Yazar: 19:50 Öykü

Güneş Aklıma Geçince

Eğer adın yoksa karışıp kaybolduğun tozdan topraktan başka

Geriye ne çok sen kalır ama senden hiçbir şey kalmaz emr-i hak vaki olduğunda  

  Bu memleketin insanının ayağını toprağın merhameti taşır, başını güneşin zalimliği    aydınlatır. Bu yüzden kentteki her evin damı ve her insanın aklı biraz zalimdir. Işığın ve sıcağın hangi dama zulmettiği, hangi zihne hükmettiği ise hep bir muammadır. 

  Kadın, sabaha en yakın gecenin sükunetini de alıp dışarı çıktı. Sokakların darlığını, avluların birbirine yapışıklığını, ağaçlardan yerlere düşüp birilerinin terlikleri altında pervasızca ezilen incirlerin dağınıklığını, oradan buradan gelen bebek ağlamalarının zamansızlığını, kapılardaki çöp tenekelerini deşip poşetleri yırtan kedileri, önlerinden geçerken içlerini görebildiğin müstakil evlerin utancını, üst üste farklı hayatların boyadığı duvarları, o geceye ve o hayata ait olan her şeyi de alıp caddeye yürüdü. Artık aldığı her şey, belindeki fıtıklar, ayak parmaklarındaki nasırlar, saçındaki aklar kadar ona aitti. Darmadağın incirler ona artık sadece içli içli bakıyordu.  

Zihnine aldığı bu alışılagelmiş gecenin bulanık parçalarıyla kamyonun arkasına bindi. Kediler, duvarlar, terlikler şimdi kamyonun arkasını kapatan mavi yırtık muşambaya, uykulu gözlere, fısıldaşmalara, oturup ayakkabılarını çıkarınca topuklarının arkasına gelen rahatlamaya, uzun uzun okunan sabah ezanına karışmıştı. Karşısında oturan yeniyetmenin kaş kıllarının aşağı bakışında alelade yüzünü yıkayışı, aynada suretini kontrol dahi etmeden evden çıkışı görülüyordu. Kamyonun içini hiç boşluk kalmayacak biçimde yaslanılan sırtlar kaplıyordu. Her sırt, taşıdığı hikâyeyle yaslanıyordu. Bu kamyon, bahçeye doğru yol alan bir hikâye yığını gibiydi. Yazmaların üstüne takılan her şapka, bir parmağı yırtık her eldiven, kırış buruş göz çevreleri… Hepsinin bıraksan edecek iki üç kelimeleri var gibiydi.  

Bahçeye yaklaştıkça konuşmalar arttı. Güneşin iyiden iyiye peydah olup da boyunlarında, kollarında ter batmaları yaşattığı herkes mahmurluğunu terk ediverdi. Kadın, inmeye yakın berikinin sorusunu cevapladı:  

“Yok abla… Ses soluk çıkmadı. Bugün yarın başlar demiş gittiği yer. Allah yüzümüze baksın ne diyeyim. Dört kişiyiz, karnımda bir tane. Günlük aldığın altmış iki milyon neye yeter? En azından sigortalı bir işi olsun. Allah biliyor, bayramda konu komşu iki parça et verdi de çocukların boğazından iki lokma yemek geçti. İşsizlik çok zor abla, Rabbim düşmanıma vermesin. Yüküm azıcık ağırlaşsa benim de ayağım kesilecek buradan. İnşallah o zamana kadar olur bu iş. Adam işten kaçan bir adam da değil, öksürüğü ağırlaşmasa işte. Bazı geceler ciğeri eline geldi sanıyorum yemin ederim. Yoksa sabaha kadar gider o inşaatlarda çalışır gıkı çıkmaz. Senelerce tozun toprağın içinde, kolay mı abla sen söyle? Emmisi çağırırdı da onlarla nerede iş varsa gider çalışır iki üç ay dönmezdi. Emmisi de çalışkan adamdı. Çocuklarını okuttu hep zavallım, yaşlılığına kadar böyle didindi. Bizimki de çalışkan ama kaptı inşaat köşelerinde hastalığı. O kadar git, inşaat köşelerinde aç susuz uyu. E yaş da geçiyor tabii. Aha ben otuz iki oldum. Eltimin abisi girmiş böyle, pek rahatmış. Sigortası da olacak. Belki evvelden olsaydı bu zıkkım vücuduna girmeden bir hal çaresine bakılırdı. Vallahi adam şu haliyle bile -çok affedersiniz- bok bile temizlerim, diyor. Yeter ki ona buna el açmayalım.”  

Son cümleden sonra kamyondan iniş telaşesine belli belirsiz gelen “inşallah, amin” tınıları eşlik etti. Sabahın o hafif serinliği güneşin vurmaya başladığı yerler genişledikçe bir ayağı kapıda sevgili edasıyla tehditkârlaşıyordu. İki dakika içinde az önce konuşulan her şey unutuldu. Kadınlar, genç kızlar, küçük çocuklar, delikanlılar çıkınlarını koydukları kırış buruş market poşetlerini ağaçların altına koyup nizamsız bir dizilimle çapaya başladı. 

  Çapa insanın beyninden kan damlatırdı. Kadının yüzünden ter boncukları gözlerinin içine düşüp yakıyordu. Beli her eğilip kalkmada aynı acıyla kendini infilak ediyordu. Yanık derili ellerini kapayan siyah eldivenlerin içinde ince uzun parmakları uyuşmuş vaziyetteydi. Kafasının arkasına vuran güneş, boynundaki damarların ha koptu ha kopacak sancılı hissiyatı ve burnunun dibindeki gezinen sinekler onda müthiş bir çıldırma hissiyatı uyandırıyordu. Midesi bulanmaya başlamıştı. İki saniyelik kafasını çevirip yan sıradaki kızın mor renkli, üstünde yabancı bir memleketteki bir kulenin resmi olan dar penye bluzundan çıkan ayva göbeği izini gördü. Kız, yağlı saçlarını üstten kırmızı bir lastik tokayla topuz yapmıştı. Onun kadar acı çekmiyor gibiydi. Arkasından gelen akranı sayılabilecek birinin harfleri bastıra bastıra kurduğu cümlelerle irkildi: “Dur bacım. Sen arkamdan yavaş yavaş gel. Bayıldın bayılcan. Yüklüsün, sevaptır.”  

Kadının, nereden geldiği belirsiz olan bir sanayi şirketi şapkasının gölgesindeki suratı, bugünün yorgunluğunu kibirli bir bilgelikle sakince alır gibiydi. Sureti, yaştan çok yaşamların adil bir dağılımıyla, her zerresindeki seneler, büyük bir kendinden eminlikle çehrede oturmuş haldeydi. 

  Bu geniş, merhametli topraklara herkesi bir hikâye getirirdi. Aralarında çeyiz düzen genç kızlar, kocasını savaşta kaybetmiş dil bilmez yabancılar, anasının bacısının peşinden sürüklenen sabi sübyanlar, erken yaşta hayatla tokalaşan küçük adamlar olurdu. Hepsi bu zalim güneşin altında bir umut bastıkları topraktan merhamet dilenirdi.  

Akşamüstü olup da dönüş vakti geldiğinde, kamyondaki ağır ter ve sıkışıp gözden uzak ağaç altlarında işeyen çocuklardan yayılan sidik kokusu havada birleşip ağırlaşır, insanların burnunun direğini kırardı. Nispeten yaşını biraz daha almış kadınların sarkık göğüslerinde toplanan bluzun üstündeki ince, beyaz, düzenli ter lekeleri, nemden dolayı iki adım daha koyu renk gözüken koltuk altları ister istemez göze çarpardı. Arabada sıkış tepiş ilerledikçe, ter iki kat daha fazla rahatsız hissettirir, yol sanki gittikçe uzar, sıcak, ayakkabıların içine giren toz toprağın parmak aralarına, ayak altlarına batması, omuzdan kollara geceye doğru zirve yapacak o ağrının kendini hissettirmeye başlaması, tüm bunlar o yolu daha dayanılmaz bir hale getirirdi. 

Kadın, caddeye gelip sert bir adımla indiğinde topuğundan vücuduna yayılan bir acı zonklaması ve anlık temiz hava hissetti. Bu insanı boğazından sıkan, düşünceleri bulanıklaştıran, lanetler okutan, çaresi olmayan sıcak havanın bıkkınlığı caddeden eve kadar gördüğü her çehreden okunuyordu.  

Bakkalın önünden geçmeye yakın yine her gün olduğu gibi karnında borca yazdırdıkları makarnaların, teneke yağın gerginliğini yaşadı. Lekeli camlarının, pis yerlerinin, bayat cipslerle dolu tozlu paketlerin iştah kapattığı bu bakkal,  sokağın hemen köşesindeydi. Kadın, yorgunluğunu bakkalın önüne varmadan bütün vücudundan hızlıca toplayarak suretine yansıtmaya çalıştı. Bu onun geliştirdiği bir çeşit savunma mekanizmasıydı. İstenen borçlara karşılık, elinde sergileyebileceği tek şey suretindeki bu yorgunluktu. 

  Sokağa girdiğinde aralarında kendi iki çocuğunun da olduğunu tahmin ettiği bir grup çocuğun kanalizasyon çalışması yapılıp da kapandığı için taşlık olan yerde tozu toprağı kaldırıp, bağır çağır oyun oynadığını gördü. Ağlayan bir çocuğun sümük baloncuğu hıçkırdıkça tekrar burnuna kaçıveriyordu. Kendi evinin kapısını, el yordamıyla kolunu sokup açarken karşı evin önündeki  küçük taburelerde oturan üç kadınla konuştu.  

  Evin içine girdiğinde kadını o bilindik lağım kokusu karşıladı. Evin merdiven boşluğu, yağmur sularının dolması sebebiyle rutubet alanına dönmüştü. Küçük, dar, sık merdivenleri adamın mahcubiyet dolu öksürük sesleri dolduruyordu. Kadın, bu kuru öksürükleri dinleyerek köşelerini tozun, kirin doldurduğu merdivenleri tırmandı. Eşikten içeri girdiğinde adamı yerdeki minderde, arkasına koyduğu sert somya yastığı ile yarı uzanmış bir vaziyette buldu. Adamın yan tarafında sarı renk bir tükenmez kalem ve doldu dolacak cam bir küllük duruyordu. Pantolonundaki diz izleri, beyaz gömleğinin artık kremleşmiş rengi, ince ve dayanıksız kemikli vücudunda salık duruyordu. Kadın ve adam konuşma bulutları altında en fazla zorunluluk şimşeğinin ışığında iki üç cümle sohbet etti. Kadını bu şimşeklerden kafasındaki kaşıntılar kurtardı. “Bir su döküneyim.” dedi. “Kıçımızdan ter aktı vallahi!” 

Şimdi, üzeri ekmek kırıntıları, karıncalar, uzun ya da kısa boylarda saç kılları, ayakların altında içeri girip yapışan belli belirsiz pisliklerle dolu ince bir kilimin üzerine bir tarafı yanık, kareli sofra sermiş, yemek yiyorlardı. Çocuklardan birinin tabağına makarnanın fazla su çektiğinden hamurlaşmış, yapış yapış olmuş kısmı denk gelmişti. Kaşıkla ayırmaya çalıştı. Öteki çocuk da buzdolabından çıkardığı soğuk su şişesinden plastik kokulu bardaklara su dolduruyordu. Sessizliği kadının bıkkınlıkla sorduğu soru böldü.

“Gittin mi bugün?” 

“Gittim tabi ya.” 

“Ee?” 

“Göremedim bile. Öğle arasında kaçmış pezevenk. Odanın önüne de başka bir karı bakmaya başlamış. Adımı, soyadımı, yaşımı bir kâğıda yazdırdı. Kim yolladı seni dedi, hangi iş için geldin dedi önce. Ama bir umursamazdı sanki. Dedim vallahi bizim emmioğlu avukattır, buradaki abinin bir davasını görmüş. Ben de kendisine söyledim dedim, bana aha burayı verdi adres olarak. Git bu adama benim adımı ver, işçi alımı işlerine bakıyor dedi. Sigortalı bir devlet işi olsun abla çocuklar perişan, dedim. Hastalığımı da söylemedim ha! Kancık da baktı suratıma, kâğıdı köşeye koydu, haftaya gitmem gerekiyormuş, işçi alımları o zaman başlarmış.”  

Adam son cümleyi söylerken ağzını ve ses tonunu kadının taklidini yapmak suretiyle değiştirdi.  

“Önceki sekreter en azından insanı adam yerine koyuyordu.”  dedi kadın dişlerinin arasından. “Aylardır bu ne böyle yok on gün sonra gel, yok haftaya gel, çocuk oyuncağı mı bu? Güneşin altında beynim patladı bugün. Kazandığım da iki kuruş. Neye yetecek? O kadar saat çapa yap, toprak donuma kadar giriyor. Karşılığı ne? Anca böyle ensesi kalınları zengin et. Bu böyle olmaz. Yarından sonra beraber gidelim. Bu işin artık neticelenmesi lazım. Senin gibi kem küm konuşarak olmaz herhalde. Deseydin ya karım hamile haliyle gecenin köründe kalkıp tarlalara gidiyor diye. Hiç. Gebersem umrunda değil.” 

Yemek yemek için eğildikçe sofradan gelen değişik kir koku burunlara çarpıyordu. Kadın bir ekmek parçasıyla ağzını silip o lokmayı yedikten sonra memnuniyetsizce arkadaki mindere doğru süründü ve sırtını dönüp uzandı. Çocuklardan kız olanı, annesinin pijamasının arkasındaki minik minik yırtıkları dikkatlice saydı. 

  İki gün sonra adam ve kadın, çocukları sokakta oynamaya terk edip işverenin ofisine doğru yola çıktı. İki dolmuş yapmamak için adam, önceki gün akşamüstü durağa gidip oradaki bakkalın camındaki kâğıttan belediye otobüsünün saatine bakmıştı.  

Durakta otobüs beklerkenki yorgun suratları, güneşin altında durmaktan kararmış yüz çevreleri, ellerinde bıyık bölgelerindeki teri sildikleri kırışmış peçeteleri, çatık kaşları, birbirlerine asla ait olunamamanın getirdiği o çift halleri, iki-üç kol uzaklıkları, kadının bir ayak önde duruşu, adamın çizgili penye tişörtünün yaka kısmındaki kirleri, öne tel tel taralı, sert saçlarının arasındaki kırları, zayıf bacaklarına geçirdiği rengi solmuş siyah pantolonu, kadının lacivert feracesiyle uyumsuz yeşil çilekli eşarbı, yüz metre ötelerinde arabadan tezgâh açıp çarşaf, yastık kılıfı satan adam, ambulans sesleri, öğle ezanı… Her yer yine olabildiğince bu şehir hakkında binlerce kez yazılmış ama asla yazılmayacak bir hikâyeyi canla başla canlandırıyordu. Kadın ve adam birbirlerine ne kadar ait değillerse bir o kadar bu şehre, bu kareye, yaşadıkları bu ana aittiler. 

Otobüsten inip yürümeye başladıklarında yol boyunca yapılan tüm o sinir konuşmaları, sitemler, “şunu diyeceğim”li provalar, kısık sesle edilen küfürler, atılan her adımda yerini sükunetle buluşan bir gerginliğe bıraktı. Kadın bir türlü üzerindeki o eziklik hissini atamıyordu. Asansördeki tuhaf, asabi sessizliği adamın öksürükleri bozdu. Kadın aynaya bakıp eşarbının yamulan kısmını el yordamıyla düzeltti. 

Gittikleri ofis dört odalı bir evden bozma, lüks bir muhitte bir iş yeriydi. Avukat amca oğlu, bu ofis sahibinin davasını kazanmıştı da olayı anlatmamıştı. “Hele orasını karıştırma emmimin oğlu.” demişti. “Böyle adamların boku püsürü bitmez. Sinek bulsalar onun bile suyunu sıkarlar. Sen benim adımı ver, o sana hastanede, camide temizlik iş bir şey ayarlar.” Avukat kuzen adamın haline acımıştı acımasına da sonrasında bir kere arayıp sormamıştı. Kadın bunu da her defasında adamın yüzüne vururdu. “Senden ne hayır gördük de ailenden görelim.” derdi. 

Kapıyı yine aynı tıknaz, boğuk sesli, yanakları kırmızı, memnuniyetsiz ifadeli sekreter kadın açtı. Sekreter, adamı tanımamıştı bile. Adam, kadının nefret dolu bakışları altında anımsatmaya çabalayınca sekreter kaba bir sesle “İşçi alımları haftaya başlıyor dedik, ne diye bugünden geldiniz?” diye sordu. Kadın baştan kaybedecek titrek bir ses tonuyla “Ama hanımefendi, aylardır alım alım diyorsunuz biz heba olduk. Ne zaman zamanı geldi desek tekrar erteleniyor. Hani yani biz de ne yapacağız Allah Muhammed aşkına bir yol gösterin. Kaç aydır oradan oraya sürükleniyoruz. Oraya git isim ver şuraya adını yazdır. Yani çok çaresiziz artık Allah için bir iş verin bize.” dedi. Sekreter konuşmanın olabildiğince çabuk bitmesini istediğini hissettirdiği ses tonuyla “Canım, sistem kapalı diyorum. Ben en fazla ismini alabilirim ama iş yok yani ne yapayım ben. Sistem açılsın girer başvurunuzu yaparsınız. Adınız zaten burada. Kim için iş, senin mi kocan mı? Adı neydi? Hah burada kâğıt. Başvurunuzu yapacaksınız adınız buradaymış zaten.” 

Kadın bu defa diretmekte kararlıydı. Aylardır aynı laflarla oyalandıkları yeterdi. Bir iş istiyorlardı, bu zenginlikler içinde bir iş neydi ki? Koskoca devletin onun fıtık beli, şiş karnıyla yapacağı çapaya ihtiyacı mı vardı? İki çocuğun karnını doyurmak bu kadar mı zordu? Kadın bu düşüncelerden hareketle ağzını açmaya hazırlanırken içeri taraftan kapı açılma sesi duydu. Çok geçmeden ikisini işlerini ayarlayacak ofis sahibi odasına çağırdı. 

Odada altın renkli yuvarlak aynanın, kral figürünün, koltuk kenarlarının uyumu dikkat çekiciydi. Masanın üzerindeki eşya sayısı da bir masaüstü bilgisayar dışında yok denecek kadar azdı. Adamın sırtındaki ter, klimalı ortama girince soğumaya başladı. Kadının kışlık, kalın, sıcağı emen ayakkabıları bu odanın zenginliğinden çekindi, büzüldü. Odanın içindeki et döner kokusuna karşılıklı iki konuk sandalyesinin arasında duran masada dağınık vaziyetteki iki-üç paket tekli ıslak mendil ve ofis sahibinin diliyle dişlerini karıştırma sesleri eşlik ediyordu. İşveren, yaydığı rahatsız edici rahatlıkla hafif öksürüp oturduğunda kadın onun temiz, bakımlı ellerini, nizami saç tıraşını, hâlâ aklaşmamış sakalını, açık mavi gömleğinin altından iyice belli olan göbeğini inceledi. Göz ucuyla kocasının yan tarafı küçük delikli tozlu, eski bez spor ayakkabısının ucunu görüyordu. 

İşveren eliyle, buyurun oturun manasına gelen sabırsız bir komut verdi. Avukat kuzenin halini hatırını sordu. Yaklaşımı sağlıklıydı ancak asla o ana, kadının ve adamın söylediklerine, arkalarından getirdikleri hayata, çapaya, öksürüklere, güneşin o kavurucu saatlerine, çalışmakla, yarın yokmuş gibi hayalsiz, ümitsiz toz toprak içinde çalışmakla geçmiş senelere bir saniye bile dahil olamayacak, anlamayacak bir umursamazlıktaydı. Aynı odada, aynı şehirde, aynı toprakta, aynı güneşin altında olmasına rağmen tamamıyla bambaşka bir parlak kundura, bir yırtık bez ayakkabı ve bir tozlu kısa bot birbirine bakıyordu. Aynı şehrin güneşi bir tarafın damını, bir tarafın aklını yakmıştı. 

İşveren, kadının konuşmasını zaten duymuştu. Beklemeden hızlıca söze girişti. “Ablacım, eşinle zaten git-gel tanışıklığımız var. Amca oğlunun da hatırı büyüktür. Başım üstüne ancak her seferinde buraya böyle geliyorsunuz, hani verdiğiniz yol parasına yazık. Çok kolay sanıyorsunuz iş bulmayı ama inan ki sizin gibi onlarcası, yüzlercesi var. Vallahi sana yemin olsun adam üniversite bitirmiş, tahsilli, belediyede işçilik yapmak için altı aydır bekliyor. Para kazanmak kolay değil bu devirde.” 

Bunları derken kolundaki altın saatle istemsizce oynamaya başlamıştı. “Hani beyini anımsıyorum artık, yoksa burası işçi hayır kurumu değil. Ben sadece aradaki koordineyi sağlıyorum. İş olsa dükkân senin.” Son cümleyi biraz asabi bir tonlamayla kurmuştu. İşverenin gözü gidip gelip kadının hafif belirgin karnına takılıyordu. Emin olmak için sordu “Kaç çocuğunuz var?”  

Kadın aklında koşmaya başlayan hislerle ansızın konuşuverdi: “İki tane, ellerinizden öper. Üçüncüsü de yolda. Durumumuz malum, ikimiz de işçiyiz. Güneşten önce uyanmadığım tek bir Allah’ın günü yok. Yarım günüm tarlada geçiyor. Ellerim dikenlerin arasında kalmaktan parça parça. Parmaklarımı kapatamıyorum. Boyun, bel, kol desen bitmiş. O sıcağın altında, Allah için elinizi vicdanınıza koyup düşünün, her gün, saatlerce güneşin altında çalışabilir misiniz? Vallahi bana bir sene önce deseler hayır derdim. Kocamın işten ayağı kesilince mecbur kaldım. İnsan mecbur kaldığında evi, çoluğu çocuğu için her şeyi yapar. Yeri gelir çapa da yapar yeri gelir tuvalet de temizler. Hayatımda çalışmış kadın değildim. Gidiyoruz, su yok, tuvalet yok. Kocam hasta, doktora götüremiyoruz. Çocuklarım bakımsızlıktan dökülüyor, bir anne olarak bıkmışım ya, görüp kahroluyorum. Sizin iş yeriniz bile altın kaplama. Allah daha çok versin, gözümüz olduğundan değil. Ama bunca servetin içinde bize verilecek maaşlı sigortalı bir iş nedir ki? Sizden ne azaltır? Her gün alacağınız hayır duasından başka. Kocam çalışkan adamdır, yer de siler, lavabo da temizler. Yeter ki kışları üşümesin, yazları başına güneş geçmesin.”  

İşveren, kadını dinledikten sonra düşünceli bir şekilde masasına baktı. Ağzından anlamsız sesler çıkardı. İki dakikalık sessizlikten sonra kadına dönüp “Bacım sen kapının önüne çıksana. Orada bekle kocanı.” dedi. 

  Çukurova’nın sıcağı insanın içindeki tüm yorgunlukları uyandırır. Hele ki o sıcağın başına geçmesine mecbur olanlar her güneş mevsimi iki yaş birden atar. Güneşin zalimliğinde pişmiş bir aklı çoğu zaman toprağa ayak basmak bile dindiremez. O zalimlikle yanmış bir zihin tüm yorgunluklarını, bastığı toprağın, elinin değdiği domatesin, başını okşadığı veledin engelleyemeyeceği denli uyandırır. 

Çukurova’nın sıcağı güneşin batmasıyla da bitmez. Güneş yoktur ama gitmeden havaya, tüm o dar mahalle evlerinden çıkan yemek kokularına, lağım kokularına, havada asılı kalan her şeye, ince ince, özenli özenli, bunaltıcı, kasvetli, nemli, yapış yapış bir sıcak yerleştirir. Gündüz güneşin değdiği her yer gece de sımsıcak kalır. Nasıl ki gündüz yanan zihinler gece sönmüyorsa, aynı şekil evlerin damları da dokundukça alev alevdir. Ve en yorgun, yanmış akılları sadece tüm gün istemedikleri halde bu sıcağın altında ezilen damlar anlar. O yüzden bu zihinler ancak güneşe en yakın oldukları, sıcağa tüm çıplaklıklarıyla teslim olabildikleri bu damlarda dillenirler. 

  Kadın ve adam o gece damda uyuyacaktı. Kadın kırmızı renkli şekli belli belirsiz bir hasırı serdi, oturdu. Çok geçmeden hasır kalçalarında kaşıntı yaptı. Adam sırtını sıvasız duvara dayayıp bir sigara yaktı. İkisi de sanki henüz yapılmamış bir konuşmanın tahribatından zarar görmeye başlamış gibiydi. Diğer damlardan belli belirsiz sesler geliyordu.  

“Öyle işte.” dedi kadına. “Şerefsizin oğlu, döküldü sonunda. Alımları bekleseniz bir sene geçer diyor. Tabii alırlar mı o da bilinmez. Kendi ağzıyla dedi dolu tahsili genç var bekleyen. Hoş, onlara bile sıra gelmez ya, alınacak adamlar bile belliymiş ta kaç ay önceden. Hasta, cahil birine kim iş verir şu saatten sonra? Kabul ederseniz ben ne yapar eder oldururum, dedi. Benim için de zor inan ki. Ama düşününce, çocuk için daha iyi olacak anladın mı? Biz daha iki tanesine bakamıyoruz. En azından yeni gelen kurtulacak. Adam bacısının üstüne yemin etti, ben evlat hasreti çekiyorum diyor. İkinci evliliğiymiş. İlkini boşamış da yine çocuk olmayınca kabullenmiş ama şimdi de hanımının yaşı ufakmış baya. Prosedür mü ne dedi, bu meselelerin de bir adabı, usulü varmış yani. Anam avradım olsun, anlatırken gözleri doldu. Sen de benim bir kardeşimsin diyor. Senin beynin güneşten bulanıyor artık o tarlalarda. Çocuk doğduktan sonra nasıl yapacaksın ki? Adamın altında servetler var ama erkeklik fıs.” Son cümleyi kurarkenki ses tonunda korkunç bir kibir gizliydi. Kadın, kocasının anlattıklarından sonra işverene verilen haklılıkların acımasızca bu çatlak duvarları, baskısı artık gözükmeyen penyesini, etrafındaki kutu gibi evleri, ellerindeki yaraları acımasızca ezip geçtiğini hissetti. Yaralı bir derin nefes aldı. Kurumuş dudak çevresinde, kirpiksiz yuvarlak gözlerinde, sıkışıp duran göğüs kafesinde tarifi edilemeyecek bir boşluk hissiyatı ve sonsuz bir yorgunluk vardı. Ellerini yere koydu. Damın zeminin tüm günün güneşini yedikten sonra hâlâ sıcacık olduğunu hissetti. 

Bu memleketin insanının ayağını toprağın merhameti taşır, başını güneşin zalimliği aydınlatır. Bu yüzden kentteki her evin damı ve her insanın aklı biraz zalimdir. Işığın ve sıcağın hangi dama zulmettiği, hangi zihne hükmettiği ise hep bir muammadır.  

     

Editör: Gizem Bozkurt

Nisanur Kuvvetli
Latest posts by Nisanur Kuvvetli (see all)
Visited 30 times, 2 visit(s) today
Close