Yazar: 19:32 Anlatı

İzmir Seyahatnamesi

Az önce Instagram’da İzmir imzasına dair bir paylaşım yaparken, “Edebiyatın en güzel tarafı kilometrelerce uzaktaki insanları yakınlaştırması ve kaynaştırmasıdır,” dedim. Bu sözümde ne kadar haklı olduğumu yola çıkma sebebimden anlayabiliriz.

***

İzmir’e gidiyorum. Yoldayım. İmza ve söyleşi günlerinin bir yenisi. Kırklareli’nden tam saatinde hareket ediyoruz. Eskişehir’e giderken otobüsten yana bir dizi talihsizlik yaşamıştım. Saatinde gelmeyen otobüs, farklı firmaya yönlendirme, koltuk üstüne koltuk satmalar. Neyse ki bu sefer öyle olmuyor. Yağmurlu bir Kırklareli akşamında başlıyor İzmir yolculuğu.

Yolda olan insan hayal kurmalıdır. Hayal kuramayan insan, bir bakımdan ölü insandır. Gökte tek tük yıldız. Gözlerim ağır ağır uykuya teslim olurken hayale kapılıyorum. Mavi bir kristal kürenin içindeyim. Ne oradan kendi başıma kurtulabilirim ne de biri bana yardım edebilir. Üstelik yardım eden biri olursa küreyle beraber dağılabilirim. Belki bu sıkışmışlık otobüste olmaktan, oturmaktan, yolu izlemekten başka meşgalemin olmamasından ötürüdür. Dışarının soğuğunu camdan duyuyorum. Ara sıra müstakil evler görüyorum. Gece bu, ne doğurur bilinmez.

Otobüs duruyor. Bir tır yoldan çıkıp çamura saplanmış. Vinç bekleniyor. Beklemek. Ne beklemekten ne de bekletmekten hoşlanırım. Gel bir an önce vinç.

Temmuzdaki İzmir imzasından önce Kordon’da Ferdi, Sabri ve ben oturmuş bira içerken bir falcı kadın gelmiş, baklaları avcumun içine atmış ve falıma bakmıştı. Tesadüf bu ya. Belki karşılaşırız, diye geçiriyorum içimden. “Dünya küçüktür. Söylediğin hiçbir şey gerçek olmadı. Dileğim yüz vermedi. Ama seni öykümde kullandım,” desem mi. Derim demesine de nasıl karşılanır. Falcı kadın ne dediğimi anlar mı. Etraftaki insanlar ne düşünür. Lakin dünya küçüktür. Bu karşılaşma neden olmasın ki.

Vinç geliyor. Edirne, Uzunköprü, Keşan, Gelibolu. Ve Asya toprakları: Çanakkale.

İzmir’e geldiğimde saat beş. Başar Bey beni alıp eve götüreceğini söylemişti ama bu saatte rahatsız etmek istemedim. Yazıhanelerin karşısındaki oturma alanında, evsiz ve benim gibi gecenin bir vakti gelip sabahı bekleyen birkaç kişinin arasından geçip bir koltuğa kıvrılıyorum. Korkmuyorum. Korku bir şey uman insanlar içindir.

Bir saat uyuduktan sonra mesaj çekiyorum. Bu mesajı sesli bir şekilde tekrarlıyorum: İzmir’deyim. Başar Bey gelip beni alıyor. Ailesiyle tanışıyorum. Eşi Evrim Hanım ile Ankara’da tanışmıştık. Annesi ve çocukları Doruk ile de bu vesileyle tanışmış oluyorum. Güzel bir kahvaltının ardından kahve ve güzel bir sohbet. İmzadan, ne konuşacağımızdan, edebiyat dünyasından. Bu anda dedikodu yapılabilir, yapılması aslında yazılı olmayan bir kuraldır.

İmzanın yapılacağı Pia Kitabevi’ne geçiyoruz. İlk kez asansörlü otoparkı deneyimliyorum bu esnada. Teknoloji nasıl da gelişiyor. Ama aklımın almadığı bir şey var. Biz aracı koyuyoruz, bir şey onu alıp yukarıya çekiyor. Aracın kontağı bizde. Araç yukarı çekildiğinde onu kim alıyor, nereye koyuyor. Aklım almıyor bunu. Bir şey keşfeden bir Arap tavrıyla, “Allah Allah, Allah Allah,” diyorum içimden. Mekânı organize ediyoruz. Sonra bir şeyler içip rahatlamak için Travelers’ Pub’a geçiyoruz. Falcı burada falıma bakmıştı. Yılmaz ailesiyle otururken gözüm bir yandan da falcıyı arıyor. Ama yok. Belki de verdiği baklayı beklemeden denize attığım için ve bunu İstanbul’da Kadıköy-Beşiktaş vapurunda yapmama rağmen –martılar haber getirmiş olacak ki. Duymuş ve bana küsmüştür. Öyle mi.

Tekrar Pia’ya geçtiğimizde tek tük insan gelmiş.  Mahal’i kurduğumuz ilk andan beri hem yazar hem de okur olarak bizi destekleyen Aykar Sönmez Hocamız da burada. Kısa bir sohbet imkânımız oluyor. Bana kitabımla ilgili olumlu ve olumsuz eleştirilerini söylüyor. “Dakikası Dakikasını Tutmayan Bir Adamın Öyküsü” üzerine konuşuyoruz. Gözlem yeteneğimin bir kez daha kendini göstermesine seviniyorum.

Söyleşiye geçiyoruz. Dışarıda olduğumuz için sesimizi yüksek tutuyoruz. Mahal’den, Sarı Vosvos’tan konuşuyoruz. Başar Bey’e Beni Hatırla ve öykü yarışmasını kazanan öyküsü “Âlemin O En Yağmurlu Gecesi” üzerine sorular soruyorum. Keyifli geçen söyleşinin ardından imzaya başlıyoruz. Bu sırada dergimizin yazarlarından Gülçin Hanım’ı görüyorum. Yazınki imzada da vardı. Kendisini gördüğüme önce seviniyor sonra yazılarını göndermeyi kestiği için ona sitem ediyorum. İmzanın asıl sürprizi ise sonlara doğru bir beyi görmemle yaşanıyor. Havanın kararmaya yüz tuttuğu bir anda, sokağın köşesinde uzun boylu, orta yaşlı bir adam beliriyor. Bana sürpriz yapmak isteyen bu adamcağız kendisini fark etmemle mahcup oluyor. Kırklareli’nden tanıdığım akademisyen ve yazar Tuncer Bey, “Kırklareli’ndeki imzaya yetişemedim, burada yakalayayım seni, diye çıktım geldim,” diyor. Çocukça bir mutlulukla teşekkür ediyorum. İlk kitabım Muallim Sabri’nin elimdeki son nüshasını da Pia’da bize yardımcı olan Dilber Hanım’a imzalayıp veriyorum. Bir söyleşiyi de ardımda bırakmanın rahatlığıyla derin bir nefes alıyorum.

Akşam yemeğine geçmeden önce arabayı almaya gidiyoruz. Aklımdaki deli sorular yine beliriyor. Bu sırada Onur Özkoparan arıyor. İmzadan, söyleşiden, gelişmelerden sohbet ediyoruz. Yeni söyleşi ve imzalar için daha inançlı hale geliyoruz.

Karşıyaka taraflarında harika bir restorana geçiyoruz. Hem öğlen içtiğim biralardan ötürü hem de bir süredir yaşadığım problem nedeniyle rakı içerken biraz zorlanıyorum. Ancak ilaç aldıktan sonra rahatlıyorum. Sofrada hep güzel şeylerden, pozitif, umutlu şeylerden söz ediyoruz.

Mahal Edebiyat buluşmalarının âdetlerinden biridir. Rakıdan sonra buğday birası ile cila yapılır. Adını bilmediğim bir mekâna bira içmeye gidiyoruz. Burada Datça’da üretildiğini hatırladığım Pablo isimli birayı ilk kez tadıyorum. Epey asitli bir meşrubat.

Eve döndüğümüzde Başar Bey’le hem günü hem de yazın serüvenimizi analiz ediyoruz.  Barış Manço’nun bir plağı bize eşlik ediyor.

Sabah güzel bir kahvaltı ediyoruz ve ardından Sarı Vosvos’un en özel imzasını Doruk’a atıyorum. Yılmaz ailesinin ısrarlarına rağmen erkenden ayrılmayı tercih ediyorum. Beni Bostanlı iskelesine bırakıyorlar. Vapura biniyorum. Martılara simit atan insanları, martıları çeken insanları, martılarla fotoğraf çekinen insanları izliyorum. Ben de kervana katılıp bir martı videosu çekiyorum.

Pek çok şair ve yazarın İzmir’le özel bir bağı vardır. Burada yaşayanlar, kısa süreli gelenler, buraya şiir yazanlar. Ama İzmir denilince benim aklıma Attilâ İlhan’ın 24-61! şiiri geliyor.

ahmet, beni neden çağırdılar bilmiyorum
izmir’in yabancısıyım ahmet.
korkuyorum, sabaha dönemezsem telefon edersin
emniyet nöbetçi müdürlüğüne: 24-61

Ahmet. At t’yi, ekle d’yi. Benim üçüncü kitabımın ana kahramanına ver selamı. Hey, selam sana Çoban Ahmed. Ne zaman yazmaya başlayacağım seni. Ne zaman gelirsin aklıma. Ne zaman çıldırtırsın beni, ne zaman uykularımı bölersin. Ne zaman yazayım da kurtulayım derim.

Vapurdan inerken Onur’u arıyorum. Her İzmir imzasından sonra daha kararlı hale gelişime seviniyorum. Hemen kuruyorum kafamda. Çanakkale, Balıkesir, Bursa, Yalova, Kocaeli imzaları. Sonra Datça’da güzel bir kamp. Mahal büyüyor, büyüyor. Hadi biraz gerçekçi hayal kuralım. Beş seneye kalmaz Mahal Edebiyat bir marka olacak. Biraz sponsor desteği ve dostlarımızın varlığıyla yıllar sonra Mahalciler olarak anılacağız.

D&R’dan üzerinde turuncu renklerle “Beauty will save the world,” yazılı bir defter alıp yazmaya başlayacağım. Ama ondan önce Instagram’da imzaya dair Evrim Hanım’ın çektiği fotoğrafları paylaşmam gerekiyor.

Seyahatnamenin yarısını yazdıktan sonra sakalımı inceltmek için bir berbere giriyorum. Sinoplu Berberimiz, hiç danışmadan bıyığı da kısaltıyor. Aylardır uzun bıyığa alıştığım için bıyıksızmışım gibi geliyor bu bana. Sonunda berbere kitap imzalayıp veriyorum. Öncekinde falcı, bu seferkinde berber. İzmir’i sanat dışında anımsamam için yeterli.

Harekete iki saat kala sıkılıp otogara geçmeye karar veriyorum. Hem bir iki insan görürüm, bilinçaltına yerleşir diye düşünüyorum. Bindiğim taksici, tam bir karakter. Uzun uzun anlatıp sonunda bir, “Neyse,” diyor ki, yazılmazsa olmaz. Üstelik bu “neyse”nin peşinden hemen başka bir hikâyeye geçiyor. Söyledikleri zaman zaman çelişse de “neyse” kurtarıcı mı oluyor kimbilir. Veya ben buna takıldığım için mi bilmiyorum çelişkinin üzerinde durmuyorum hiç.

Otobüse biniyorum.

Dünya küçüktür. Falcı, berber ve taksici ile yeniden karşılaşacağımı biliyorum.

Dünya küçüktür. Hayallerimiz ise dünyadan alabildiğine büyük. Doğru zamanda, doğru insanlarla tanışmak ve sabırla hareket etmek hayallerimize kavuşmamızda yardımcı olacaktır.

İzmir’den ayrılırken gözlerim gökyüzünde bir yerde. Mırıldanıyorum içimden: İzmir’in kavakları, dökülür yaprakları.

25 Aralık 22 / Kırklareli

Editör: Onur Özkoparan

Mete Karagöl
Visited 22 times, 1 visit(s) today
Close