Yazar: 17:07 Öykü

Betül Haymanalı’nın “Aralık” İsimli Resmi Üzerine Üç Öykü

Betül Haymanalı’nın çizmiş olduğu görsele, Instagram takipçilerimiz tarafından gönderilen öyküler arasından yayımlamaya değer görülmüş üç öykü şu şekildedir.

1- Esra Bitmez, öyküsü Pencere
2- Ece Dirhemsiz, öyküsü Pardon Yara Bandınız Var mı?
3- Canan Murteza, öyküsü Aranıyor

Aralık, Betül Haymanalı

Esra Bitmez – Pencere

Bir pencereden bakardı kadın. Gönlünün penceresinden, aklının penceresinden, evinin penceresinden… İki gözünün ve üçüncü gözünün görebildiği tüm pencerelerden… Onun işi buydu: bakardı, görürdü, süzerdi, yaşardı, kapatırdı… Çok kere birini diğerine olduramazdı. Cereyan almaya başlardı fikirleri dört bir yandan. Daha fazla susturamazdı sert rüzgârlarının uğultusunu. Kapatırdı pencerelerini bir bir dünyaya. Bırakırdı kendini eski bir şarkının içine. Aralardı sadece hayal penceresini. Çünkü orada yanılgılara, üzüntülere, kırıklıklara yer yoktu.

Hayal penceresi açıl susam açıl demekle fazla nazlanmadan açılır, şişe cinini emrine amade ederdi. İyiydi, güzeldi ne var ki hakikatten ıraktı. Hayal penceresinden gülümseyen cin zamanla ifrite döner; yürek, uymayan gerçeğe oldurulmaya çalışılan hakikatlerin parçalayıp yerlere saçtığı sırçaları toplarken kanayan avuçlarını sarardı.

Gönül penceresi, gönülden tuttuğunu kırk yıl hatırı kalsın diye bir fincan kahvenin başına oturturdu. Düşün patikalarından gönül membaına varan yolu sabırla yürütmek, sonra yorulan yolcusuna membanın en duru sularını kana kana içirmek isterdi derken yolcu gönül penceresinden ansızın bakıp geçerdi.

Açık tuttuğu gönül pencerelerinden kimlerin geçişiyle kalbi kelebek kanadı gibi titreşti, kimlerin gidişiyle artlarından gözyaşından kaseyi serpti hiç dönmemelerini dilercesine. Bu pencere hep baharlara açıldı da kara kışlarla kapandı. Yaş kemale erdi, gönül penceresi akıl penceresinin rüzgârına yenildi. Böylesi asık suratlı, daha sevimsiz olsa da daha kamilceydi.  Yürekte saklı bir kelebek yoktu ama pencereden bakarken yağmura tutulmak da yoktu.

Akıl penceresi; kimselere güvenme, eşiğinden adım attırma. Görme ve görünmez ol dedi ona. Sevmedi bunu bir zaman sonra. “Ben”liğinden, “kendi”liğinden uzaklaşmıştı bu pencereden bakarken. Nihayet bunun da kanatlarını kapattı. Kaldım derken karanlığımda gri bulutları delen bir ışık huzmesi belirdi yeni pencereye muştucu. En iyisi ev(ren)inin penceresinden bakmaktı. Pencereden geçenleri seyretmek, gülenle gülmek, somurtup geçenlere içinden selam vermek, yolcuyu yolunda uğurlamak gerekti.

Şimdi demlenen ruhunun dinginliği, telaşsızlığı, olgunluğu vuruyor camlara. Hayatta her mümkünün olduğunu ve hayatın her duruma hakkı olduğunu olgun bir kabule geçişle gösteriyor ona. Derviş misalin tevekkülü ve tevazusunun ılık rayihaları doluyor o pencerelerden.


Ece Dirhemsiz – Pardon Yara Bandınız Var mı?

Bugün haddinden fazla soğuk bir sabaha uyanmıştım. Saçlarım dağılmıştı ve artık beyazlarım sayılacak kadar çoktu. Yüzümde akşamdan kalmış bir hüzün vardı. Ellerim stresten titremeye başlamıştı. Kaygılıydım. Üstelik olması gerekenden çok daha fazla. Tonlarca fikri beynimin en güvenli dosyalarına gizlemiştim. Eğer olur da her şey yolunda giderse diye kaçak bir umudu paltomun cebine iliştirmeyi de ihmal etmemiştim. Adımlarımı tramvaya doğru hızlandırırken is kokusunu solumaktan yıpranan ciğerlerime üzüldüm. Bu şehrin her yanı ayrı bir kokuyla karşılık buluyordu kendine. İşten vakit bulduğum zamanlarda çıkıp umarsızca yürüdüğüm sokakları özlüyordum. Özlemek bir o kadar yabancı bir histi bana. Öyle ki birçok anının karşılığını bulamadığım zamanlar yaşıyordum. Hafızam yabancılaştıkça anılarımda acılaşıyordu. ‘Acının da bir rengi olurmuş.’ Doktor öyle diyordu. Unutkanlığın da bir rengi var mıydı? Merak ediyordum doğrusu. Ayaklarım geri geri giderken zihnimi meşgul eden düşünceler arasında bacaklarımdaki titremeyi durdurmaya çalışıyordum. İnsanın duyacaklarından ümitli olması ihtimali kadar öğrenecekleri karşısında yıkılma olasılığını da hesaplamaktan geri kalamıyordum. Unutkanlığıma gereken ilaç daha yavaş unutmaktı bunu biliyordum. Önümde boylu boyunca uzanan kalabalık sokaktan yürüyordum. Ne çok insan vardı! Ne çok hayat! Ne çok hikaye! Bugün ömrümüzden bir günü daha yitiriyorduk hep birlikte. Bunun anlamsızlığı içinde gülümsemek istedim baktığım her farklı yüze. İçimde oluşan bu gereksiz ağırlığa anlam vermeyi es geçtiğim için kalbimin ortasına itinayla çadır kuruyorlardı. Deliriyor olabilir miydim? Düşünceler beni bir dakika bile yalnız bırakmıyordu. Ruhum uyuşuyordu, ayaklarımın altından kayıyordu sokak. Bu kalabalığın içinde tutunacak bir omuz arasam da bulamıyordum. Midem bulanıyordu ve aklım karışıyordu. Yere kapaklandığımda dizlerimin üzerine düşmüştüm. Canım acımıyordu ne tuhaf. Gözlerimi açamıyordum. Dağınık saçlarım yüzümü saklıyordu etrafımdakilerden. Histerik bir kahkahayı benden saklayamıyordu unutkanlığım. Yürümeyi unutmuş olabilir miydim sahiden? Güçlü bir uğultu vardı kulaklarımda. Esen rüzgar beni yerle bir etmek ister gibi hırçın darbelerini indiriyordu sırtıma. Gözlerimdeki karanlık yerini aydınlığa bırakırken gürültüsü artıyordu kalabalığın. Ellerimi yerden çekebilecek gücü bulsam ilk iş kulaklarımı kapatacaktım. Gürültü. Kalabalık. Çok gürültülü kalabalık! Fakat boğuk seslerin ardından tanıdık bir ses çalınıyordu kulağıma. 

-Pardon, yara bandınız var mı? 

Dağınık saçlarımın arasından dizleri üzerine çökmüş bu tanıdık sesin fazla tanıdık olan yüzüne bakıyordum. Hatırlıyordum işte sesini. Bu yüzü. Bana uzanan bu tanıdık eli hatırlıyordum ben. Unutkanlığım ilk defa işe yaramıyor Doktor bak! Unutmuyorum ben. Onu karşımda gördüğümde uzun soluklu bir susuşa hapsetmek istedim kendimi. Yüzünden şaşkınlığını okunuyordu benim gibi. Adımı sır gibi saklı duran dudaklarının arasından sayıkladı. Gözlerimin içine bakıyordu.  Unutkanlığında bir rengi varmış gözlerini görünce anlıyorum. Zaman ondan da bir şeyler çalmış mıydı? Oysa suretinin gölgesi rüyalarımı terk edeli çok olmuştu. İnsan unutamadığını hatırlamak zorunda kalmıyormuş. 

Öylece durmanın imkansızlığı içinde “Merhaba” kaçtı dudaklarımın arasından. ‘’Merhaba,’’ diye karşılık verdi. ‘’İyi misin?’’ dedi. Tedirgin görünüyordu. Sorusunu yanıtsız bırakmayacaktım. ‘’İyiyim,’’ dedim. Aklımın odalarında az önceki gürültülü kalabalığın isyanı vardı. Kafamı susturamıyordum. Beni onaylar gibi başını salladı. “Dizlerin kanıyor yara bandı lazım, ellerini uzat seni kaldırayım.” İçsel hesaplaşmalarıma bir son verebilirsem konuşmaya başlayabilirdim. Hatırlamak ne külfetli iş öyle tıpkı yaşamak gibi. Soğuktan çatlamış ellerimi uzattım avuçlarının arasına. Ayaklarımın üzerindeydim nihayet. Ellerim avuçlarının arasında duruyordu sımsıkı. Dizlerime bakıyordu, inatla kanayan dizlerime. Hayat garipti. Acılarınızla aranıza unutkanlık duvarları ördüğünüzde yaranız aynı zamanda yara bandınız olabiliyordu…


Canan Murteza – Aranıyor

Çıplak dört duvarın, tam karşısında duran soğuk, demir yatağın içindeydim. Hareket ettiremediğim parmaklarıma acıyarak bakıyordum. Korkunç karanlıkta, camdan az da olsa içeriyi aydınlatan ayın yardımına teşekkür etmek istesem de alay etti benimle. Ayak başparmağımı sömürmeye çalışan sineğin varlığı da güçsüzlüğümü hatırlatıyordu. Hücreye benzer bir mezarlıktı burası. Üstelik hiçbir şey yoktu. İntihar etmek için bir bıçak, boşvermişliğe bir kadeh, yazmak için bir kalem bile yoktu. Bir yatak, bir pencere, bir benden ibaretti. Hem de en çok nefret ettiğim kişiydi bu. Gerçi ona da alışmıştım. Arada espriler yapar, hüzünlü ve korkulu masallar da anlatırdı. Duvarlar öyle yalnızdı ki bazen arkalarından gelen bir sesin çoğaldığına inanırdım. Burada yalnız olmadığımı bilirdim. Zaman durduramadığım tek düşmanımdı; ve dünya tek tanıdığım. Yine de yetmezdi. Firar eden birkaç düşüncenin peşindeydim. Sarımtrak bir kusmuğun kokusu gibi bahçeden gelen kedi ölüsünün bulunması için dua ederdim. Kokuşmuş insanlık gibiydi. Bu koku hiç gitmezdi. Bu küçük bedenin bir kurtarıcısı olmalıydı. Annem küçükken Tanrıyı göremeyeceğimi fakat hissedebileceğimi söylerdi. On bir sürü yüz, bir sürü beden çizerdim. Gözlerinin bulutlarda saklandığına inanırdım. Oysa o, hiçlik elbisesiyle dolanan bir tanıdıktı. Annemin dualı ninnilerinde yaşayan bir düştü Tanrı. Geceleri bana sarılıyor muydu? İşte buna hiç cevap bulamadım. Belki her gün, ufalarak kaybolduğum bu düş zindanından kurtarabilirdi. Fakat ya ben onu çoktan unutmuştum; ya o beni. Yine o sesi duymaya başladım. Duymamak için her şeyi yapabilirdim. Ezbere bildiğim ince, nodüllü bir sesti bu. “Buradayım,” diyordu. Sıradan bir hezeyan zannederdim. Beni çağıran bir göreve dönüşmüştü. Kendimi durduramadım. Ağır bir yük torbası gibi kalktım. Korkuyu da brakmıştım yatakta. Labirent görünümündeki yedi kat merdivenlerden boşluğa baktım. İlerledikçe kemiklerimin sesi aylardır bir yatağa bağlı olduğumu hatırlatıyor, intikam alıyordu. Bu ses bir arayış mıydı? Çok uzun zaman sonra yürüyor ve düşünüyordum. Her katın duvarında bir afiş asılıydı. Siyah beyaz filmden kalma bir kadın yüzünü izliyordum. ‘’Aranıyor’’ başlığı dikkat çekmişti; fakat ilginçtir, katları indikçe geriye dönüp baktığımda afişler kayboluyordu. Bu yüz, eskiden pek tanıdığım fakat unuttuğum birine aitti, unutmuştum; tıpkı eski gülüşlerde bıraktığım kendim gibi. Dördüncü kata geldiğimde çok sıcakladım. Arayışım benlik davasına dönüşmüştü. Beyaz duvarlarda gölgemi, yankıda ayak seslerimi duyuyordum. Var oluşumun dayanılmaz ispatıydı bu. Kollarımdaki ipler biraz gevşemişti. Odaya geri dönmeyi istediysem de duvarlardan bir çıkış umuyordum. Tırnaklarımla kazıyabilirdim, bağırabilirdim ama savaşmaya gücüm yoktu. Anlaşılmayacağımı biliyordum. ‘’Buradayım’’ sesi tekrarlanıyordu. Hızlanmaya başladım. İçimde sanki bir güvercin çırpınıyordu. Eskiden güvercinlerim vardı, onları hatırladım; onunla beraber fötr şapkalı yirmi yedi yaşında bir şair olduğumu, Kasımpatıyı çok sevdiğimi ve başak saçlı sevgilimi. Ama gittiğini hiç unutmadım; tıpkı arayışımda kaybolduğumu unutmadığım gibi. Sese yaklaşıyordum, en alt kata varmıştım. Sağıma döndüm, siyah çerçeveli bir aynaya bakıyordum. Ses kesilmişti. O an ben çığlık atabilirdim ama atmadım. Gözlerim ıslak bir buluttu,ağlayamadım. Uzun yıpranmış saçlarımı ve uykusuzluğumu biriktirdiğim iri göz torbalarımı izliyordum. Çatlak dudaklarım susuz ve sevgisizdi. Kimsin sen diye iç geçirdim, sahi kimdim ben?   Kendimi öldüren bir katil mi? yoksa yaşamda öldürülen bir masum mu? Suçlu kimdi? Suçu hep çocukluğumda aramışlardı, oysa ben fazla büyüdüğümden buradaydım. Bir tıkırtı geldi uzaktan. Nöbetçiler olmalı. Köşeye saklandım. Bir delinin delirdiğini düşünmemelilerdi. Nefesimi tuttum, önümde bir güvercin uçmak için hazırlanıyordu. Gözlerimi yumdum.


Öyküleri okuyan: Mete Karagöl

Visited 7 times, 1 visit(s) today
Close