Yazar: 19:00 Öykü

Kamburun Sürüklediği

Sınıftaki herkes Bâki’ye gülüyordu. Sebebi de sınıfın en sevilen, en komik öğrencilerinden Ozan’ı çileden çıkarmasıydı. Öyle ya, kim bilir ne yapmıştı da Ozan gibi birini bu kadar sinirlendirmişti. Tüm sınıf gülerken konuşmalar da birbiri ardına geliyordu.

“Konuşma lan kimseyle. Huzurunu kaçırma bu sınıfın!”

“Bırakın şu çocuğu ya, ne olduğu nereden geldiği belli değil. Dönemin ortasında çat diye sınıfa getirdiler, arkadaş olmamızı bekliyorlar bir de!”

Sınıf ahalisinin de söylediği gibi Bâki dönem ortasında aniden buraya dahil olmuş ve okuldaki en akıllı ama en yaramaz öğrencilerin olduğu sınıfa yerleştirilmişti. Öğretmenlerin amacı onun iletişim problemini çözmek, akıllı ve atılgan öğrencilerle biraz daha açılmasını sağlamaktı. Lakin atladıkları nokta şuydu; Bâki hayatında hiç pes eden biri olmamıştı. Dış görünüşünde insanları rahatsız eden kamburuyla, o yaşta birlikte yaşamak zorunda kaldığı kafasındaki yarıkla oldukça özgüvenli, insanlara yanaşmaktan korkmayan biriydi. Belki de öğretmenlerin yanlışı tam da bu noktadaydı. Onu daha sakin çocukların olduğu bir sınıfa koysalar zaten kendi kendine açılabilirdi. Fakat şu an bulunduğu sınıf, durmadan onun üstüne gidiyor, o ne kadar arkadaşlarına yaklaşmaya çalışsa da ergen topluluğu onunla dalga geçmeyi daha eğlenceli buluyordu. 

Tüm sınıfın ona gülmesinin nedeni de Ozan’ın şu cümleleriydi, “Ulan Bâki, biraz insana benzesen seni ciddiye alacağım. Benimle muhatap olma birader!”

Ne kadar çabalasa da insanlarla iletişim kurmayı bir türlü beceremiyordu. Belki de sorun, fazla çaba sarf etmesiydi. 

Ozan sınıfın arka tarafındaki peteğe dayanmış dururken Bâki karşısına geçmiş ve onunla konuşmaya çalışmış, Ozan ise birden bağırmaya başlamıştı. Sonrasında da her zamanki gibi kahkahalar ve dalga konulu cümleler…

Ozan, Bâki’nin yanından ayrılıp arkadaşlarının yanına geçmesine rağmen o, hâlâ Ozan karşısındaymış gibi peteğe bakmayı sürdürüyordu. Tüm sınıf arkasında onunla alay ederken Bâki hiç kıpırdamamış, Ozan’la konuştuğu pozisyonda kalmıştı. Sanki donmuş gibiydi, kahkahalara ve söylenenlere kulak asıp tepki vermemesi Nergis’i çok korkutmuştu. Nergis, sınıfta Bâki’yi seven tek kişiydi. Ona arkadaşlarının gözünden bakmıyordu. Bâki ne zaman köşeye sıkışsa, ona ablalık yapıp sahip çıkıyordu. O gün de sınıftaki tek farklı ses ondan çıkıyordu.

“Neye gülüyorsunuz? Hem sen ne oldu da bağırıyorsun bu kadar?”

Bâki, Nergis’in sesini duyduğu an odağını toplamayı başarsa da bu sefer de utancından arkasını dönemiyordu. O, ablası gibi daima peşindeydi. Nergis’in kızgın ses tonunun ona verdiği güven, geçen yıl terk etmek zorunda kaldığı bir zamanlar huzur dolu olan, şimdiyse koca bir enkazdan ibaret köyünü hatırlatıyordu. Ülkenin yaşadığı büyük depremde yüz binlerce ölünün yanında kendisini kurtulduğu için şanslı sayıyordu. Halbuki deprem onun vücudunda dalga konusu olacak izler bırakmıştı. Ama Bâki’nin karakteri o kadar güçlüydü ki bunların hiçbirini bahane etmeden, coğrafyanın onu sürüklediği bu şehirde yaşamaya çalışıyordu. Ailesini kaybettiği için teyzesinin evinde yaşamak zorunda kalmıştı ve hem evde hem yeni sınıfında dışlanmasına rağmen yüzü her zaman gülüyor, insanlarla iletişim kurmaya çalışıyordu. Bu masum niyetin farkında olan sadece Nergis’ti. Çünkü “ölüm” acısını çevresinde en iyi anlayacak oydu. Aynı acılar, insanları birbirine sürüklemekten başka hiçbir işe yaramazdı. Benzer acıları yaşayan insanlar aynı noktalarda birbiriyle buluşur, ya birbirlerine daha çok bağlanır ya da misliyle bu acıları birbirlerine yaşatırlardı.

Nergis, bundan birkaç yıl önce hayatında en sevdiği kişiyi, anaç ruhunun varoluş sebebini, erkek kardeşini yitirmişti. Kendisinin yara bile almadığı trafik kazasında takla atan arabadan fırlayan kardeşini kollarında kaybetmişti. Sarsıntı ve çarpışmanın etkisiyle kardeşinin kollarında aldığı şekli, Bâki’nin şu anki haline benzetiyordu. Sırf bu yüzden bile içindeki onu koruma içgüdüsünü bastıramıyordu. 

Aylar geçti. Bâki’nin dış görünüşü, son zamanlarda iyice zayıfladığından, artık çevresinde alaylı gülümsemeler değil acıyan bakışlar uyandırıyordu. Nergis, bu zayıflamanın sebebini sorduğunda Baki olanları anlatmıştı. Zaten her şeyini bir tek ona anlatırdı.

“Birkaç ay önce okuldan çıkıp eve dönerken başıma bir iş geldi.” 

Eve dönüş yolunda eski konsolosluk binasının önünden geçerken omzuna saçaktan bir parça düşüyor ve bayılıyor. Yoldakiler ayıltıp hastaneye götürdüğünde önemli bir şeyin olmadığına kanaat getiriyorlar ve Bâki, eve geç de olsa dönmeyi başarıyor. Eniştesi bıkkın bir halde nerede kaldığını soruyor, sonrasında çok önemsemiyor. Yemek saatini kaçırdığı için de aç karnıyla uyumak zorunda kalıyor. 

Nergis, “Ee, ne yani bir gece aç yatmışsın sonuçta. Kalıcı bir hasar mı oldu sonrasında?” diye sordu. 

Bâki, yüzünde acı bir gülümseme ile karşılık verdi.

“Hayır. Ama annem babam olsa yemek var mı diye sorardım. Varsa yerdim, yoksa annem hemen bir ekmek kızartır, üstüne salça sürer doyururdu beni. Yemek olup olmadığını utancımdan soramadım. O gün bugündür de iştahım yerinde değil, açlık hissimi kaybettim sanırım.”

Nergis bir şey belli etmemek için sahte gülümsemeye aynı şekilde gülerek, “Salak, öyle şey mi olur? Öğle molasında tost yiyeceğiz seninle, hem de çift kaşarlı. Çok saçma bir neden bu, açsan yemek yersin bu kadar basit. Bir de aklıma başka bir konu takıldı. O konsolosluk yıllardır kapalı, yukarıda koskoca tabela var, “Saçakların altında durma.” yazıyor. Nasıl görmezsin de o taraftan yürüyebilirsin?”

Nergis bu sorudan sonra, sorduğuna yıllarca pişman olacağı cevabı işitti.

“Şey, kamburumdan dolayı yukarı hiç bakamıyorum ki.”

Gözünün önünde kardeşinin son görüntüsü beliren Nergis’in gözünden akan yaşlar saklanabilecek cinsten değildi. Ama Bâki’ninki gibi bir vücudun karşısında kör noktaya geçmek oldukça basitti. Omzuna elini atıp onu döndürdü, yukarı bakıp gözyaşlarını sildi ve birlikte yürüyerek sınıfa çıktılar. Yaşadıkları acılar, ikisini ortak bir kadere sürüklüyordu. Gün geçtikçe birbirlerini daha çok anlamaya başladılar. Bâki, artık eskisi gibi içindeki yalnızlığı bastırmak için insanlarla iletişim kurmaya çabalamıyordu. Çünkü kendini ispatlama evresini çoktan geride bırakmıştı. Onun için tek önemli kişi Nergis’ti. Fakat insanların acı dolu bakmasındansa ona gülmelerini tercih ederdi. Evet bunu inkâr edemiyordu. Dalga geçmek için bile olsa insanların ona güldüğünü görmek mutluluk vericiydi. Kimsesi yoktu, hayatı Nergis’ten ve onu mutlu etmeye çalışmaktan ibaretti. Kendisine iyi baktığında onun mutlu olacağını biliyordu. Onun neden bu kadar üstüne titrediğinin, kendisine herkesten başka davrandığının da farkındaydı. Bu ince çizgide ustaca yürüyebiliyor, kamburunu bir tek Nergis’in gülümsemesini görmek için zorluyordu. 

Kavurucu sıcaklarla dolu bir yaz tatilinin ardından, okul tekrar başlıyordu. Okul açılalı bir hafta olmasına rağmen Bâki ortalıkta yoktu ve arkadaşı onun için endişelenmeye başlamıştı. Telefon kullanmadığı için son çare öğretmenlerine sormayı düşündü. Öğretmenleri Nergis’i özel olarak odaya çağırdıklarında durumun iyi olmadığını anlamıştı. Gittikçe hızlanan nabzını hissedebiliyor, sakin kalmak istese de bunu pek başaramıyordu. Felaketin geldiğini damarlarında her zamankinden fazla basınçla pompalanan kan akışından anlayabiliyordu. Bâki’nin omurgası artık onu yürütmediği için fazla hareket edemiyordu. Bu yüzden de okula devam etme şansı kalmamıştı ve teyzesi bu durumu okul başlamadan öğretmenlerine bildirmişti. Nergis haberi aldıktan sonra ilk iş ailesinden, arkadaşının adresini okuldan almalarını ve ziyarete gitmeyi rica etmişti. Annesiyle birlikte Bâki’yi ziyaret eden Nergis, karşılaştığı manzarayla neyin içine sürüklendiğini şaşırmıştı. Görünüşünden, iyice gökyüzüne hasret kaldığını anlayabiliyordu. Teyzesinin misafir karşılama nidalarına rağmen Bâki, tıpkı Ozan’la yaşadığı olaydaki gibi arkası dönük şekilde bahçede değneğine yaslanarak yeri izliyordu. Konuşmaları dinlemesine, arkadaşının geldiğini anlamasına rağmen arkasını dönmüyor, istifini bozmadan öylece duruyordu. Çekindiği zaman hep bunu yapardı. Nergis’in gelmesini hiç beklemiyordu ve bu görüntüsüyle onu üzeceğini bildiği için hırçınlaşıyordu. 

“Bâki, nasılsın?”

Hayatı oradan oraya sürüklenerek geçen, coğrafyanın en acı dolu noktasında yaşam süren, ama her şeye rağmen etrafına gülücük saçan Bâki, belki de hayatında ilk defa sesini yükseltmişti.

“Git buradan!”

“Seni görmeye geldim, zaten tatilde hiç görüşemedik. Ben düşünemedim, iyisin sandım. Bilseydim önceden gelirdim.”

“Önemli değil, hiç önemli değil. Sadece git buradan.”

“Neden? Hadi dön bana bak, gerekirse ben okuldan sonra gelir çalıştırırım seni. Hiçbir şeyden geri kalmazsın, ben yanındayım. Tatil boyunca seni arayıp sormadığım için özür dilerim.”

Nergis, sorunun tatildeyken arkadaşına ulaşmaması sanıyordu. Halbuki bu hiç dert değildi. Bâki’nin sağlığı kötüye gitmeseydi bunu Nergis de dert etmezdi.

“Ondan değil Nergis, iyi yaptın. Arayıp sorma beni zaten. Kaderimin beni sürüklediği felaketi gördüm. Başkasının da bu felaketin içine sürüklenmesini istemiyorum. Hepimizi bekleyen bir son var, bunu biliyorum. Ama beni bekleyen son, diğerlerinden daha yakın belli ki. Lütfen git Nergis!”

“Gitmiyorum! Anlamıyorum böyle davranmanın nedenini!”

Nergis artık sinirlenmişti. Bu raddede Bâki’nin boynunu eğip ona uyum sağlaması gerekirdi. Çünkü aralarındaki iletişim hep bu şekilde ilerlemişti. Ama Bâki, asla alışıldığı gibi davranmıyordu. 

Nergis dizlerinin üstüne çöktü, üzüntüden bağıra çağıra aynı şeyi sorup tekrarlıyordu. “Neden, neden, neden… Neden böylesin, neden benimle birlikte mücadele etmiyorsun, aptal!”

Bâki değneği kenara fırlattı, yüzünü döndü. Yere bakarak gözyaşları içinde, “Çünkü kardeşin yine ölmüş gibi hissedeceksin! İstemiyorum!”

Bahçede koca bir sessizlik hâkimdi. Deprem gibi, dünyanın en büyük felaketlerinden birinin sürüklediği bu küçük çocuk, sürüklendiği coğrafyayı haykırarak susturmayı başarmıştı. Belki de onun kaderi, nerede olursa olsun bulunduğu yeri acının merkezi yapmasıydı. Benzer acılar bu iki arkadaşı birleştirmiş, zamanla birbirlerine daha çok bağlansalar da daha büyük acılara onları sürüklemişti.

Annesi, kızının neden bu kadar arkadaşının üstüne titrediğini şimdi anlıyordu. Diğer evladı aklına gelmiş ve kızının acısına o da katılmış, gözlerindeki yaşa hâkim olamamıştı. Sanki o an her şey durmuş, bütün gökyüzü, bütün kuşlar, kaldırımlar, ağaçlar bu iki arkadaşı izliyordu. Bu sözün üstüne söylenecek pek bir şey yoktu. Nergis durumu kabullenemiyordu ama bir yandan da arkadaşına hak vermeye başlamıştı. Onun yerinde kendisi olsa, böyle bir fedakarlığı yapabilir miydi, onu hayatta tutan tek insanı elinin tersiyle itebilir miydi, bilmiyordu. Uzak bir köyden hayatının merkezine düşen bu hasta bedeni gün geçtikçe kaybediyorlardı. Durumun en çok farkında olan da bu bedenin sahibiydi.

Artık her şey bitmişti, Bâki, kalan son günlerini bahçedeki sandalyesinde yeri izleyerek geçiriyordu. Evdekilere yük olmamak adına yalnızca elzem durumlarda yerinden kalkmayı tercih ediyordu. Başka bir boyutta belki de her şey daha farklı olabilirdi: Bâki Köyde çalışıp didinerek şehirde güzel bir üniversite kazanabilir, mühendis olabilir ve sonrasında da çok güzel bir kadınla evlenebilirdi. Yaşanamamış ve yaşanamayacak olan bu ihtimallerin yanında Nergis’le tanışmasının pişmanlığını duyuyor, ona aynı acıları yaşattığı için kendini suçluyordu. Son zamanlarda, daha önce hiç ilgisi olmamasına rağmen okumaya ve yazmaya merak salmıştı. Yanında bir kitap ve aklına gelenleri yazmak için kalemle not defteri bulunduruyordu. Yazdıkları içten içe hoşuna gidiyordu. Kısa sürede şiirin gizli sırrına erişebilmişti. Şiir, dil bilgisiyle veya teknikle alakalı bir kavram değildi. Şiir yazmak için çok bilmek değil çok yaşamak gerekirdi: Acı dolu, keder dolu yaşamak… Nihayetinde şu dörtlükle her şeye veda ediyordu:

“Ben bir kambur, ömrünün son deminde

Bir zamanlar huzurluydu yaşadığı köyünde.

Vakit doldu taştı acı ve keder içinde

Nereden baksan 100 yıl yaşamışımdır kısacık ömrümde.”

Editör: İlknur Sıdar Gülbay

Kerem Aydın
Latest posts by Kerem Aydın (see all)
Visited 26 times, 1 visit(s) today
Close