Yazar: 11:59 Kitap İncelemesi, Öykü Kitabı

Fuat Sevimay’ın “Gör Bağır” Öykü Kitabına Dair

İnsan olmamızın temel gayelerinden, yaratılışımızın bizden beklenen sonuçlarından biri; akıl yolu, gönül gözü ile şu iki kapılı handaki yolculuğumuz müddetince kendi varlığımıza anlam verme çabası  kadar etrafımızda akıp giden hayatı duyumsamak, dünyaya bir soluk değip geçen insanı “gör”mek, anlamak, yer yer ona bir ses, bir nefes olabilmek değil midir? Kişinin benine dönme algısının son derece yanlış anlaşıldığı ve bencilliğin, yarın kaygısının insanları giderek ele geçirdiği şu dünyada öne eğik başımızı kaldırmak, “gör”mek, “gör”mek kadar bunu “bağır”mak da yok mudur?

İşte Sevimay Gör Bağır adlı birbirinden eşsiz, dokuz öykülük eserinde elimize bir meşale tutuşturuyor bu anlamda. Özyaşam öyküsündeki iyi insan olmaya çalışmanın izlerini sürmemizi sağlıyor. Bunu yaparken de milli bir tavır değil evrensel bir tavır takınıyor çünkü insan, -haliyle insanın olduğu her yerde olan- insanca yaşantılar,duyumlar coğrafyalar değişse de değişmiyor. Bu eserinde Sevimay, bizi kâh kendi coğrafyamızda  özdeğerlerimize  yaptığı telmihlerle gezdirirken kâh zamanı ileriye ve geriye sararak bir başka çağa (Gavrilo, Sonunardı adlı öyküler), bir başka coğrafyaya (Suriye Pasajı ve Hurdacı Franco adlı öyküler) götürüyor. Zamanda da mekânda payda insanda buluşuyor. Memleket meseleleri, geçim kaygısı, işsizlik, siyah ile beyazın zıtlığı kadar farklı insanların birliktelikleri, akıp giden hayat karşısında duyarsızlaşmalarımız, kraldan çok kralcılar, bir yer bulabilme telaşlarımız, dile gelemeyen aşklarımız, köklerimiz ve kuşak çatışmalarımız, savaş, salgın, yoksulluk, doğa… Ve daha sayamadığım onlarca şey  eşsiz dokuz öykünün satır aralarına ustalıkla ve içten bir üslupla yerleşiyor. Kimi yüzümüze tebessüm olup konarken kimi gözümüzde düşmeyen bir damla olarak donup kalıyor. Her öykünün sonunda kitabın kapağı bir es miktarı kapanıyor, öykünün lezzetine bir hesaplaşma ile varılıyor. Öykülerin içinden bize Yaşar Kemal, Kemal Bilbaşar, Neşat Ertaş, Şehriyar, Füruğ , Adonis, Necib Mahfuz, Feyruz…gibi tanıdık eller bir selam verip geçiyor. O anlarda bir dost selamına mazhar olmanın, dünyaya ne de güzel insanların değdiğini  görmenin memnuniyetini hissediyoruz.  

Üslubu da konusuna eş hoşlukta olan eserde, öyküleri bize resmeden, bizi o cadde diyar insan manzaralarında gezdiren etkili ifadeleri, betimlemeleri, sıralı cümleleri okuyoruz… Yazar; yer yer kullandığı, bizi meselenin özünden koparmayan; kahramanlara, mekânlara  çok iyi yedirdiği sokak jargonuyla doğallığı sonuna kadar hissettiriyor. 

Kapak tasarımı ile albenisi katlanan eser, İthaki Yayınları’ndan çıktı. Şimdi bu güzel esere biraz da parça parça, çok da büyüyü bozmamaya çalışarak birkaç öykü içinde bakalım. Acemaşiran ezgileri eşliğinde yazdığım naçizane incelememin kitabını ve yazarını ben çok sevdim. Umarım siz de benimle aynı lezzeti duyumsarsınız. Herkese keyifli okumalar.

Dolap Beygiri

Öykünün kerametine ermek için sanırım öncelikle kelimenin anlamına vakıf olmak gerekiyor. Dolap beygiri, kuyudan su çekmede kullanılan aynı yerde dönüp durarak çarklı düzeneği işleten beygir manasına geliyor. Başlıktaki bu istihza ile yazar, yaşamın gündelik akışı içinde hiç değişmeyen insan manzaralarına, durma eylemi olmaksızın çoğalan duyarsızlaşmalarımıza, un ufak olan, eksilen yanlarımıza ne de güzel atıfta bulunuyor ve öykü biterken şu cümleleri “gör”üyoruz  da kaçımız “bağır”abiliyoruz?

“Toplumdaki yılgınlık ve bıkkınlığa paralel olarak umursamazlık ve vurdumduymazlık arttı, artış hızı durmadı. Bir Allah’ın kulu insanlar neden ölüyor, bu ezilerek ölen ben de olabilirdim, demek için durmadı.

Çarkın öğüttüklerinin içinde ben de var mıyım, diye dönüp bakma gereği duymadı. Durmayanların içinden bir güven eksildi.” (s. 15)

E

Bir aşkı gizlemek her zaman o kadar kolay mıdır? Ne diyor Divan lafzındaki aşk; aşk gizlendikçe büyür, güzeldir, sevdiğinin adı dile düşmemelidir. Bu öyküde öykü kahramanı delikanlımızın serde sevdalığının utangaçlığından öte yandan sevgiliye de kayıtsız kalamamasından giriştiği sergüzeşti ve neticesine kadar yaşanan olayları yanakta tebessümle okuyoruz. Öyküde kovit sürecinin memlekete yansımasını, geçim kaygısını, gençlerin hayalleri ile hayatları arasındaki sıkışmışlığını, dostluğu, kraldan çok kralcılığı, kendine önem atfetmenin çarpık şeklini yer yer kafa sesleriyle bezeli ironik bir sistem eleştirisi olarak okuyoruz. Öyküdeki sokak ağzı ve yurdum insanları bizi gülerken düşündüren, doğal ve gerçekçi bir dünyanın kucağına atıyor.

Suriye Pasajı

“İnsan hiç tanımadığı birini öldürebilir mi?”

Bu öyküde yazar bizi ışıklı, kahkahalı, telaşlı adımlar caddesi İstiklâl’den Suriye’ye, bir savaşın ortasına götürüyor. Mülteci bir kadının yolculuğuna ancak boğazımızda bir tıkanıklık ve seyir yoluyla refakat edebiliyoruz. Kadın olmanın zorluğuna, aynı zamanda dayanıklılığındaki güce şaşarak bakıyoruz. Bunların  yanı sıra ülkedeki bazı insanların mülteci algısını da görebiliyoruz. İnsan yanımızı sorgularken savaşın kirli çehresi ile yüz yüze kalıyoruz ve kimse sınanmadığı günahın masumu olmuyor.

Birincisi

Birçoğumuz tarih derslerinden hatırlar. Birinci Dünya Savaşı konusu işlenirken öğretmen tahtayı iki parçaya böler ve bir yana savaşı başlatan görünen nedenleri, bir yana da asıl nedenleri sıralar. Görünen nedeniyle Avusturya Macaristan veliahtı suikasta uğrar ve fitil ateşlenir. Savaşı hangi neden başlatırsa başlatsın onu masum kılmaz, ulvi bir gayeye dayandırmaz. Bu uğurda birileri tasarlar, birileri haritayı çizer, birileri kılavuzluk yapar, birileri uygular. Uygulama basamağına gelene kadar sorgulama da biter. İşte bizim I. Dünya Savaşı’nın başlatıcısı Gavrilo’nun öyküsüdür bu. Daha adını bile koymadıkları bu canhıraş insan karmaşasında “en az” on kişi, bilemedin yüz kişi ölecektir. Unutma EN AZ!

Visited 6 times, 1 visit(s) today
Close