Yazar: 18:00 Öykü

Kadının İsmi

Bazen unuttuğumu varsayıyorum. Hiç düşünmüyorum. Bahanem oluyor yorgun gözlerim. Ne uyuyorum ne de seni seyrediyorum. Susmasını bilene, konuşmak da iyi geliyor, “Nasılsınlar” olmadan. Bazen hiç solumuyorum sabahları. Güneş çarpmıyor yüzüme, sersemletmiyor. Sonra ellerim geziniyor kumral saçlarında. Dalga dalga dökülüyorsun içime. Denize benziyorsun hiç mavin olmadan. Sen benim denizimsin çünkü. Seni ben boyadım. Ama bazen… Tüm bunları unuttuğumu varsayıyorum.

İki kere sertçe vuruldu kapı. Sonra açıldı. İçeri kadın girdi. Ben ona “kadın” diyorum. İsmini biliyorum tabii. Ve konuşurken daima ismiyle hitap ediyorum ona. Ama yine de “kadın” diyorum ben ona, kendimle kaldığım zamanlarda. Veya herhangi birisi sorduğunda. Yüzü var kadının, gizlenmiyor da üstelik. Ama hâlâ bir ismi yok. Hiçbir şey için “Yapamam” demiyor asla. Pes etmeyi değil, direnişi öğreniyorum ondan. Ama her isyan, onu bastırmak için yepyeni bir formül de bulmamı sağlıyor. Galiba en çok otoriteyi seviyorum ben. Ve işte o sevdiğim şey sayesinde, geniş bir odanın iyi çalışan klimasının altında oturuyorum şimdi.

Bocalamamıştı kadın. Çünkü kararsızlığı, gizemli olabilmek için kullanmıyordu benim gibi. Olduğundan çok daha iyi görünmeye gayret ederek yaklaştı masama. İçi boş, tanıdık bir gülümseme yerleştirdi yüzüne ve elindeki dosyayı uzattı. “Hazır mı?” diye sorarken, göz ucuyla duvar saatini kontrol etmiştim. “Evet. Erken bitirdim biraz.” Zamanın değiştiremediği şeylerden bir tanesiydi yumuşacık sesi. Her zaman ılımlı, kontrollü ve güven veren biri olmak, üzerinden hiç çıkartmak istemediği bir elbise gibiydi. Başımı sallayarak onaylamıştım. Sonra dosyanın kenarından tutarken, imza atmam gereken yerden bir anlığına ayrılan gözlerim, o minik ellerine kayıp gitmişti. Aklıma gelmişti derhal. Birlikte gittiğimiz bir sinema filmi, ellerine dokunabilmek için attığım kırk takla ve imdadıma yetişen, büyük boy patlamış mısır kutusu. Sonra et doğrarken kestiği parmağına bant sarışı… Çocuk avutur gibi gülümsedikten sonra yemek pişirmeye devam edişi… Ve tabii bir de, hastayken saçlarımı okşayan ellerindeki deterjan kokusu. Mis gibiydi. Durdum. Her şeyin ortasında saçmalamak gelmişti içimden o an. “Seni çok özledim” demek istedim. Gerçekten çok saçma olurdu bu, sustum. Onu özlemediğimi düşünürdü muhtemelen veya özlemem önemsizdi artık.

“Günlerden ne bugün?” kendi sorularıma herkesten evvel kendimin cevap vermesine bayılırdım. “Çarşamba.” Kafamı kaldırım kadına baktım uzun uzun. Ufacık bir matematik, beni derhal doğru sonuca ulaştırmıştı. “Bugün öğleden sonra perşembenin işini, yarın da cuma gününün işini yapacaksın.” Kafasını sallayarak onayladı. Dalgın görünüyordu, hoşuma gitmemişti bu. Devam ettim: “Demek ki cuma günü için izin isteyeceksin.” Onu kendimden bile iyi tanıyordum sanki. Çok emindim bu cümleyi kurarken. “Evet. Oğlum ameliyat olacak” dedi. Ve bu sihirli cümle onu kadın olmaktan çıkarmıştı o dakikada. Her şey büyüyordu. Sevgi, özlem, saygı, bağlılık… Ve büyüdükçe de uzaklaşıyordu benden. Unutmaya çalıştığım çok önemli bir şey vardı sanki. Ve o, bana bunu derhal hatırlatmıştı.

Gözlerimi kapattım. İçime dökülmüş upuzun dizeler buluverdim. Odam yeterince serindi ama içimde iklimi belli olmayan bir türkü yanıyordu alev alev. “Özlersin turuncu yaprakları kış biterken. Derin bir oh çekersin sabahları, ılık yudumlara alışmalı dudakların. Sonra belki mutluluğu ararsın belki de mutsuzluğu, telefonun ucunda. Ancak sinyal sesinden sonra onu çok sevdiğini söylersin, o bile fısıltıyla, duymasın diye, duyarsa belki yalan söyler diye, alıştıra alıştıra ruhunu yalnızlığa. Tekrar özlersin turuncu yaprakları. Bir sene daha geçmiştir çünkü. Kış her zaman gider ama eninde sonunda geri de döner, onun gibi yapmaz. Ama özlersin işte. Bir daha dokunsun, tekrar ismimi söylesin diye vazgeçersin unutmaktan ve bir yalan da sen söylersin sevgiline.” İyi ki gözleri görmeyen şu mısralar anlamıştı beni. Onlar da olmasalar…

Eve gidiyorum. Hayatıma dokunmaya devam ediyor kadınlar. Bu kez başka birisi. En az benim kadar yorgun ve en az benim kadar düşünceli. “Günün nasıl geçti?” diye soruyor ve ne söyleyeceğimi merakla dinliyor gözlerimin içerisine bakarak. Nedense bu sorulara cevap vermeyi bir türlü öğrenemedim ben. Kafa sallayıp “İdare ederdi. Senin nasıldı?” demek ve doğruca koltuğa uzanmak kötü bir alışkanlık. Bir kez olsun farklı davranmak istiyorum. Çünkü biliyorum, sıra dışı bir şey söylersem ve gerçekten ilgilenirsem onunla, özlemeyi de bırakacağım bir kenara. O da beni sevecek, ben de onu. Belki de sevmek, kuru gürültü olmaktan çıkacak. Veya kumaşı cinsellik olmayan bir elbiseye dönüşecek sevgi. Biz de derhal soyunup bu elbiseyi geçireceğiz üzerimize. O da “kadın.” O da gizlenmiyor ve onun da ismi neredeyse kullanım dışı. Sevmeyi yeni öğreniyor gibiyim onu seyrederken. Devamlı dolanıyor etrafımda. Oradan oraya, bir odadan diğerine. İsmi dudağımın ucunda ama seslenemiyorum bir türlü. Yığılıp kalıyorum koltuğa işte. Ve anlıyorum. Sevmeyi öğrenmek bile çok zor. Küçük kızımızın ezberlemek zorunda olduğu şiiri tekrarlıyorlar birlikte. Sesleri uzaktan gelip çarpıyor kulaklarıma. Farkında olmadan eşlik ediyorum onlara. O güzel şiiri dinlerken kaybediyorum ben o kadını. O da gidiyor, anne oluveriyor bir an evvel. İsmi hala yok.

Hayatımı kuşatan olgun kalabalığa bir yenisi daha ekleniyor. Annemle konuşuyorum uzun uzun, hiç sıkılmadan. Bir süre sonra neden bahsettiğimizin bir önemi kalmıyor. Bolca dikkat etmemiz gereken şeyleri fısıldıyoruz birbirimize. Sesinden aldığım güveni başka hiçbir şeyde ve yerde bulamıyorum. Ufak bir çocuğun savunmasızlığı ve sırtını hemen dayamaya olan meyli devamlı üzerimde annemle konuşurken. Onun da bir kadın olduğunu unutuyorum. Oysa sahip olduğum tüm çizgiler onun fırça darbelerinin eseri. Telefona sarılıyor kulaklarım. Annemi dinliyorum. Kadının ismi belli: Anne. Hepsinin ismini anımsamamı sağlıyor annem. Hayatımdaki tüm kadınların isimlerini…

Umut Kaygısız
Latest posts by Umut Kaygısız (see all)
Visited 7 times, 1 visit(s) today
Close