Yazar: 11:47 Öykü

Gjövik’te Bir Yabancı

Sen, ben, Tahranlı delikanlılar, mutfak masamızın etrafında oturuyoruz. Pencere kenarını seçiyorsun, ben de tek kadın olarak başköşeyi! Yol desenli örtümüzü seriyorsun soframıza, hani annenin elleriyle, simli ipliklerle işlediği; ülkenden, ailenden ayrılırken alnına kondurduğu buseyle sana emanet ettiği. Penceremizin pervazında eski bir fotoğraf duruyor: annen ve kardeşlerinle evinizin bahçesindesiniz. Annenin üzerinde kırmızı ipekli bir elbise, saçlarında pırlantalı toka. Ne kadar genç! Ne kadar güzel! Masanızda örtümüz, porselen tabaklar, iki gümüş şamdan, kristal vazoda beyaz zambaklar. Gülüyorsunuz hepiniz!  

O fotoğraf İzmir’i, çocukluğumun büyülü günlerini hatırlatırdı bana. Ailecek çektirdiğimiz fotoğraflarda tıpkı sizin gibiydik. Açık maviydi evimizin kepenkleri. Balkonumuzdan deniz, kumsal, iskele görünürdü. Her sabah balkonun korkuluklarına yaslanır, dalgalı mı diye denize bakardık. Şen şakrak kahkahalarla iskeleye koşardık. 

Soframız Tahranlı neşeli delikanlıların umut dolu hikayeleriyle süslü. Memleketlerindeki sofraları fakirlik kokarmış; birkaç somun ekmek, birkaç zeytin tanesi. Bu küçük kuzey kentine  iltica ettiklerinden beri öylesine zengin ki sofraları, devlet bakıyor onlara, gelecekleri pırıl pırıl. Onlar gülüyor, sohbet ediyor, sen hiç konuşmuyorsun. Sen bu ülkeye yabancısın, anlatılanlar sana. Gözlerinde gri bir hüzün… İnce uzun parmaklarını örtümüzün işlemelerinde, evine giden yolların üzerinde, Tahran sokaklarında gezdiriyorsun. Desenler çiziyor, siliyor, yeniden çiziyorsun. Sen buralara neden ait olamıyorsun? 

Şubat’tan beri Gjövik’deyiz. Kuzey ışıklarını keşfediyoruz. Evimizin önündeki yüksek tepede dans ediyorlar. İçlerindeki kırmızıya hayransın sen, bense açık maviye. Bulutsuz, soğuk gecelerde Mjösa’nın üzerinde salınışlarını, buz tutmuş masmavi gölü  binbir renge boyayışlarını, iki yakadaki iskelelerin direklerine yansıyıp kavisler çizişlerini izliyoruz. Biz de öğreniyoruz buzun üzerinden kayarak karşı yakaya geçmeyi, patenlerle iki iskelenin arasında gidip gelmeyi. 

Nemden yapış yapış olduğum, sıcak mı sıcak bir geceydi. İzmir’i kasıp kavuruyordu ağustos sıcakları. Geceleri bile nefes alamıyorduk. İskele serin olurdu. Oralarda ne işin vardı, memleketinden neden uzaktaydın… Sormak aklıma gelmemişti. Düşmek üzereyken tutmuştum seni. İskelemiz eskiydi, tahtaları ayrık ayrık dökülmüş dişler gibiydi. Ezberlemiştim eksik tahtaların yerini. Koluna dokunduğumda irkilip yana çekilmiştin. Yıldızlar pırıl pırıldı, tıpkı sürmeli gözlerin gibi. Tenini hissettiğimde kasıklarımdan dudaklarıma doğru koyu bir ılıklık yükselmişti. Dalıp gitmiştik birbirimize. 

“Sana ancak deli olunur!” diye fısıldamıştın. 

İnsan dört kelimeyle aşık olur mu? Dört kelimeyle sırılsıklam… 

Tam kırk bir gündür yağmur çiseliyor Gjövik’de. Karanlık yerini aydınlığa, soğuk yerini ılık yaz günlerine bıraktı. Yağmur inadına yavaş yağıyor. Bıkmadan usanmadan sabah, öğlen, akşam bulutlar iniyor Mjösa’nın üzerine. Kırk bir  gündür masmavi gölü griye boyuyorlar! 

Sen, ben, Tahranlı delikanlılar mutfak masamızın etrafında oturuyoruz. Dışarıda yağan yağmura aldırmıyoruz. Mutfak köşe bucak safran kokuyor. Bembeyaz pilavın ortasına safranın sapsarı sularını döküyorsun sen, incecik, koyu turuncu yapraklarını, polenlerini serpiştiriyorsun. Nar ekşisiyle saatlerce pişirilmis tavuklarla, kuru üzümlerle, tel tel pişmaniyelerle, yemyeşil fıstıklarla donatıyorsun soframızı. Soframızdaki herkesin tabağına dağıtıyorsun pekmez kıvamındaki koyu kırmızı sosu. Saçlarımı okşayıp “Kızıllık var senin saçlarının arasında!” diyorsun, bakışlarının derinliğine kapılıp gidiyorum yine. Gözlerime bakarken o gri hüznün kayboluyor. Gülümsüyorsun. Sonra utanıyorsun gülümsediğine. Bir saniye bile olsa kendini buralara ait hissetmekten korkuyorsun.  

Dışarıdaki hayatı almıyorsun aramıza. Arada Chaplin’e, o küçük kahveye gidiyoruz, hani sinemanın yanındaki. Masamızı aceleyle bulup oturuyoruz. Bakışlardan uzak köşeler seçiyorsun sen her seferinde. Siyah kızıl saçlarımız, koyu tenimiz tezat oluşturuyor etrafımızdakilerle. Sarı saçlılarla dolu dışarıdaki soğuk hayat!  

Soframız sıcacık. Tahranlı delikanlılar öğrenecekleri dillerden, aksanlardan, kültürlerden, kuracakları dostluklardan, bulacakları sevgililerden söz ediyor. Senin gözlerinde gri bir hüzün. Verdiğin cevaplar ‘ama’ larla dolu!   

“Ama bizim hayatımız güzeldi Tahran’da, hatta İzmir’de bile. Burada yabancıyız!” O akşam, o sofrada keşke daha çok baksaydım sana. Gözlerindeki hüznü her yakalayışımda ellerimle silseydim onu, sarılsaydım boynuna. Memleketin ve toprak kokan teninin kokusunu içime çekseydim. Ellerimi simsiyah saçlarında gezdirip okşasaydım. Hüznün kayboluşunu, arzunun bakışlarına inişini seyretseydim. Her şey güzel olacak diye binlerce kere tekrarlasaydım, belki gitmezdin o zaman.  

 “Artık buralara dayanamıyorum. Ön yargılar, ırkçılık boğuyor beni,” dediğinde güneş batmak üzereydi. “Ya ben, ben ne olacağım?” diye soramamıştım. Tahran’da, o ortamda kadın olmak yapamayacağım bir şeydi. Özgürlüğümden vazgeçmeye, seninle gitmeye kendimi ikna edemiyordum. 

Yine yağmur çiseliyor Gjövik’te. Mutfağımızda penceremizin yanında oturuyorum. Giderken dudaklarıma kondurduğun buseyle bana emanet ettiğin örtümüzün işlemelerinde gezdiriyorum parmaklarımı, başını annenin göğsüne yasladığını, huzuru bulduğunu hayal ediyorum.  

Ne yağmur ne de bulutlar umursuyor beni. Her düşen damla diken gibi batıyor tenime. Yürümeyi bıraktım. Göl vapurları saniye şaşmadan geliyor. Güvertede korunaklı köşelerde oturuyorum. Başımı elime yaslayıp İzmir’in anılarımdaki yasemin kokan sokaklarında, akşamsefalarıyla dolu bahçelerinde, gün batımlarında pespembe bulutların indiği iskelemizde geziniyorum. Bu kuzey kentinde göl vapurlarının beni bıraktığı iskelelerde seni bekliyorum…   

Senem Selvi

Senem Selvi
Latest posts by Senem Selvi (see all)
Visited 16 times, 1 visit(s) today
Close