Baharın başındayız. Dengesiz rüzgarlar, kocaman dalgalar, kaldırımın kenarında açan papatya… Montumun cebi delik, kaç kuruş kaçtı acaba o delikten içeri. Ayakkabı bağcıklarımı fazla sıkı bağlamışım küçük parmağım isyanda. İsyan iyidir, hayata tazelik getirir. Bu zamanda duygular, kavramlar, bakış açıları öyle büyük bir karmaşa yaşıyor ki kullandığın kelimenin anlamını düşünmek zorunda kalıyorsun birkaç kez. Üstümdeki ince mont, yağmurun incilerini çekiyor içine, onca para verip aldığım mont ıslaklığı hissetmeme engel olmuyor ve sanırım bundan şikâyetçi değilim. Hava sıcacık ve bahar dediğin her zaman dengesizdir. Yağmur çiseler, güneş açar, gökkuşağı çıkar. Sevimlidir bahar. Saat kaç oldu? Beklediklerinin geç kalması can sıkıcı, neleri bekledim ben, neler için sabrettim, neleri sevdim, nelerden nefret ettim. Sıkışık trafik, önümde duran kırmızı arabanın arka koltuğundaki minik kız çok mutsuz. Bu yüzyılın çocukları hep mi böyle, mutsuz, umutsuz, boncukları dağılmış sanki hepsinin. Akmıyor trafik, saat kaç?
Servis gecikti bu sabah yine. Mor saçlı kadın? Kısa mor saçları olan kadın binmiş midir servise?
Yüksek sesle dinlediği müzik kitap okumama engel olsa da tuhaf duygular yaratıyor bende saçları mor kadın. Yüksek sesle dinlediği içi siyah müzikler insanın yüzünde jilet izi bırakıyor. İzin derinliği tartışmaya açık belki ama öyle kahredici sesler geliyor ki kulağıma, güneş bile açmıyor içimi. Tuhaf bir biçimde kabartıyorum kulaklarımı ben de o müziklere. İnsanın doğasındaki trajedi eğilimi çıkıyor ortaya. Gerçek mi bu?
Kırmızı araba uzaklaşırken şirketin servisi görünüyor uzaktan. Bıyıklarının ortası sararmış servis şoförümüzon beş dakika bekletti beni kaldırım taşında, ama ne önemi var. Hayatın kendisi de böyleydi, evde, okulda, kaldırımda, iş yerinde, kundakta, ana rahminde her şekilde bekliyor insan, ona gelecek olanı.
Şoför Sırma, en sert bakışını bırakıp trafiğe, açıyor servis kapısını, otomatik kapı dediğimiz o yapay el hep çok sevimsiz gelmiştir bana. Elime yapışan baharı kapının koluna sürtmek, benden sonra oraya dokunacak kişiye enerji vermek istedim, işte o yüzden berbat bir şeydi bu otomatik kapı denen şey. Mor saçlı kadının ısrarla oturduğu pencere kenarındaki tekli koltuk boştu, ilk şaşkınlığı üzerimden attıktan sonra, “Günaydın,” dedim herkese.
Sırma amcaya çevirdim kafamı, yüzünde tuhaf bir gölge vardı. Biri antrenin kapısını açmış sonra kapatmayı unutmuş gibi bakıyordu bana. Mor saçlı kadın neredeydi, yaklaşık beş aydır hiç sektirmeden onunla başlıyordum güne. Bu sabah yoktu. Şirket el değiştirdiğinde gerçekleşen işten çıkarmalardan sonra gelmişti mor saçlı kadın. Yaklaşık beş ay olmuştu ve ben ona çok alışmıştım. Tuhaftı. Koltuğa oturdum, Sırma amca, hemen nasılsın derdi bana, sonra biraz konuşur o trafiğe ben de kitabıma gömülürdüm. Bugün öyle olmadı. Servisin akan tepesinden gelen suların koltukta biriktiğini fark etmeden oturmuştum ama artık bir önemi yoktu, ıslanmıştı her yerim. Yandaki koltuğa geçmek için göz ucuyla baktım koltuğa, o da ıslaktı. Bu sabahın adı: Islaktı.
Servisin içi çok havasızdı. Pencereyi açmaya yeltendim, Sırma amcaya takıldı gözüm, kötü kötü bakıyordu bana aynadaki iki çift göz. Yüzümün kızardığını hissettim. Bir parmak havanın girebileceği kadar açtım pencereyi, yeni kesilmiş çimen kokusu çarpıyordu yüzüme. Uyudum.
Uyku yarı ölümdür derler öyle sahiden, uyandığımda serviste tek bir koltuk yoktu boş kalan ve şirkete gelmek üzereydik. Yol açıktı, Sırma amca yola bakarken dudağının kenarına bir sigara sıkıştırmıştı. Saçlarının sigara kokmasından korkan ön koltuktaki Tuğba şalını sarmıştı kafasına. Yanında oturan kafası düşmüş adam kimdi? Servis uzun yol otobüsü kokuyordu, koku büyüdükçe şirkete yaklaştığımız anlaşılıyordu. Artık inme vakti gelmişti. Şirket dediğim yerin içinde iki TV kanalı, bir gazete departmanı, kendine ait yapım şirketi, olan koca bir plazaydı. Kocaman, yeşil bir arazinin ortasındaydı şirket. Her yer çam ağaçları ile kaplı olan bu arazi, işe geldiğini bilmene rağmen büyük bir neşe veriyordu. Yeşilin insan ruhunu iyileştirdiğinin açık bir kanıtıydı hissettiğim bu duygu. Sırt çantamdaki poğaçaları hatırlıyorum. Yine unuttum diyette olduğumu. Pantolonumun kenarından sarkan fazlalıkların göze batması canımı sıkıyor diye girdiğim bu diyet de canımı sıkıyor. Sıcacık poğaça cezbediyor beni, umurumda değil diyet. Bu şirketlerde çalışan onca insanın yüzde sekseni diyettedir zaten. Annem geliyor aklıma, ince iplik annem. 5 Beş çocuklu Hafize’nin deri kemik hali. Onca yaşına rağmen yaptığı tespitlerle beni dağıtan Hafize. “Yemek içinde yediğini vermek içinde verdiğiniz paralara yazık kızım, biraz hareket edin bi’ şeycik olmaz,” demişti bana bir keresinde.
Umurumda olmayan diyeti de alarak yanıma bir fincan sıcak çay alıyorum, sol elimin parmak arasına. Çay sırasına girdiğim kafedeki plazmalar kapalı, kafenin sorumlusu Çağatay bundan haberdar mıydı? Kafelerdeki, yemekhanedeki, arazinin içindeki büfe dâhil hiçbir yerdeki plazmalar kapalı olmamalıydı. Yoksa büyük çıngar çıkardı ve sanırım bugün çıkacaktı. Hepimizin zihni, gözleri oradaki haberlerde, alttan kayan yazılarda, kj’lerde olmalıydı gerisi teferruattı. Nihayet çay alma sırası bana gelmişti, kafasında beyaz bir tülbent olan Eda, çayımı doldururken kafasını kaldırıp yüzüme baktı. Gözlerinde bir soru vardı. Ne soruyordu bana Eda? Çayımı alıp bahçeye çıktım, hafif çiseleyen yağmurdan korunmadan oturdum tahta masanın kenarı çatlak sandalyesine. Şirkette, sabah telaşı vardı, kimi koşa koşa yayına gidiyor, muhabirler habere çıkmak için araç kovalıyor, temizlikçiler mobilyaları siliyor, mankenler makyajlarını tazelemek için sıraya giriyor. Ayna sırasına, yetmiyor.
Sıcacık çayımın içine ılık yağmur damlası geliyor, gülümsemeye benzer bir şekil yaratıyor bardağımın içinde. Tahıllı poğaçalarım soğumuş ama bu poğaçaların diyet olmadığını adım gibi biliyorum.
Kahvaltımı edip ofise yürüyorum. İkinci katın merdivenlerinde yüzünü ilk kez gördüğüm gençten bir kız çalışılıyor. Tırabzanların tozunu alıyor, gözlükleri var, saçları kısacık, simsiyah. Narin beyaz parmakları arasında yeşili solmuş bezle bir yukarı bir aşağı siliyor soğuk demiri. “Günaydın,” diyorum duymuyor, duymazlıktan geliyor belki de. Son basamakta dönüp tekrar bakıyorum, hâlâ aynı yeri siliyor. Sile sile bitiremiyor. Yükselen sesler kendi içinde bölünerek artıyor. Ofise yöneliyorum, masaların gerisinden soldan yürürken selam veriyorum herkese, kimse duymuyor, ekranlar açık kulaklıklar takılı. Benim odamda dört kişi çalışıyoruz. Sol baştan Ali, Ceyda, Şilan ve ben. Dört başka hayat, dört başka deneyim, dört başka bakış. Odanın içinde ağır bir koku var biraz dişi biraz erkek. Parfüm kokularında ciddiyetsiz bir acı var, bu odanın içi ağır kokuyor. Sevmem ben parfüm, başkasının üzerinde kendi hürriyetini, benliğini kaybediyor sanki insan. Odanın içinde tek bir pencere var, o da benim masamın kenarında. Özellikle seçtiğim bir masaydı bu. Duvarlarda sinema afişleri, yayın akışı, kitaplar, dergiler, kesilmiş köşe yazıları. Editör ekibi olarak oldukça yoğun çalışan bir ekibiz. Ben editöryal koordinatör olarak yayına girecek her metni inceliyor, üzerine düşünüyor, ekibimle tartışıyorum. Haberler ve birkaç programın metinleri bizden geçiyordu. Ana haber bülteni, bunların metinlerini yazmak, incelemek oldukça zordu bu zamanda. Bağımsızlık rafa kaldırıldığı için açık uçlar yoktu, çalışmak için, hayatımızı, işimiz sürdürmek için düğüm atıyorduk fikirlerimize. Günaydın deyip içeri giriyorum, masamda ortadan ikiye açılmış, minik yazılı bir kitap duruyor. En son ne okuduğumu hatırlamıyorum. Ne zaman kahvaltı ofiste yapılsa yoğun bir gün olacağına dair bir ipucu geliyor kulağıma. Masama oturuyorum, pc bilgisayar açık duruyor, masaüstü resminde ben varım, hemen omuz yukarımda sevgilimin gözleri. Çok güzel sever beni o, hayatı çok güzel sever.
Gündemin yoğun olmadığı zamanlarda ofisin içindeki curcuna bir başka renkli, Ali ve Ceyda geçirdikleri geceden, Şilan ve ben de gündemdeki konulardan hararetle konuşur odanın içini sesle doldururuz. Ast üst ilişkisi bizim kapıdan içeri hiç girmedi. Her ne kadar onlardan sorumlu olarak görünsem de benim sivri taraflarımı törpüleyen hep onlar oldu.
Bu sabah sakindi ofis. Sıcak çayı yudumlarken gazete manşetlerine göz attım. Yağmur hızlandı dışarda. Sonra güneş gösterdi yüzünü yedinden. Çayımın bittiğini fark ettiğimden kalktım yerimden, kimse dönüp bakmıyordu bana. “Çay isteyen,” dedim kimsenin sesi çıkmadı. “Peki,” dedim içime doğru konuşarak. Çayımı alıp geldiğimde ofiste kimse yoktu. Kaç kez demiştim onlara dükkânı boş bırakmayın diye. Defterimi çıkardım çantamdan, gündemle ilgili hazırlanan programın dün teslim edilen metinlerine göz gezdirmek istedim ama konsantre olamadım. Güneşin ışığı iki dakikada ısıtmıştı odayı. Bahçeden Ali ve Ceyda’nın gülüşmeleri geliyordu. Sigaramı aldım çekmecemden çıktım, bu kadarcık aradan bir şey olmaz dedim. Tırabzanları silen kız işini bitirmiş bahçedeki çimene çökmüştü. Yanında Işık abla vardı. Işık abla gülümseyerek aldı selamımı ama o kız almadı. Işık abla kızın kolunu öyle hızlı dürttü ki kız yerinden sıçrayarak baktı bana. Ekibim oturmak için arka bahçeyi ben ön bahçeyi tercih ediyordum. Arka bahçe her zaman daha kalabalıktı ve benim tayfam burada oturur, yönetimle ilgili dedikodular buradan yayılırdı.
Emre, geziniyordu ortada, elinde eğilmiş metal tepsisi. Kahve istedim Emre’den. Az şekerli diye belirtmezsem eğer şeker içebilirdim.
Çok güzel çocuktu Emre, henüz yirmi bir yaşında hayatının en ateşli çağındaydı ama o, zor koşullardan çıkıp gelmişti bu kanala. Kız kardeşi ile yaşıyordu. Zeynep, üniversitede okuyor Emre çalışıyordu. Kız kardeşi daha şimdiden adını duyuracak metinler yazmıştı. Zeynep edebiyat bölümünde okuyor, diğer taraftan da haftada bir gün bir gazetede yazıyordu. Siyasetle iç içe olmasına rağmen en çok kaleminin güçlülüğü konuşuluyordu. Emre açık liseden devam ediyor okumaya ama Ağrı’daki anneannesine para göndermek için diğer taraftan da çalışmak zorunda kalıyor. Anne ve babası ile ilgili bir bilgi paylaşmamıştı kimseyle ama onu anneannesinin büyüttüğü bilgisi benimle birlikte çok az kişide vardı. Aslında utanıp sıkılacak bir öykü değildi ama onun da kendi içinde kırık aynaları vardı. Anlıyordum Emre’yi. İnsan korkuyordu, kırık sivri tarafların başka insanlar tarafından keşfinden. Sonra can yakıcı oluyordu o taraflar. Ben de bunu erken yaşta öğrenip zırhını kuşananlardanım. Ama şimdi şu anda bu konuyu es geçiyorum. Çünkü biliyorum ki evde beni Serpil isimli bir kedi ve açmayı bekleyen bir sardunya bekliyor.
Emre’nin yolunu gözlerken önce kahvemin dumanını görüyorum. İnce ince geliyor kokusu burnuma. Emre, kahvemi önüme koyup oturuyor karşıma. Normalde yaptığı bir davranış değil. Şaşırtıyor beni Emre. Benimle konuşmak istediği konuların derinliğini tahmin etmeye çalışıyorum ama yapamıyorum. Her şeyini paylaşırdı benimle ve Silan’la Emre.
Çay ocağının başındaki Mustafa abi, Karadenizli güzel burnun üzerinden bakıyor bize, sesleniyor Emre’ye. Elimle beş rakamını işaret ederek süre istiyorum ondan. İkinci çırak Yunus Emre’ye küçük bardakta bir çay getiriyor aynı zamanda Mustafa’nın Emre’ye verdiği süreyi ifade ediyor bu ikram. Emre çayından ben köpüklü kahvemden bir yudum alıyoruz. Emre ağzının içinde toparladığı cümleyi dışarı çıkaracakken ben Şilan’ın uzaktan kıvrılarak geldiğini görüp Emre’yi uyarıyorum.
Emre, bunun sorun olmayacağını hatta daha iyi bile olacağını söylüyor. Şilan kendine sıcak bir çay alıp geliyor, masaya oturuyor soluğunda naneli şeker var. Emre’nin yanına oturuyor Şilan, öyle bir bakıyor ki Emre’nin yüzüne ona âşık olduğunu düşünmeme sebep oluyor. Emre Şilan’dan yaş olarak oldukça küçük olmasına rağmen aralarındaki yoğun elektrik yayılıyordu bahçeye. Aşkın, yaşla, dinle, mezheple, ırkla, ilgisi yok bunu öyle güzel deneyimledim ki zamanında. Aşk barışmaktı hayatla. Şilan elini Emre’nin omzuna attı. Sonra boynunda asılı duran, bel çantasına uzandı eli, uzun, ince sigarasını çıkardı. Önce bana sonra Emre’ye uzattı. İkimizde istemedik k, zaten Emre sigara kullanmıyordu. Emre Şilan’ın yaktığı sigaradan rahatsız olmuş, öksürmeye başlamıştı. Şilan hemen söndürdü sigarasını bunu fark edince.
Kesin bir şey var aralarında diye düşünürken yakaladım kendimi. Tam bir plaza kadını olmuştum. Ön yargılı, dedikodu ağına hemen pençe atan, kendine güvensiz, kıskanç. Böyle düşündüğüm için büyük bir utanç kapladı içimi. İnsanlar birbirini önemsemeyi öyle unutmuş ki zarif bir hareket karşısında bile böyle fütursuzca fikirlere kapılıyoruz.
Emre önündeki tahta masanın üzerindeki çiziklere dalmıştı, çok güzel gözleri vardı Emre’nin. Öyle güzel gözleri vardı ki çorak memleket toprağının ıssızlığı bile söndürememişti ışığını.
Şilan kahvesi ile sigarasını aynı anda bitirdi. Nasıl becerebiliyordu bunu, efsanedir ya bu hep sigaranın son fırtı ile çayın son yudumunu bir araya getirmek. Şilan bir sigara daha yaktı, kalbime üfledi dumanını. Dayanamadım ben de yaktım bir tane. Yan masada tipik bir beyaz yakalı vardı, Şilan ve ben kendimizi onlardan saymıyorduk. Şilan naif duruşunu hiç bozmuyordu ama benim için aynı şeyi söylemek zordu. Ben gittikçe onlara benziyordum. Doyumsuzlaşmıştım ve gün geçtikçe yalnızlaşıyordum. Şilan yeni bir sigara yakmaya yeltenirken, artık çalışmamız gerektiğini, akşamki program metninin henüz yazılmadığını hatırlattım. Emre kalkmamızı istemiyordu, henüz konuşmamıştı çünkü. Gözlerime baktı, nemli nemli. Pembe, çizgi şeklindeki dudakları hareketlendi.
“Abla bana yardım et,” dedi hiç beklemediğim bir anda Emre.
Gözleri ıslak yalnızca ıslak değil aynı zamanda kaygılıydı.
“Ne oldu Emre?” diye sordum panikle.
“Sen tanınmış bir kişisin, itibarın var, sen ne dersen insanlar seni dinler, önemser. Bana yardım eder misin abla?”
“Tamam da söyler misin bana ne oldu Emre?”
“Zeynep kayıp?”
“Nasıl kayıp?”
“İki gün önce okul çıkışında, arkadaşları ile çay içmiş, sohbet etmiş ve kalkmış. Kalktıktan sonra bir daha onu gören olmamış.”
“Nasıl yani? Eve gelmedi, haber vermedi, aramadı?”
Emre ve Şilan bir anda bembeyaz oldular, sanırım yaralarını kanattım. Allah kahretsin o derin sessizliği yine ben bozdum. Bütün olanları anlattırdım Emre’ye ve not aldım hepsini. Hemen gazeteye çıktım, haber müdürü arkadaşım Deniz beni çok severdi. Birlikte uzun ve çetrefilli yollardan geçmiştik zamanında. Üniversitede birlikte okumuştuk. Aynı derslere girmiş, aynı firmalarda staj yapmış aynı yerde başlamıştık mesleğe. O hayatını gazeteci olarak devam ettirmiş bense daldan dala savrulmuş, sektörün her alanında çalışmıştım. Deniz, ideolojik olarak da nerde durduğu belli olmayan bir kadın haline gelmişti. Oysa onu tanıdığımda en beğendiğim dava kadınlarından biriydi. Okula gelmeden önce bile, bizim çocuk dediğimiz yaşlarda bulaşmıştı o siyasete. Üniversitede de idealist bir gazeteci, olmak için çırpınıyordu. Şimdi o kadından eser yoktu ama hâlâ kalbinde, ruhunda, hayatında çok güçlü bir gazeteci olduğuna emindim. Eğer hâlâ aynı kadınsa. Mesleğe başladığımız ilk sene onunla haberleştirdiğimiz bir kadın davası, yılın haber ödülüne layık görülmüş bizim de göz bebeğimiz olmuştu. Deniz, uzun yıllar bu şekilde çalıştı, bir kez alındı gözaltına ve uzun bir süre kaldı orda. Serbest bırakıldığında karakolun önündeydim, öyle kötü durumdaydı ki Deniz, kollarımın arasında baygın halde duruyordu. Daha sonra dönüşümü başladı Deniz’in, o gözaltından sonra ilaçlar kullanmaya başladı. Aldığı anti depresanlar onu uçuruyor, haber yapmasını engelliyor, kendinden geçiriyordu. Yeniden kendine gelmesi çok zaman almıştı ama artık o eski kadın yoktu. Deniz artık muhalif, sorgulayıcı, idealist bir gazeteci değildi. Aksine hükümet, yanlısı daha muhafazakâr bir gazeteci olmuştu. Zaten şu an çalıştığımız yerde tam bu duruma hizmet ediyordu. Beni de o ayartmış, birlikte çalışmanın çok güzel olacağından bahsetmiş, ortamın beni bu denli zor durumda bırakacağını anlatmamıştı. Güvenmiştim ona. Yanıldığımı anladığımda işten ayrılacak durumda değildim ekonomik anlamda. Çizgimin dışında çıkmamaya çalışarak deniyor olduğu kadarıyla idare ediyordum. Buna zorunluydum şu an. Ofise gidip Zeynep’in hikâyesini, Emre’nin anlattıklarını, ailesini hikâyeleştirip güzel bir metin yazdım. Kayıplar adına ses getirsin istiyordum. Ülkenin en çok kanayan ve en çok kaşınan yarasıydı neticede. Deniz’in yanına çıktım. Odasına girdim anda, bu metni yayınlamayacağını hissettim ama hissimin saçmalık olduğunu düşündüm. Saçlarını tepeden toplamış, önündeki evrakları inceliyordu. “Gel,” dedi en soğuk sesiyle, kalktı sonra sarıldı bana. Eserekli olduğunu bilmeyecek biri değildim. Davranışlarının arkasını, yaşadıklarını, ilaçlarını biliyordum. Metni masasına koyup okumasını rica ettim. Okudukça gerildi, gerildikçe hareketlendi. Tepeden sıkıca topladığı saçlarını gevşetti, sonra açtı, şakaklarını ovuyordu. Hissimde yanılmamıştım. Kahretsin dedim, dişlerimi sıkarak.
“Ne oldu Deniz?” dedim agresif bir sesle.
“Bana getirdiğin haberin farkında mısın Esra?”
“Evet, elbette farkındayım.”
“Benim bu haberi yayınlayamayacağımı bilmelisin.”
“Nasıl yani? Deniz, nerden geldiğini unutma lütfen.”
“Ne ilgisi var Esra, ortamın farkında mısın?”
“İnsanların nasıl haberler yaptığını, çarkı nasıl döndürdüğünü görmüyor musun?”
“Elbette görüyorum ama bu seni sarsacak, yerinden edecek kadar politik bir haber değil. Bu bir kayıp haberi, dramatize bir olayda çıkabilir ardından.”
“Sen Emre’nin kız kardeşinden bahsediyorsun farkında mısın? Onların hikâyesini bilmiyorsun sanırım. Emre benim uzaktan akrabam, anne ve babası onları dünyaya getirip şehre gelmişler okumak için, ama burada bir takım öğrenci olaylarına karışınca gözaltına alınmışlar. Sonra bir daha kimse onlara ulaşamamış. Emre’yi buraya alırken bile bu gerçekleri gizleyerek aldım onu işe.”
Bunu duymayı beklemiyordum açıkçası. Neler oluyordu anlamıyordum. Nasıl bir korkuydu bu Deniz’i saran. Siyasal baskılardan korkmasını olağan karşılayabilirdim ama biz Zeynep’in bu şekilde bir kaçırılma yaşayıp yaşamadığını bilemezdik.
“Saçmalama Deniz, belki de adli bir durumdur, bu yüzden bu haberi yapmayacak mısın sahiden?”
“Elbette yapmayacağım. Ne tarz haberlerin geldiğini ve hangi haberleri yapamadığımızı çok iyi biliyorsun. Neden acıtmaya çalışıyorsun beni?”
“Yapamadık deme istersen, yapılmasına müsaade etmedin. Korkaksın Deniz, fena halde korkak. Lanet solun. Acıyor mu canın sahiden?” dedim.
Çarpıp kapıyı çıktım odasından, bu Deniz miydi sahiden? Benim omuz omuza haber için koşturduğum o muhteşem kadın mıydı bu?
Yaşadıklarını biliyordum. Onu incitmek istedim. Bu da benim ondan intikam şeklimdi. Ofisime gittim sinirle, masama oturup istifa dilekçemi yazdım. Daha fazla yaşamıyordum. Aklımda tek bir kelime vardı, beni deşen “Onur”. Ekip sinirimin farkındaydı, ellerim titriyor, kalbim acıyordu. Yüzümü yıkayıp geldiğimde Şilan da ofise gelmişti. Yanıma usulca yaklaşıp, eğildi kulağıma.
“Emre’nin birkaç gün izinli olduğunu ve bizden haber beklediğini,” söyledi. İyice gerilmiştim. Ali’ye akşam yayını için metinleri kontrol etmesini söyleyip, çıktım ofisten. İstifa dilekçem klavyenin üzerinde duruyordu.
Hava almalıydım. Tam o sırada sevgilim Kadir aradı. İyi bir yazar, mutlu bir garsondu. Olanları kısaca anlattım ona. “Ne yapacağımı bilmiyorum,” dedim telefonda Kadir’e. O da akşam bana geleceğini, oturup konuşacağımızı, artık sakinleşmem gerektiğini söyledi. Kapattım telefonu. Zeynep geldi aklıma, ne yapıyordu, neredeydi? Siyasal bir bağlantısı var mıydı? Bu çocukların annesi babası neredeydi?
Erken çıkış servisine binip eve gitmeli, kedimi sevmeli ve sardunyamı sulamalıydım. Bir daha buraya dönmek istemiyordum. Serviste bizim kanalın radyosu açıktı, öğlen arası haberleri vardı yayında. Spikerin en soğuk sesi, birdenbire beynime vurdu. Anons sesi de kendi de korkunçtu.
“Öğlen saatlerinde Zeytinburnu sahilde bulunan cesedin kimliği belirlendi. Zeynep Geçimli adlı genç kadının üniversitede öğrenci olduğu belirlendi.”
Beynim ağzımdaydı. Bu Emre’nin kardeşiydi işte. Demiştim ben… Uyuştum… Annem geldi aklıma Hafize. “İnsan karanlıktır kızım,” deyişi.
İndim servisten, kolumda derman yoktu. Nefesim kalmamıştı sanki. Zor, uzun ve yakalarıma kan bulaşmış bir gündü. Uzaklaştım.
- Polisiye Sesler: Alper Canıgüz - 20 Mart 2024
- Polisiye Sesler: Halis Dokgöz - 13 Mart 2024
- Polisiye Sesler: Timur Soykan - 6 Mart 2024