Son yıllarda yeniden keşfedilen Sabahattin Ali, telif meselesinin de eserlerinin üstünden kalkmasıyla çok basılır çok söz edilir oldu. Öyle ki Kürk Mantolu Madonna’yı okumayan ya da okumasa da okumuş gibi yapmayan kitapsever yok diyebiliriz. Ah, Maria Puder… Ya Nâzım Hikmet’in çıkışını “sabırsızlıkla ve güvençle, doğacak çocuğunu bekler gibi beklediği” Kuyucaklı Yusuf… İç içe geçmiş sosyal gerçeklikler ve çatışmalarla bize bizi anlatmaz mı? Toplumdaki yarı aydınları, aşklarını, ilişkilerini ve çelişkilerini anlattığı sonradan Nihal Atsız’a İçimizdeki Şeytanlar’ı yazdırtan hatta daha sonra mahkemelik olmalarına sebep olan İçimizdeki Şeytan ile bir dönemin insanlık hallerini yalın bir şekilde aktardığını söyleyemez miyiz? İşte öznesi hep insan olan hep insanı anlatan yazarımızın hakkında unuttuklarımız ya da bilmediklerimiz:

  1. Sabahattin Ali’nin nüfustaki soy adı gerçekte “Alı” dır. Fakat o babasının adı olan “Ali”yi kullanır. “Âli” şeklinde okunmasına ya da yazılmasına kızar.

Adını babasının arkadaşı olan çok sevdiği Prens Sabahattin’den almıştır. Kardeşinin adı ise yine babasının çok sevdiği Tevfik Fikret dolayısıyla Fikret’tir.

  1. Beyaz tenli, elâ gözlü, dalgalı saçlı güzel bir çocuk olduğundan komşuları ona  “Sabah Yıldızı” adını takmışlardır. Sabah Yıldızı, sadece mahallenin değil okul hayatı boyunca bulunduğu ortamların akıllı, uslu ve parlak çocuğu olmuştur. Bir yıldız gibi parlak ve diğerlerinden uzaktır. Derslerine, öğretmenin gelmediği günlerde dersi anlatacak kadar hâkimdir.
  2. Babası subaylıktan emekli olduğunda evi geçindirebilmek için çerçilik yapmaya başlamış ve o da boynuna geçirdiği bir tezgâhla Müslüman Mahallelerinde değil ama- tanınmak istemediğinden- Rum mahallelerinde seyyar satıcılık yapmıştır.
  3. Sevgi Sanlı’nın bildirdiğine göre ilk hikâyelerine de babası vesile olmuş. Bunu Vedat Günyol ve Sevgi Sanlı’ya anlatmış. Subaylıktan emekli olan babası çerçiliğe başlayınca onu da yanına almış ve pazar pazar gezdirmiş. “Pazarda kadınlar tombul yanaklarımdan makas, önümdeki sepetten ibrişim yumakları alırlardı. Babam, pazarda gördüklerimi yazmamı isterdi. Bir kez yazıya şöyle başlamıştım: ‘Sabahın erken saatinde pederimin latif sesiyle uyandım.’ Babam öfkelenmiş ‘Haydi or’dan, yalancı kerata. Sabahın köründe seni zorla yatağından kaldırıyorum. Babanın latif sesiymiş! Sesim sana latif gelir mi hiç! İçinden geldiği gibi yaz,’ demişti.”
  4. Dârü’l Muallimin’de (öğretmen okulu) okurken bir gece başına bir örtü, sırtına bir yeldirme geçirip kız kılığında Kız Öğretmen Okulu’na bir müsamereye gider. Fakat kendisini çekemeyen bir arkadaşı onu idareye şikâyet eder. Müdürün onu babasına göndereceğini duyunca arkadaşına içinde bir şiir yazılı zarf bırakıp eline de bir ip alıp bahçeye çıkar. Zarfı açınca Sabahattin’in intihara kalkışacağını anlayan arkadaşı nöbetçi öğretmene haber verir. Onu bahçede bir çam ağacının altında yakalarlar. Her ne kadar kendisi bunun bir blöf olduğu söylese de hakikatmiş gibi hissettiğini ve neredeyse gerçekleştireceğini korkuyla belirtir. Şiir şudur:

Kardeşim Naci beni

Kovacaklar mektepten

Ya kovsalardı seni

Ne yapardın acep sen

İşte ben karar verdim

Bu gece öleceğim

Üzülme sen çünkü ben

Göklerde gezeceğim

  1. Öğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra, 1927’de Yozgat Devlet Hastanesi başhekimi olan dayısının yanına Yozgat’a gider. Orada Cumhuriyet Mektebi’ne atanır fakat Yozgat’a alışamaz. Arkadaşlarından Nahit Hanım’a gönderdiği mektupta ona “Ayın on dördü Sultan” diye seslenerek kalbini açar fakat karşılık bulamaz. (Acaba bu Nahit Hanım Orhan Veli’nin aşkı Arif Damar’ın eşi olan Nahit Hanım mıdır?) Bir mektubunda nihayet şöyle der Sabahattin Ali: “Cevap vermediğini ve vermeyeceğini bildiğim halde yine sana yazıyorum… Seni tasavvur edemeyeceğin kadar çok seviyorum Nahit… Sana yalvarıyorum ve açıkça, terbiyesizce söylüyorum: Ben senden vücutlarımızın değil, kafalarımızın birleşmesini istiyorum.”
  2. Nihal Atsız’ın bildirdiğine göre, Almanya’da okurken bir gün bir Alman talebe: “Bu parazit Türkleri buradan kovmalı” der. Sabahattin Ali hemen yerinden fırlar: “Biz sizin hükümetinize hükümetimiz tarafından verilen para ile okuyoruz. Parazit değiliz. Sözünü geri al.”der. Talebe sözünü geri almayınca tokadı indirir. Alman hükümeti de böyle talebe istemediğini söyleyerek onu geri yollar.
  3. Yurda döndüğünde Muallim Mektebi’nde Nihal Atsız, Orhan Şaik Gökyay, Nihat Sami Banarlı ve Pertev Naili Boratav ile beraber kalır. Daha sonraki yıllarda Ankara’da Karanfil sokakta otururken de Pertev Naili Boratav; Niyazi Berkes, Cevdet Kudret ile komşu olacaklardır.
  4. Resimli Ay dergisinde düzeltici ve sekreter olarak çalışan Nâzım Hikmet onun 1930 Ekim’inde yayımlanan hikâyelerinin yayımlanma sürecini şöyle anlatmış:

“ Bir gün dergi idarehanesine kısa boylu, gözlüklü bir genç geldi. Almanca bildiğini, hikâyeler yazdığını ve isminin Sabahattin Ali olduğunu söyledi. Hikâyelerinden birini bıraktı, çıktı. Bu hikâye orman sanayisinde çalışan işçilerin hayatına aitti. Alman romantizminin tesiri altında yazılmış olmasına rağmen konu ve muhteva bakımından Türk edebiyatında bir yenilik teşkil ediyordu. Genç adamın istidatlı bir yazar olduğu daha ilk satırlardan hissediliyordu. Hikâye basıldı.” Daha sonra Sabahattin Ali’yi roman yazmaya teşvik eden kişi Nâzım, oldu.

Bu vesile ile Ali artık saffını belli etmiş oluyordu. Resimli Ay’ın havası onun sosyalist idealleri benimsemesinde etkili oldu. Sabiha Sertel’in söylediğine göre “Sabahattin Ali Almanya’da ilerici edebiyatla temas etmiş, sosyalist eğilimleri olan bir gençti. Fakat kafasında sosyalizm henüz belirli bir şekil almamıştı.”

  1. Aydın Erkek Sanat Mektebi’nde bazı öğrencilerin dolaplarında gizli Türkiye Komünist Partisi’nin Kızıl İstanbul gazetesi bulunup bazı öğrenciler ve Sabahattin Ali hakkında propaganda yapıyor diye suçlamada bulunulunca beraatine kadar üç ay tutuklu kalır. Bu sırada Kuyucaklı Yusuf’la ve Jandarma Bekir’i öldüren Halil Efe ile tanışır.
  2. Beraatten sonra Konya’ya öğretmen olarak atanır. Cemal Kutay’ın Yeni Anadolu gazetesinde Kuyucaklı Yusuf on beş sayı kadar tefrika edilir. Fakat parası ödenmeyince tefrika yarım kalır. Gazete sahibi bunun üzerine onu Atatürk’e bir şiiriyle hakaret ettiği gerekçesiyle suçlar. Oysa şiir Almanya’da yazılmıştı ve Sivastaki bir Bektaşi hareketi ile ilgilidir. Mahkemede kendisini o kadar iyi savunur ki avukat ayrıca savunma yapma gereği duyma. Fakat buna rağmen bir yıl hüküm yer. Temyize gidince iki ay daha eklenir mahkûmiyetine. Dört ayını Konya’da geçirir. Kafa Kâğıdı, Katil Osman, Bir Şaka, Çaydanlık gibi eserleri bu dönemde çıkar.
  3. Sinop’a nakledildiğinde yörenin jandarma komutanı, çavuşu çağırır: “ Bir manga al, bugün vapurla azılı biri getiriliyor. Adı Sabahattin Ali. Aman gözünü dört aç…”

Çavuş “Peki” deyip vapura gider. İçeriden gözlüklü, efendiden, ufak tefek biri çıkar. Elleri kelepçeli. Çavuş şaşırır. Yanındaki erlere buyruk verir:

– Çözün ellerini. Siz gidin, cezaevine ben götüreceğim.

Götürüp ilgililere teslim eder. Sonra onunla dost olur.

  1. Sinop cezaevinde kalırken koğuştakilerle gerekmedikçe, sorulmadıkça siyaset konuşmaz. Ancak bir gün laf sırası gelince Ankaradaki vekillerin yolsuzluklarından bahseder. Bunun üzerine koğuşun önemli şahsiyeti:
    • Bak sana hükümet bu kadar para sarf etmiş, okutmuş adam etmiş, ayıp değil mi böyle fikirlere kapılmışsın, hükümetle uğraşırsın, deyince:
    • Bana solcu diyorlar ama işte yaşayışımı görüyorsun, ya sana ne demeli Mustafa Efendi, koğuşta içki içersin, kumar oynarsın, on kuruş yevmiye ile fakir fukarayı çalıştırıp oturduğun yerde dışarıya mal satıp para kazanırsın, diye cevap vermiş.
  2. Sinop cezaevindeyken Esirler adlı oyununu tamamlar ve Jack London’ın Demir Ökçe’sini çevirir.
  3. 1933’te af kanunun ile salıverilir.  Ankara’da iken dostlarıyla sıkça Gazi Çiftliğine

gider; Merkez Lokantası’nın bahçesinde yemek yer ya da Havagazı fabrikasının yerinde olan Bomonti Bira Bahçesi’ne gider.

  1. 1935’te nihayet evleneceği Aliye Hanım ile tanışıp evlenirler. Her ne kadar Aliye Hanım o sıralar deniz mühendisi Muhittin Bey’den hoşlanıyor, Sabahattin Ali’yi kendine göre yaşlı buluyor ve üstelik polisçe fişlendiği için çekiniyorsa da 1935 Mayıs’ında evlenirler. Maddi açıdan oldukça kötü durumda oldukları yetmezmiş gibi evlerine yerleştikleri ilk gün tahtakurusu hücumuna uğrarlar. 
  2. 1939’da İkinci Dünya Savaşı çıkınca tekrar askere alınır. Kürk Mantolu Madonna’yı Büyükdere’de bir çadırda yazmaya başlar. 1940 ve 41’de Hakikat gazetesinde yayımlanır ama okurların beğenisini kazanmadığı gerekçesi ile parası geciktirilir.
  3. Teyzesinin oğlunun düğünü için Edirne’ye gittiğinde Soğuk Tulumba denilen yerde dolaşırken bir yandan da elindeki deftere notlar alıyormuş. Bekçi onun bu halini görünce casus olabileceğinden şüphelenmiş, karakola götürmüş. Eş dost vasıtasıyla zor bela salıverilmiş.
  4. Ankara’da bir gün ünlü Karpiç lokantasında dönemin başbakanı Şükrü Saraçoğlu ile karşılaşır. Sırtında İngiliz kumaşından yeni bir elbise ile görünce başbakan takılır:
    • Bu ne şıklık Sabahattin, proleter böyle giyinir mi, diye.

Her zamanki nüktedanlığı ve hazırcevaplığıyla yanıtlar:

  1. Efendim devrim olunca proleterlerin nasıl giyineceklerini göstermek istiyorum da.
  2. Atsız ile atışmalarından sonra yeniden işsiz kalır. Bu dönemde Rıfat Ilgaz ve Aziz Nesin ile çıkardıkları Gerçek gazetesi kapatılır. O kadar parasızdırlar ki Unkapanı Köprüsü’nü yaya geçmektedirler. Bir gün Rıfat Ilgaz’ın önünü Sabahattin Ali keser ve Aziz Nesin’i ikna ettiğini Makro Paşa gazetesini çıkaracaklarını söyler. Tarih 25 Kasım 1946’dır. Mizaha toplumcu siyaseti ilk sokan ve en çok satan gazetedir. Ancak 16 Aralık 1946’da Aziz Nesin’in yazdığı Topunuzun Köküne Kibrit Suyu makalesi yüzünden kapatılır. Gazetenin sahibi Sabahattin Ali 17 gün içeride tutulur ama 26 Mayıs 1947’de Merhum Paşa adlı yeni bir gazete çıkarır. İki gün sonra tekrar alınır. Üç ay yatar. Burada yatarken içeriye bir casus sokulur. Fakat hiçbir şey öğrenilemez. Üstelik açılan bir tünelden de konuşmalar gizlice dinlenmektedir. Fakat bir sonuç alınamaz çünkü ortada casusluk bir durum yoktur.
  3. Sırça Köşk’ün son hikâyesi Kurtla Kuzu’da başkişilerden biri Rıfat Ilgaz’dır.
  4.  Atsız’ın suçlamalarıyla sürüp giden davasında kendini şöyle savunur: “Hiçbir şeklide ne vatana ihanetten ne de herhangi bir şekilde komünistlikten zan altına alınmadığını ve mahkûm olmadığını askerlik hizmetini de subay olarak yaptığını belirtir ve ekler : “Vatan aleyhinde tek satırım bulunursa davamdan vazgeçer ömrümün sonun kadar yazı yazmamaya söz veririm.” Sonuçta Atsız suçlu bulunur suçu para cezasına çevrilip tecil edilir.

Bütün bu yıldırma çalışmalarına rağmen yılmaz. Aziz Nesin’in cezaevinden desteğiyle Rıfat Ilgaz’la Alibaba adlı mizah dergisini çıkarırlar. Fakat yine hakkında tutuklama kararı verilir.

  1. Ankara isimli bir roman yazmak ister. Bu bir eleştirel roman olacaktır fakat gelgelelim bu çocukluğundan beri akıllı, uslu, herkesçe sohbetlerde aranan Sabahattin Ali artık tedirgin ve aylak bir hal almıştır. İşte çoğu kimsenin bildiği “Ne zor Şeymiş” başlıklı yazısını bu esnada kaleme alır: “…Yalnız ve yalnız bu yurdun bütün yükünü taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer!… Çalmadan çırpmadan bize ekmeğimizi verenleri aç bizi giydirienleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi.”
  1. Ölümü gerçekten de adi bir cinayet meselesi midir? Rivayet muhtelif… Son aylarında nakliyeciliğe başlamıştır. Katili olduğu söylenen Ali Ertekin’le de bu vesileyle tanışmıştır. Onu, kamyona şoför muavini olarak almıştı.
    Aziz Nesin olayın gizli ya da devleti ilgilendiren bir yanı olmadığını, eğer siyasi sebepler söz konusu olsaydı asıl öldürülmesi gerekenin kendisi olduğunu söylerken Rıfat Ilgaz buna karşı çıkar. Ona göre o devirde Sabahattin Ali ünlü bir yazardır Aziz Nesin’in ise henüz tek bir kitabı yoktur. Ali’nin romanları basılmış, öyküleri basılmış; dönemin idaresi Sırça Köşk’te yerilmiş. Dolayısıyla Ali, çoktan bir hedef haline gelmiştir Rıfat Ilgaz’a göre. Rasih Nuri İleri de Sabahattin Ali’nin, Ali Ertekin tarafından öldürülmediği inancındadır. Bunların dışında Yalçın Küçük, Uğur Mumcu ve Mareşal Fevzi Çakmak’ın yeğeni Adnan Çakmak da bu konuda fikir yürüten önemli isimlerdir.

Bazen tarihi sadece onu yazanlar gerçekten bilebilir.
Sakalını bıraktığında öğrencileri tarafından Namık Kemal’e benzetilen bu temiz yüzlü ve hep papyonlu fotoğrafı ile akıllarda kalan yazarımız şiirine gönderme yapar gibi ölümünde dağı mesken tutmuştur.  Çoban Şükrü onu 16 Haziran 1948’de Kırklareli’nde bir ormanda bulmuştur. Üzerinden çıkan eşyası; piposu, gözlüğü, dolma kalemi, yırtık not defteri, spor ceketi ve damalı pantolonundan ibarettir. Kızı Filiz Ali ve sevenleri öldüğü yerdeki sembolik kayayı mezar taşı gibi belleseler de ve ilk bulunduğunda otopsisi de yapıldığı halde maalesef naaşı yoktur. Şüphesiz ki bugün çok okunan eserleri sevenlerine tesellidir. Ölümünden sorumlu tutulan Ali Ertekin ise iki yıl hapisten sonra afla serbest kalmıştır.

Bir gün kadrim bilinirse

İsmim ağza alınırsa

Yerim soran bulunursa

Benim meskenim dağlardır.

Ve yine ne acıdır ki bu biyografiyi kaleme alan 1993’te Sivas’ta kaybettiğimiz Asım Bezirci’dir.

Kaynak: 

Sabahattin Ali. Bezirci, Asım. Çınar Yay. 4. bs. 1992

Aykar Sönmez
Visited 17 times, 1 visit(s) today
Close