Koruya vardığında onu göl kıyısındaki bankta beklerken buldu. Önceki gün belki iyi gelir diye aynı yerde oturmuş, ince dalların kırışık bir tül gibi sararak kalın dalları yumuşatmasındaki zarafeti uzun uzun seyretmişti. İçinde bir türlü yatıştıramadığı bir telaş vardı. Rüyasında da saçları dökülmüş, kalan saçlarıyla kel yerleri örtmek için gece boyunca aynanın karşısında uğraşıp durmuştu. Sabah giyinirken olacak her şeye hazırlanıyor gibiydi. Geçen kış satın aldığı, kanat açmış kuş şeklindeki küpelerini taktı. Onu bir daha göremeyeceğini düşünüp üzüldüğü günleri hatırladı.
Karşısındaydı işte. Hafifçe doğrulup el salladı, yeşil gözlerinden ışıklı bir dalga yükselip Ela’nın yüzünü aydınlattı. Saçlarındaki beyaz teller daha da belirginleşmişti. Başka biri gibiydi.
Birer kahve alıp yürümeye başladılar. Kışın solgun ışığı altında her şey hüzünlü bir dokunuşla uzaklaşıyordu sanki. Aralarında ne geçtiyse, ne olduysa, hepsi… Yolun sağında yaşlı sedir ağaçları, solunda genç salkım söğütler sıralanmıştı. Ne konuşacağını bilmemenin telaşı ikisinde de hissediliyordu. Köprüye geldiklerinde kollarını ahşap korkuluğa dayayıp etrafı seyretmeye başladılar. Ela biraz daha yaklaştı. Saçları rüzgârda kıvrılarak savruldu. Kısacık bir anda ışığın rengi değişti, havanın kokusu… Birlikte manzaraya baktılar. Bir tarafta birbirine geçirilmiş gibi üst üste sıralanmış irili ufaklı evler, karşısındaysa ormanı andıran koruluk.
Şimdi nasıl oluyor da özlemle yanında duruyorum bu adamın diye düşündü. Tek cümleyle hayatından çıkarmıştı Ela’yı. Bir şey vardı aralarında. İsmini koyamadıkları bir şey. Kimsenin suçu yoktu. Defalarca denemişlerdi. Birbirlerine kırıcı sözler söylemiş, arayıp sormayı kesmişlerdi. Ama ne zaman yorgunluktan sızıp kalsalar ikisi de yine aynı rüyayı görüyordu işte.
“Uzun zamandır hiçbir şeyden tat almıyorum. Karanlıkta bekliyor gibiyim.”
“Ben de.”
İlk ışık parçası düşmüştü aylar sonra. Tespih ağaçlarından sarkan küçük boncuk tanelerine bakarak koruda yürümeye devam ettiler. Şubat ayından beklenmeyen sıcaklıkta bir rüzgâr aralarından geçti.
“Bunları tazeyken toplayıp kurutuyorlar. O zaman içleri dolu dolu oluyormuş.” Kargaların havalandığı ağaçta yeşil bir papağan göründü. “Papağanların İstanbul’a nasıl geldiğini biliyor musun?”
Ela “Bazıları kamyon kazası diyor, bazıları gemi.” dedi.
İçinde hem kamyon hem gemi geçen bir hikâye anlattı. Gülümsediler.
Bir sahne geldi aklına Ela’nın. Yıllar önce aynı parkta yaralı bir papağan bulmuşlardı eski sevgilisiyle, tam da ayrılık konuşması yaparken. Karga kafasına vura vura yaralamıştı zavallı kuşu. Tepesindeki yolunmuş tüylerin arasından kanlar sızıyordu. Eski sevgilisi bir türlü bırakıp gidemiyordu. Sen bu papağan gibisin, bırakırsam yaşayamazsın, demişti de çok ağırına gitmişti. Yaşamıştı pekâlâ. O da öyle mi hissediyordu? Neden bir türlü bırakıp gidemiyordu Ela’yı.
Caddeye çıktılar. Markete uğrayıp karısının siparişlerini alacağını söyledi: “Taze süt, yarım kilo zeytin, çamaşır deterjanı…” Yağmur hafif hafif atıştırmaya başlamıştı. Ela’nın yanağına bir öpücük kondurdu. Vedalaştılar.
Editör: Hatice Akalın