Yazar: 15:00 Röportaj

Evimizi Böyle Yaktım: Ferdi Çetin İle Söyleşi

senden gördü bu çocuk hep, kibritle oynamayı nereden öğrenecek…

2011 yılında “Minâ Urgan Ödülü”nün sahibi olan Ferdi Çetin’in öyküleri “kitap-lık” ve Sözcükler gibi dergilerde yayımlandı. 2012 yılında Yusuf Demirkol ile birlikte “ba-tiyatro”yu kurdu. 2016 yılında yazdığı “Hafızasını Kaybeden Müzeden Bir Traktöre Mektuplar” isimli oyun iki sezon boyunca sahnelendi ve ekibin deneysel tarzının en iyi örneklerinden biri halini aldı. Aynı zamanda “GalataPerform”da dramaturg olarak çalışan Ferdi Çetin Yeni Metin Yeni Tiyatro Projesi için oyun çevirileri yapmaya devam ediyor.

Ferdi Çetin’in ilk kitabı “Evimizi Böyle Yaktım” Yapı Kredi Yayınları etiketiyle 2019 yılında okurla buluştu. Biçim olarak da sizi şaşırtacak, minimalist anlatımla karşımıza çıkan öykülerden oluşuyor. Yolunuz madam arette aretta’ya , tanrı bey’in adalarına, beriyye hanım’a, başımdaki sonsuzluğa uğrarsa kendinizle de karşılaşabilirsiniz. Ben de kitaba sadık kalarak öykü adlarını küçük harfle yazdım.

atiye kendi kuşlarını vermiş ona
şimdi diyor
bana kuşlarımı geri verin,
atiye kuş değildi onlar
kalk yerine yat seni bizim salona gömmüşler,

Ferdi Çetin ile öykülerini, tiyatro çalışmalarını konuştuk. Samimi cevaplar aldık. Mahal Edebiyat ailesi olarak teşekkür ediyoruz. Keyifli okumalar!

İlk öykü kitabı için büyük küçük harf hiyerarşisine, noktaya karşı çıkışınız cesurca. Okuru güvenli alanlarından biçim olarak çıkardığınızı ; onları kendilerine, hislerine daha da yakınlaştırdığınızı düşünüyorum.  “annem ilkokul, babam boş” adlı öykünüz  gibi…Bu konuyla ilgili geri dönüşler nasıl oldu?

Büyük harf ve küçük harf seçimiyle başlayacak olursam, tüm harflerin göz hizasında olmasıyla ilgili sanırım, okuma deneyimini bölen, kesintiye uğratan bir şey olmamasını istedim çünkü yazarken benim için de böylesi bir deneyim söz konusu. Virgül kullanımını da bu şekilde açıklayabilirim. Bir nefeste okunma isteği belki de, ama daha çok susmadan önce tek nefeste söylenenlerle bir ilgisi olmalı, daima kendi içine çekilen sade bir dünya hayal ediyorum, hep daha azıyla yetinilen, sürekli daralan bir dünya. Annem ilkokul, babam boş, öyküsü benim için çok özel bir öykü, aslında kitaba bu öykünün ismini vermek istiyordum çünkü okuyucunun tamamlayabileceği bir öykü, boşlukları okuyucu tamamlıyor. Yarım kalan bir şey var hep yazıda, istiyoruz ki okuyucu tamamlasın, bu öykü özelinde ve kitaptaki diğer öykülerde de sanırım biraz öyle oluyor.

“kırmızı kırmızıdır, tanrı bey’in adaları, madam arette aretta, biraz daha kırgın biraz daha çatık kaşlı” öykülerinize verdiğiniz isimler de başlı başına öykü. Başlıklar, karakterler nasıl oluştu? Mesela müçteba bey’i  yolda, sokakta gördünüz mü?

Öykülerin isimleri kendi başına birer öykü olabilir evet, belki de asıl öykü orada, içeride çok bir şey olmuyor. Karakterler benim için bir müzedeki heykeller gibi, bugün etrafımızda çokça karşılaşmadığımız isimler, bir isimler müzesi hayal ediyorum diyebilirim o yüzden. Zamanı geçmiş, belki de müzeye kaldırılmış ve ziyaret edilmeyi bekleyen isimler ve yüzler hayal ediyorum. Her bir ismin öncelikle bir sesi var zihnimde, söylenince kulağa tuhaf gelen, atadan kalma tozlu tozlu sesler, tanıdıklar ama içimizde yaşıyorlar, bizimle birlikte nefes alıyorlar ve birer yüzleri var, hepimize tanıdık gelen rüyalarımızdan aşina olduğumuz yüzleri.

Öykü fikirleriniz nasıl çıktı?  Evini yakan çocuğa, devletin evlerinde ölen beriyye hanım’a, çatal bıçakla yemek yemeği öğreten ölü yengece nasıl dönüştünüz?

Tuhaflık başımdan eksik olmuyor sanırım, bir yerden çıkıyorlar karşıma muhakkak, bazen sararmış bir gazete kupüründe, bazen ise alt kattan seslendikleri oluyor, beriyye hanım’ın öyle bir hikayesi var, bir koltuğa kaç değişik şekilde oturulabilirse o kadar değişik şekillerde oturmaya çalışırdı beriyye hanım, sanırım görme biçimiyle de ilgili bu. Bir de insanların gördüğü ortak düşler vardır, hepimizin içinde yürüyen yengeçler, rüyalarımızdan geçiyorlar. Bazen bir hikayenin sonuna geldiğimizde, anlatılabilir olan uzatıveriyor başını, asıl o zaman başlamak gerek diye düşünüyorum.

Kitabın adı da oldukça dikkat çekici. Öykülerinizden biriyle aynı adı taşıyor.

Ateşin insanı alıp öte zamanlara götüren bir yanı var, gözlerimizi alamayız. Ateş insanları bir araya getiren mucizedir aslında. Yakma eyleminde ise yok etme ve yeniden var etme fikri içe içe geçmiş haldedir. Topluluk fikrinin altını çizer. Evimizi Böyle Yaktım, aslında küçük bir çocuğun ateşle imtihanıdır, ateş aynı zamanda düşlerinin, kabuslarının sembolüdür ya da bir ülkenin bilinçaltı demek daha doğru olacak. Bir başka şekilde söylecek olursak bir yasın peşinden gitmek gibi. Ortak bir kaybın etrafında toparlanabildiğimiz ölçüde insanızdır ne de olsa.

“kalk yerine yat seni bizim salona gömmüşler, cengiz kim olsun onu bulamıyorum, çok severdi karıncaları ama sevmezdi siyah mercedesleri” Bende iz bırakanlardan… Öyküleriniz şiir gibi bitiyor, az sonra başka bir yerde başlayacak gibi. Tiyatro çalışmalarınızın izleri öykülerinizde var mı?

Yeniden virgüllere dönmek gerekiyor bu noktada, bir ritmin peşinden gitmek, öyküyü, karakterlerin büyüsünü bulup anlatmanın mucizesine varana dek tekrar etmek, tekrar ettiğimiz sürece o ritmi hissedebiliriz, bitirmemeye, bir son vermemeye direnmek gibi aslında, o şekilde düşünebiliriz. Tiyatro ve öykü her zaman iç içe benim için. Dramatik öyküler, öykü formunda kurulan teatral anlatılar etrafında dolaşmayı seviyorum. Yapmaya çalıştığım biraz ikisinin birleşme ihtimalinin arayışı, bulduğumuz noktada yitiriyoruz ne de olsa, anlatmanın cazibesi binlerce yıldır buradan gelmiyor mu? O yüzden tiyatro ve öykü türler arasında yapılması muhtemelen geçiş imkanları veriyor bana, o yüzden ikisini bir arada düşünmek hoşuma gidiyor.

Büyülü gerçeklikten izler taşıyan öyküleriniz var: madam arette aretta, tanrı bey’in adaları gibi. Sizi etkileyen eserler oldu mu yazma sürecinde?  

Büyülü gerçeklik benzetmesi hoş bir benzetme, yerinde bence. Madam arette aretta insan oluşun sınırlarında dolaşmakla ilgili bir fikirden ortaya çıkıyor aslında, tanrı bey’in adaları ise insan oluşun imkanlarını zorlamakla ilgili. Büyülü gerçeklik dendiğinde evet, Marquez’in İyi Kapli Erendira’sını çok severek okurum, bir de On İki Gezici Öykü’yü tekrar tekrar okuduğumu söylemeliyim.

Ferdi Çetin kimleri okur, en sevdiği kitaplar, oyunlar nelerdir?

Türkiye Edebiyatı’ndan Sevim Burak ve Leyla Erbil kuşkusuz baş ucu yazarlarımdır. Bu iki büyük ismin yanında Gabriel Garcia Marquez, Samuel Beckett ve Franz Kafka sıklıkla okuduğum yazarlardandır. Melih Cevdet Anday’ın şiirlerini ilham verici bulurum bir de.

Bize  projelerinizden bahseder misiniz? Karantina süreci sizi nasıl etkiledi?  İkinci kitap fikriniz var mı?

Karantina sürecininn başlarında biraz oyunsuydu sanki her şey, hep birlikte karanlık bir oyun oynuyor gibiydik, o yüzden yeniden yazmaya başladım. İkinci öykü kitabımın hazırlığını yapıyorum. Bir de Terk Edilmiş Kıyılar // Negatif Fotoğraflar isimli bir oyun yazdım, GalataPerform’un kurucusu Yeşim Özsoy yönetti ve 24. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında gösterildi. Oyun yeni yılla birlikte Yeşim Özsoy ile kurduğumuz YeniPerform isimli dijital platformda seyirci ile çevrimiçi olarak buluşacak.

Son olarak Mahal Edebiyat okurlarına bir mesajınız var mı?

Okudukça yarım kalıyor insan, anlattıkça tamamlanıyor, umut dolu bir yılda yeni anlatılarda buluşmayı umuyorum Mahal Edebiyat okurlarıyla.

Visited 15 times, 1 visit(s) today
Close