeyen bu insanlar, öykülerin sonunda kendi yıkımları ile karşılaşıyorlar denilebilir.

Ecevit, Öpücük

Hem öykünün ismi hem de teması oldukça ilginç denilebilir. Bir yanıyla insanoğlunun gelişim evrelerinin en kritiği denilebilecek ergenliğe yaslanan bu öykü bir yanıyla da aile ilişkilerini ve ergenlerin topluma bakışını bünyesinde barındırıyor. Toplumun erkek çocuklara yüklediği kalıplaşmış şemalar, bunun ergen bir birey üzerindeki görünmez baskısı ve ergenliğin kendi içinde barındırdığı çalkantılı ruh hali, öykü karakterlerinin davranışlarını yönlendiren temel itki diyebiliriz. Cinselliğin hem toplumun hem de ergenliğin merkezinde yer alan bir konu olduğu, iki yeniyetme aracılığıyla okura aktarılıyor. Yazarın da bir söyleşisinde dediği gibi, ergenlik atlatılması gereken bir hastalık ve biz bu öyküde iki ergenin yer yer hastalıklı, ama aynı zamanda kendi komedisini de içinde barındıran hallerine tanık oluyoruz. Yaşamak istedikleri cinsel deneyimle küçük ilçede yaşamanın verdiği handikaplar arasında sıkışan iki arkadaşın yaşadıkları, komik olmasının yanında duygusal bir tınıyı da beraberinde taşıyor. Bu öykünün diğer öykülerle ortak yanı, yine yazarın sarıyaz diye tabir ettiği haftaya ve depreme denk gelmesi. Buna ek olarak Türkiye siyasi tarihinin önemli bir figürü olan Ecevit isminin bu öyküde bir muhabbet kuşuna verilmiş olması da acıyla harmanlanmış hayatlarımızın içindeki komediyi bize çağrıştırıyor.

Gece Nöbeti

Bu öykü için, kitabın en gerilimli öykülerinden biri desek sanırım yanlış olmaz. Diğer öykülerin de ardında gördüğümüz işsizlik, kapitalist düzenin kıskaçları, aile içi gerilim, bireyin ruhsal açmazları ile olan mücadelesi, bu öyküde de mevcut. Anlatılan, Özkan’ın öyküsü ve biz sayfaları çevirdikçe artan bir gerilimle karakterimizin sonunu merak ediyoruz. Özkan arada kalmış biri. Babasıyla kendisi arasında kalmış, fabrikayla hayalleri arasında kalmış, hayatla ölüm arasında, uykusu ile uyanıklığı arasında kalmış. Ve bu uykusuzluk, öyküde onun sonunu getiren şey oluyor. Öykünün başkişisi Özkan’da, Dostoyevski’nin Raskolnikov’unu hatırlatan ayrıntılar var. Karakterimiz de ruhsal bir açmazın içerisinde ve bu açmaz onun uykularını da uyanıklığını da bulanıklaştırıyor. Bu belirsiz ve arada kalmışlık hali okuru, gerilimi iliklerinde hissetmeye davet ediyor. Sözün kısası, Mahir Ünsal Eriş, bu öyküde karakterle özdeşim kurabilmemizi ustaca sağlamış diyebiliriz.

Dedemin Turnaları

“Aradan geçen bunca yıldan sonra o (Turna) yaşlanırken dedem gençleşmiş ve aralarındaki yaş farkı böylece kapanmış gibiydi. Sevgi ve vefa duygusunun uzak diyarlara sonsuzca uçabilmekten bile kıymetli olduğunu, tüm dünyanın etrafında dört dönebilecekken burada bu ihtiyara yarenlik etmenin nasıl da göçücü bir kuşun kalbini çalabileceğini göstermişti bize Turna.”

Kendisi, kitapta en etkileyici bulduğum öykü oldu. Öykünün merkezinde üç kişi var: dede, torun ve turna. Evet, ana karakterlerden biri turna ve öyküyü özel kılan temel sebep de turnanın öyküdeki/hayattaki duruşu. Öykümüz, bir sahil kasabasında geçiyor. Bu bağlamda diğer öykülerde olduğu gibi “Dedemin Turnası”nda da yazarın çocukluğunu geçirdiği Bandırma’yı düşünmeden edemiyoruz. Öyküde anlatılanların sarıyaza ve depreme denk gelmesi, kitaptaki diğer öykülerle onu aynı evrene dahil etmemizi sağlıyor. Kitabın bu yapısı sayesinde biz, yazarın muhayyilesinde tuğla tuğla ördüğü bir şehre/ kasabaya buyur edilmiş oluyoruz. Bu kitapta yer alan her bir karakter, sanki bir anlığına da olsa bir yerlerde rastlaşmıştır demekten kendimizi alamıyoruz.

Ketum denilebilecek bir dede ile artık yetişkinliğini yaşayan bir torunun yer yer gerilen ilişkisi ile bu yaşlı adamın bir turnayla kurduğu derin bağlılık, öykünün merkezinde yer alıyor. Mahir Ünsal Eriş, torun ve dede üzerinden para, hayat, ölüm gibi kavramlara dair iki farklı bakış sunuyor. Öykü bu ilişkiler ağının yanında, rant elde etmek için insanların ne kadar duygusuz davranabileceğini gözler önüne seriyor. Yazar bize, hayatın saf kötülerle dolu olduğunu bir kez daha gösteriyor, biz ne kadar kıyısında köşesinde kalmaya çalışsak da kötülük insana bazen çok sinsice yaklaşıyor. Farkına varmadan çoktan bir kötülüğe bulaşmış veya çanak tutmuş oluyor insanoğlu. Öykü bu konular üzerinde de okuru derin okumalara davet ediyor. Kitap bitiyor bitmesine de Turna, hep gönlümüzün bir köşesinde kalıyor. Onun hâlâ ara ara gelip o dedenin evinin üstünde uçtuğunu hayal etmek istiyor insan, bir iyiliğe tutunmak ister gibi…

Sonsöz

“ne güzel yangındı o yangın

herkes yeniden yaşadı ve unuttu

yaktığımız mutluluğu unutma”

Melih Cevdet Anday’ın bu dizeleriyle açılan kitap, şairin de dediği gibi içimizde bir yangın çıkartıyor. Mahir Ünsal Eriş, daha kitabın başından uyarıyor bizi, “bazı yangınlar güzeldir ey okur, hazırlan, bu öykülerden sonra sen de benim yangınıma dahil oluyorsun” diyor ince ince. Kitaptaki öyküler, hatırlamak ve unutmak arasında gidip gelen bir sarkaç misali, bizi sürekli sarıyaz ve depreme götürüyor.

Kitap hakkında olumsuz manada söyleyebileceğim tek şey ise Mahir Ünsal Eriş’in bir söyleşisindeki cümlelerden sonra kafamda belirdi. Yazar, Sarıyaz’dan sonra başka öykü kitabı çıkarmayı düşünmediğini söylemiş. Bunun nedeni, bu öykü kitabındaki öykülerde de gizliden gizliye kendini hissettiren bir nostalji tutkusu olabilir mi diye düşünüyor insan? Çünkü yazarın kitapta bize kurduğu evren, tüm öykülerin aynı kasabada geçmesi ve bazı öykülerdeki kişilerin birbirini tanıyor oluşu bizi ister istemez Eriş’in çocukluğunun geçtiği Bandırma’ya götürüyor. Kendisinin de “Çocukluk, memlekettir.” sözünü düşünürsek, bu geçmişe takılıp kalma korkusu yazarı öykü türünden başka türlere yönelten ana etmen olabilir. Yine de zevkle okuduğumuz bu metinler için, Turna’yla, Şengül’le, Özlem ve Fazıl’la bizi tanıştırdığı, bizi kendi yangınına dahil ettiği için yazara teşekkürler.

Editör: Onur Özkoparan

Kaynakça:

  1. Yekta Kopan’la Yazar Söyleşileri – Mahir Ünsal Eriş
  1. Zeytin Dalı: Mahir Ünsal Eriş ile “Sarıyaz”
  1. Mahir Ünsal Eriş’in “Sarıyaz” adlı öykü kitabı üzerine
  1. https://tr.wikipedia.org/wiki/Mahir_%C3%9Cnsal_Eri%C5%9F
Visited 46 times, 1 visit(s) today
Close