Sorular cevapsız, yaşamak manasız ve tüm koşturmacalar lüzumsuz geliyor bugünlerde. Gökyüzünden yağmur yerine kan yağıyor; ruhunu kaybedenlerin kanı, özünü unutanların ve köklerinden koparılanların kanı…

Yıllar evvel, herkesin “toprak kaybettik” dediği zamanlarda, “ruhumuzu kaybettik” demişti bir adam. Ruhun ne olduğunu idrak etmekten bile acizken, bu ruhun kaybolmasının ne olduğunu anlatmaya gücüm yeter mi bilemiyorum. Fakat bunu başarabilmiş birinden söz etmek niyetindeyim şimdi. Cemil Meriç’ten. Bunun içindir ki, heyecanım sokaklara sığmamakta ısrarcı.

“Düşman bir dünyada dostsuz büyüdüm. Daima başka, daima yabancı. Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçtım.”(Cemil Meriç)

Üstat, bu sözlerle ifade etmiştir kitaplara sığınışını. Tüm dışlanmışlıklara ve düşmanlıklara karşı, kitaplara sığınmakta bulmuştur çareyi. Zamanla büyük düşmanları tanıma fırsatı da yakalamış ve onlarla savaşmaya adamıştır hayatını.

Muhafız edasıyla işe koyulup kimliksiz nidalar atanların aksine; bir duruşun, ciddiyetin ve mücadelenin adamıdır, Cemil Meriç. Mazinin mukaddeslerine hasret kalan ve hakikat ateşiyle yanıp tutuşan adamdır. Ruhunu kaybeden bir milletin resmini çizmekle kalmamış, bu ruhun uyanışı için ömrünü koymuştur ortaya. Işığını kaybeden gözlerine rağmen, karanlıkta kalan bir milletin aydınlığına adamıştır tüm benliğini.

Az evvel bir milletin resmini çizmek meselesinden söz ettik. Fakat onun kalemi, bir fırça mahiyetinde değildir benim için. Cemil Meriç, kalemini bir fırça gibi değil, adeta bir balyoz gibi kullanmıştır; muhataplarını hakikat uyanışına sürükleyen bir balyoz gibi…

Şu iki örnek, onun bu balyoz darbelerine ışık tutacaktır belki de:

“Kendi düşünce tarihini tanımayana insan demek aşırı nezaket olur.”(Kırk Ambar)

“Kendi milletinin kültürünü, medeniyetini, marifetini inkâr veya istihkar eden, milliyetinden sâkit olur. Onun hakkında konuşmak hakkını kaybeder.(Umrandan Uygarlığa)

Dokundukça hırpalanan, hırpalandıkça dökülen bir medeniyetin ortasında, cisimleri değil yürekleri görerek yazmıştır üstat. Bugün de böyle değil midir halimiz? Kendimizden başkasına gittiğimiz her an, bir vuslata talibiz; bir vuslatı aramaktayız, her dokunuşta hırpalanmaktayız. Çaremiz, sert bir iradenin yanına hüzünlü bir kalbi eklemekte belki de. Bu dengeyi sağlayabilmekte. Gerektiğinde sert bir tavır takınırken, mahzun bir kalpten vazgeçmemekte.

Medeniyetimizde hüzün oldukça ehemmiyetlidir. Fakat bizim hüznümüz, içinde isyanı barındıran ve kedere dönüşen bir hüzün değildir. Aksine; sabırla, tevekkülle ve teslimiyetle bezenen, insanın kalbine de yakışan bir hüzündür. Bana göre, üstadı anlamak için de tıpkı böyle, hüzünle bezenmiş bir kalp gereklidir.

Bizim biz olmaklığımızın esas sebebi, içimizde beslediğimiz ve birilerinin daima gömmeye çalıştığı değerlerimizdir. Mazisinin mukaddeslerini yok sayan, hatta onlardan utanan her vatandaşın hali, ölüm uykusuna yatmış bir ruh gibidir. Üstadın “ruhumuzu kaybettik” derken neyi kastettiğini anlamak; eğer bu düşünceden korkmuyor ve kaçmıyorsak, hiç de zor olmasa gerek. Sanırım şu sözler, köklerinden utanan ve onu unutan milletin ahvalini açıkça ortaya seriyor.

“Kıtaları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar… Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları… İhtiyar dev, mâzideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini.”(Bu Ülke)

Cemil Meriç’in tüm yazdıklarına ve tüm söylediklerine baktığımda, geçmişten kopuş ve köklerden utanış meselesinin en güzel ifade edildiği kısmın, bu kısım olduğunu düşünüyorum.

Biz ve küffar, namuslular ve namussuzlar, Habiller ve Kabiller… Dünyada yalnızca iki medeniyet vardır ona göre. Yüzyıllardır Habillerin ve Kabillerin savaşı vuku bulmuştur insanlık tarihinde. Bize düşen de, şerefli tarafta yer almaktır.

İnsan, farklı olanı tanıyarak kendini anlayabilir. Yaratılışımızın doğası “kıyas” üzerindedir. İyiyi kötüden, ahlaklıyı ahlaksızdan, faydalıyı faydasızdan ayırmanın yolu, ancak ve ancak zıtlıkların üzerine giderek ve onları tanıyarak mümkün olabilir. Cemil Meriç, bu düşünceyle Batıyı öğrenmiş, bu bakışla ve duruşla içindeki arayışı sürdürmüştür. Tüm ziyaretlerini, özünü anlamak gayesiyle gerçekleştirmiştir.

Sınırlarda dolaşmıştır her daim. Zaman zaman belli ideolojiler üzerinde yoğunlaşsa bile, hiçbir ideolojinin çerçevesi içerisine mahkûm etmemiştir kendisini. Tıpkı bunun gibi, kendi uygarlığının, kendi kültürünün düşünme gelenekleriyle hesaplaşmış ve daha sonra, az evvel bahsettiğimiz zıtlıkların üzerine gitmiştir. Bize zarar vereni, bizi bizden edeni, makbulü murdar edeni yenmenin yolu, onu bilmekten ve onu çözmekten geçer. Üstadın yaptığı da tam olarak budur. Çünkü köklerinden kopmadan, aynı zamanda Batıya da açılabilmenin yolu buradan geçmektedir.

Cemil Meriç’in gelenekçi olduğunu söyleyebilir kimileri. Tek kelimeyle onu tanımlama gafletine düşebilirler. Fakat onun gelenekçiliği bidat haline gelmiş geleneklerin savunulucuğunu yapmaz. Körü körüne bağlanmaz hiçbir kültür ögesine. Nasıl ki tek bir ideoloji içerisine kendisini hapsetmiyorsa, şayet geçmişin izleri silikse ve İslam’ın çizgisinden uzaksa, bu kültürü de reddetmekten çekinmez.

İnsan, bir hedefi ve derdi olduğu sürece insandır. Hedefi bittiğinde, doyuma ulaştığında ve derdi olmadığında, artık bir tükenişi yaşamaya başlar. Haliyle, mütemadiyen hedefli olmak için, sonu gelmeyen bir hedefe tâbi olmak gerekir. Bunu yapmanın iki yolu mevcuttur: Birincisi, bir derdi çözüme kavuşturduktan hemen sonra yenisini bulmak üzerindedir. Bu yolun insanı nereye çıkaracağı da, yolun batıl olup olmadığı da meçhuldür. İkinci yol ise sonsuz bir hedefin kollarına kendini bırakmaktır ki, bu da pek kolay olmayacaktır.

Cemil Meriç’in bugün hala okunuyor olmasının en büyük nedeni; üslubunun yanı sıra, bu sonsuz hedeflilik meselesi ve sonsuz hakikat arayışıdır. Habillerle Kabillerin savaşında, şerefli tarafı seçme çabasıdır.

Bir millet uğruna düşünerek savaşmıştır. Zira onun için düşünmek, karanlıkları aydınlatmaktır. Ve şu sözlerle ifade etmiştir düşünmek meselesini.

“Düşünmek, muammaları çözmek, karanlıkları aydınlatmak… Düşünmek savaşmaktır. Bir nesil uğruna, bir millet uğruna, bir medeniyet uğruna savaşmak.”(Mağaradakiler)

Bütün arzumuz ve arayışımız kendimizedir, özümüzedir. Hakikate susamışlığımızdır, kaybolan ruhumuzu geri getirecek olan. Bu uğurda üstadın yaptığı gibi emek vermek de boynumuzun borcudur. İnanıyorum ki, lüzumsuz kederleri utkulu haberlere dönüştürmek de, yalnızca bu ruhu kazanmakla mümkün olacaktır. Çekilen tüm acılara ve alınan tüm yaralara rağmen, gökyüzünden yağan kanları, kaybolan ruhumuzun ardından dökülen gözyaşları haline getirebildiğimizde, kazanmaya bir adım daha yaklaşmış olacağız. Sonsuz bir dertle, sonsuz yaralar açacağız kalbimize. Hem, “Yaşamak, yaralanmaktır” demiş üstat.

“Yaralanmak da güzel.”

Oğuzhan Okuyucu
Latest posts by Oğuzhan Okuyucu (see all)
Visited 7 times, 1 visit(s) today
Close