Haruki Murakami, Japon edebiyatının çok tartışılan aykırı yazarı. Kendi deyimiyle roman yazmayı, roman yazmaya çalışırken öğrenmiş bir yazar. Eski bir bar işletmecisi, tam bir müzik sevdalısı. İşlettiği bardaki tercihinden anladığımız kadarıyla önce caz sonra rock, belki romanlarının bir müzik albümünü çıkarmaya kalkarsak ve roman kişilerini az çok kendisiyle özdeşleştirirsek klasik müzik… Hayatı, tabiri caizse gelişine vurarak yaşamış ve yaşamaya çalışan bir dünya vatandaşı.
Peki nedir Murakami’yi tartışılır kılan? Evvela Murakami’nin problemi bir varoluş ve onaylanma problemidir. Elbette her sanatçı eseriyle kabul görmek aşamasındayken bunu yaşar fakat kimileri tamamen farklı üslupları ya da teknikleriyle ya da ne anlattığıyla bunun mücadelesini daha çok verir. Klasik edebiyatın ağır kurallarına bağlı Japon akademisyenler bu yeni, uçarı kalemi kabullenmek istememişler ve ondansa hep şunu ya da bunu okumak ya da şunun ya da bunun gibi yazmak gerektiğini iddia etmişlerdir. Ve Murakami bu savaşla önce kendi ülkesindeyken daha sonra da Amerika’ya gittiğinde mücadele etmeye devam etmek zorunda kalmıştır.
Eleştirmenlerce kabul edilemez yanı kullandığı dildir. Her ne kadar yer yer metafor kullansa da dil hep “basit” ve akıcıdır. Bir klasik edebiyat yanlısının hiç de “edebi” bulamayacağı bu dil anlayışı eleştirilerin hedefi olmuştur. Oysa kendisi daha ilk romanında tumturaklı olmaması gerektiğine karar vermiştir. Rüzgârın Şarkısını Dinle’yi yazdığı vakit, şöyle bir okumuş yazdıklarını; ağdalı bulmuş ve keşfettiği bir teknikle yeniden yazmıştır. İzlediği yol şudur: Önce çok da hâkim olmadığı halde İngilizce olarak yazmış sonra bu yazdıklarını cümle yapılarını bozmadan afili sözler bulmaya çalışmadan basit kelimelerle Japoncaya çevirmiş. Sonuçta bu üslup ona ülkesinde –eleştirmenler bağıradursun- bir ödül kazanmasını sağlamış. Gerçekten de Murakami okumak kolaydır. Dil zorlamaz, cümleler zorlamaz. “Bir daha okuyayım da anlayayım.” sıkıntısına düşürmez okuru yazdıkları. Peki bu bir kusur mudur? İlk bakışta belki çoğumuzun kusur gibi algılayabileceğimiz bu durum, romanlarını okuduğumuzda kusur olmaktan çıkacaktır. Nasıl olur da bu sonuca varırız derseniz, size Muarakami’yi tartışılır kılan diğer konuyla bütünleştirdiğimizde, derim.
Murakami için “samimiyeti arayan adam” diyebiliriz. Evet, diğer konu samimiyettir. Hayatı boyunca sağ ya da sol herhangi bir fraksiyona katılmamış buralarda yer alan kişilerin iki yüzlü tavırlarını eleştirmiş bir insandır. Beri yandan belki Bohem diyebileceğimiz hayatın da doğrudan destekçisi falan da değildir. Her ne kadar bar işletse de her ne kadar gelişine vursa da kendini disipline etmeyi başarabilmiş, tutarlı ilişkiler içinde olmuş ve bir yazar olarak romanlarındaki kişilere de bu “samimiyet” ve “hakikat” meselesinden nüveler yerleştirmiştir. Örneğin İmkânsızın Şarkısı, İkinci Dünya Savaşını atlatmış olan Japonya dekorunda geçer. Tıpkı yazarın kendisi gibi, sistem dâhilinde olduğu ve gidilmesi gerektiği için okula gitmek zorunda olan kahramanımız sağcıların yurdunda kalırken her akşam çekilen bayrağın üzerinden sağın kuralcı, devletçi ve adeta kişisel özgürlüğü ve ben’i silen düşüncesini eleştirir. Aynı zamanda solcu öğrencilerin teorileriyle pratiklerinin uyuşmadığından dem vurur. Onun isyanı tüm bu kısıtlayıcı, yaşam enerjisini emici dünyayadır. Fakat isyanı için o da bir bayrak açmaya kalkmaz. Ya ne yapar? Bol bol okur, müzik dinler, sever. Zaten zaman “Savaşma, seviş!” devridir. Sever dediysem sakın ola ki ağdalı bir romantikten ya da şirin bir sevgi kelebeğinden bahsettiğim sanılmasın. O ruhuyla olduğu kadar aklıyla aklıselimiyle de sever. Hayatın, sarkacın iki farklı ucundan ibaret olmadığının ve bu iki ucun esası –hakikat- temsil etmediğinin farkındadır. Sahilde Kafka’da ise romanın başkişisi babasının sanat çevresini yoz bulan bunun için yolun çağrısına kendine bırakan ve yine kendini gerçekleştirme, kendi sergüzeştine kendisi yön verebilme derdinde olan Kafka’dır. Üstelik bu romanda Murakami o yoz kültürü dünyadan da pek çok metaforla pekiştirerek verir. (Albay Sanders, Johnnie Walker…) Bu romanda ana karakter ile yozluğu temsil edenler dışındaki kişiler de iyiyi, güzeli, gerçek insanı arayan kişilerdir. Romanda anlatıcı bu kişilerin tarafında yer alır. İmkânsızın Şarkısı’nda Toru, Sahilde Kafka’da Kafka kimi gerçekçi kimi metaforik kimi adeta “büyülü” yollardan geçerek kendilerini bulmaya kendilerine ait olanı almaya çalışırlar. Her ikisi de bulundukları yerlerden uzakta adeta idealize edilmiş mekânlara uzanarak bize yaşadığımız hayatın samimiyetsiz ve yoz yanına karşılık başka bir hayatın nasıl olabileceğini düşündürmeye çalışır. Bunun için iki başkişiyi iki ilginç mekâna gönderir. Biri uzaktaki bir kütüphaneye diğeri de yine uzaktaki bir rehabilitasyon merkezine gider. İki mekânda da başkişilerimizi derinden etkileyen iki gizemli, erişilmez kadın vardır. Bu iki mekân da onların huzur bulduğu, dışarıda gümbür gümbür –belki de paldır küldür- akan yoz hayata alternatif mekânlardır. İşte samimiyet arayışı, hayatı bütün hay huyundan ayırıp sade bir şekilde yaşama arzusu Murakami’nin seçtiği sade, “basit” kelimelere ve cümle yapılarına birebir uyum gösterir. Bunu adlandıramasa da ya da tam olarak farkına varamasa da okur içerik ve üslubun bu uyumuyla samimiyeti hisseder. Onu yaklaşık elli dilde okutan da sanırım budur.
Ha bunun yanında sizi gönderdiği Thomas Mann’lar Faulkner’lar, Fitzgerald’lar ya da o bin bir çeşit müzik de cabası…
- Bir Yazara Bakmak | Yakup Kadri Karaosmanoğlu - 15 Ekim 2023
- Umudu da Gerçeği Gibi Büyüsünde Bir Edebiyat: Latin Amerika - 24 Ocak 2022
- Poetik Bir Soru(n) - 24 Kasım 2020