Hey gidi Karadeniz
Doldi da taşamadi
Etmiyelum sevdaluk
Edenler aşamadi.
(Kazım Koyuncu)
“Deh hayde!”
Elindeki değnek ile katırı dürterken sidiğinin kokusunu da içine çekiyordu.
” Amma da işedin he, seni gavur. De hayde, daha çok işimiz var.”
Garip bir haz duymuştu az önceki kokudan. Islak toprak kokusu, hatta kül kokusu da böyle etkiliyordu onu ama bu iğrenç sidik kokusundan hazzetmesine anlam veremiyordu.
“Biri duysa ne kınar, hasta mıyım ne?”
Duyduğu bu hazzı unutmak istercesine hızla savurdu değneğini katırın kalçasına. Geride bıraktığı sarımtrak, köpüklü toprak parçasının kendisini etkilemesinden utanmış, oradan hızlıca uzaklaşmak istemişti.
Katırın sırtı kurumuş ot doluydu. Otları, boğum boğum yapıp semere yüklemişti. Gücü tam yetmemiş olacak ki boğumlar yeterince sıkı olmamış, otlar sallanıp duruyordu. Allahtan katır, ağır aksak bir mizaçtaydı da hızlı hareket etmiyordu. Yoksa hozandan topladığı tüm otları patikalarda yerlere sere sere getirir, otluğa varıncaya semerde bir şey kalmazdı. Belki yarım saate gelinebilecek yolu bir saate ancak gelebildiler. Yol boyunca ağzında hep tutturduğu türkü vardı.
“Ha bu akan dereler
Denizlere dolacak
Söylesena sevduğum
Sonumuz ne olacak
Oy gidi Karadeniz
Sardi dört yanumuzi
Ander kalsun sevdaluk
Alacak canumuzi”
Vardıklarında omzundaki tırpanını kenara bıraktı. Babası, kasketini ters çevirmiş otların üzerinde uzanmıştı. İyice yaklaştı, horlama seslerini duydu. Dünyanın en tatlı uykusuna dalmıştı. Otlukta otların üzerinde uyuyan yorgun insanın uykusunun lezzetinin, bilmeyenlere anlatılamayacağı bir andı bu. Ama oğlu biliyordu. Kıyamadı babasına seslenmeye. Ben boşaltayım diye düşündü.
“Seni gavur, orda yeşil otları yeme, gel buraya hazıra kon. Sana hiçbir şey vermemek lazım ya neyse. Bi dur bi dur şunları boşaltayım sırtından, zıkkımlanırsın.”
Yüklerin altından üstünden geçirdiği ince urganı sökmeye başladı. İlk horum yere inince katır, aniden havalandı. Olduğu yerde şaha kalkar gibi bir iki huzursuzlandı. Başını salladı, yeri eşeledi, geri geri gitmeye çalıştı.
“Ne oluyor gavur, bi dur!”
Duvarın içine sokulan küçük hayvanı son anda fark etti. Katırı huzursuz eden şeyin küçük bir yılan olduğunu kuyruğundan anladı. Etrafına bakındı bir taş parçası bulup duvara fırlattı, çoktan gitmişti giden.
“Pis mahluk defol git!”
Gözünü duvardan çekip katıra yönlendirince hiç de hoşa gitmeyecek şeyi gördü. Paldum kalçadan çıkmış, karın kayışı ve semer ters dönmüş, katır boğulacak hale gelmişti. Var gücüyle semeri düzeltmeye çalıştı. Ancak otlarla dolu semerin ağırlığı gücünün çok üstündeydi. Beceremeyince çaresiz babasına bağırdı.
“Baba yetiş!”
“Vay geçmişi s… ne ettun ula böyla!”
Sinkaflı küfürler konusunda babasının eline kimse su dökemezdi. Ailenin hatta köylünün alay konusuydu küfürleri. Ama bu sefer diğerlerine nazaran hafif bir küfürle yerinden fırlamış semerin altından katırı hızlıca çekmişti.
“Çabuk karşıya geç şerefsuzun evladi!”
“Baba yılan varidi duvarda, oni kaçurem derkan oldi.”
“Kes sesun da çek eycana!”
“ Benum ne suçum varidi da?”
“ Beni naya çağırmadun?”
“E uyiyidun…”
“Uyiyem ula bundan onemli mi?”
“ Ben yapardum.”
“He yaptun he, katuri gebertican olan o olcak!”
“Her yaptuğum suçtur da…”
“Sen ey iş yap o suç değildur, katiri boğman suçtur.”
“He baba he!”
“Ola seni dögmadığuma şükret de sus gavurun uşaği!”
Otlar boşaltılmış, katır kurtarılmıştı. Babası “Ben biraz daha kestureceğum.” deyip kendine yaptığı ottan yatağına çoktan gömülmüştü. Oğlu ise katırı ahıra bağlamış, babasının getirdiği azığını yemeğe koyulmuştu. Önce tandır ekmeğini ısırıyor, sonra küflü peynire yeşil soğanı daldırıp dilinde oluşan acılığa aldırış etmeden bir iki çiğnemede yutuyordu. Birkaç dakika sonra doymaya başlayınca eline telefonunu aldı. Farklı bir dünyaya daldı.
Amacı fotoğraflarla takipçi kasmak olan kırmızımtrak kamera resmine dokundu telefon ekranında. Takip ettiği yüzlerce kişinin gönderilerini hızlıca kaydırdı. Arkadaşlarının tatil fotoğraflarını beğendi, kahve pozlarına yorum yazdı.
“Oo kardeşim yakıyorsun!”
“Vay kanka hayırlı olsun yakışmış!”
“Mekân da sen de efsosun, afiyet olsun pampa.”
“Senin bu güzellik şaka mı?”
Hikâyeleri çevirdi, hızlı cevap emojilerine dokundu. Bir tane de ben atayım diye kafasını kaldırdı. Ahırın kapısında, ineklerinin su içtiği oluğun başında oturuyordu. Lastiklerine yapışan pisliği çimenlere bir sağ bir sol yaparak temizledi. Selfie yapmak için telefonunu kendine doğru tuttu. Ekranda kavrulmuş tenini, amele yanığı yanaklarını gördü. Üstüne giydiği geçen yıldan kalma küçülmüş pantolona ve anasının zorla “Yazuktur iş yaparken gey bare,” dediği sararmış okul formasına baktı. Kendiyle alay eder bir tebessüm fırlatıp tekrar oturdu yerine.
Geçen gün yayladan manzara resmi atınca yorumlar coşmuştu.
“Yaşıyorsun bu hayatı kral!”
“Ay bu yeşillik halis mi?”
“Orada semaver çayı içmek için neler vermezdim yaaa…”
Okudukça dudakları yana kayıp gülümsedi. “Verseydin, Bodrum’a gitmektense köydeki nenene gitseydin.” yazmak istedi de “Bir gün mutlaka beraber kanka.” yazdı.
Köy güzellemesi, doğa romantizmi modaydı. Köyün yeşilini görüyor seviyor ama otunu sapını çöpünü görmüyor, sevmiyorlardı. Hayvan seviyorlardı ama sadece kedi ve köpeği. Katırı sevmeyi bilmiyorlardı. Ahıra baktı, kafasını sallayıp tekrar telefona daldı.
Kırmızımtrak kameradan çıktı, mavi kuşa dokundu, ülkenin gündemi ile kendi gündemi bambaşkaydı. Yine de bir iki siyasi tweet’i retweetledi, birkaç hashtag tıklayıp beğeni yaptı, gol atamayan futbolcuyu linçledi, sarmadı. “Burası ne kasvetli arkadaş dünyada hiç iyi bir şey yok anasını satayım!” dedi, çıktı.
Kanalıma bakayım dedi hızlıca. Kimsenin bir şey beğendiği yoktu. Abone olduğu kanallarda yeni videolar yüklenmişti. Ünlü bir parfümün reklamını yapıyordu makyajcı kız. Makyaj videolarını, kızın yüz hatlarına yakından bakmak isteyen, cilveli konuşmasına meftun erkekler de izliyordu, o da onlardandı. Az önceki koku geldi bir anda aklına,
“Bir gün parfümünü yapıyorlarmış bir de ne gülerim he!”
Kaydet yaptı hızlıca, sonra izlerim diye düşündü. Falanca youtuber filanca markanın bilmem kaç dolarlık karavanını tanıtmış, milyon izlenme almış bir günde. “Vay anasını…” deyip onu da kaydetti. Bir an içinde Nazlı ile kendini hayal etti. Türkiye turu yaptıklarını, şehir şehir gezdiklerini düşledi. Gündüzleri şehrin sokaklarında geziyor akşamları yiyor eğleniyor, geceleri ise uygun bir yerde konaklıyorlardı hayalinde. Hayallerine farklı görüntüler girmeye başladı, yüzü kızardı, içinde bir ateşlenme, tövbe dedi çıktı oradan da…
Yeşil mesaja bastı, artık kendine yakın bir alana girince daha rahatladı. Bir iki grupta yazışma gördü, hızlıca cevapladı birini, diğerine görüldü yaptı çıktı. Asıl önem verdiğini sona saklamıştı. Nazlı yazmış da yazmıştı.
“Aşkım ne yapıyorsun, bugün birlikte film izleyelim mi, yani tabii sinemada olsak süper olur ama Netflix’ten birlikte açıp izleyelim diyorum sanki yan yanaymış gibi…”
“Aşkım yaaa niye cevap vermiyorsun?”
“Kızlar haklı mı başka birileriyle mi görüşüyorsun? Mesajlarımı görmüyorsun, geç cevap veriyorsun, geçiştiriyorsun…”
“Aşkımm??”
“Ulan şerefsiz!”
Birkaç dakika aralıklarıyla yazılmış bir sürü mesaj… Nazlı hem sınıf arkadaşı hem sevgilisiydi ama aslında tanımıyor bilmiyordu Osman’ı. Köy kahvesinde boşuna dememişti bir dede, küflü peyniri bilmeyen, kuymağı beceremeyen kızdan gelin olmaz diye. Nazlı ne sidik kokusunu bilirdi ne küflü peynir kokusunu. Şimdi ona aldatıldığını düşündüğü şeyin katır olduğunu nasıl anlatabilirdi. Kendisinden, ailesinden, yaşamından utanmıyordu belki ama anlaşılamayacağını biliyordu. Sanal ve gerçek kıskacında tıkanmıştı delikanlı. Bir tarafta çocukluğunun geçtiği Karadeniz yaylaları, diğer tarafta ise yatılı okuduğu büyük şehir ve telefon ekranının içindeki yeni dünya… Osman nereye ait olduğunu kestiremiyordu.
“Aşkım kusura bakma bu ara çok sıkı ders çalışıyorum, malum bu yıl sınav senesi. Sen yaz ben ara verdikçe cevaplayacağım. O kızlara da Osman’ın benden başkasını gözü görmezmiş de. Aşkım, ilerde bir karavan alır mıyız?”
Editör: İlknur Sıdar Gülbay
- Ölü Yoldaşı - 30 Ekim 2023
- Katır - 25 Eylül 2023