Tutsaklığın Üç Hali Ahmet Karadağ’ın ilk öykü kitabı. Ağustos 2022’de okurla buluşan kitap, Klaros Yayınları etiketini taşıyor. Kitabı inceleme yöntemimi, öykülerin okunma anlarına ait yorumlarımla belirledim. Okurun hevesini kaçırmamak için içeriğe dair detaylar vermemeye çalıştım. Mümkünse terim kullanmamaya özen gösterdim. Öyküleri tek tek inceleyip bir sonuç kısmı yazmaya çalıştım.
VAY
Dr. Ahmet K.’nın Tuhaf Hikâyesi: Yazma dürtüsüne boyun eğmeyi, bir şeyler yazmayı başarınca da ondan keyif almayı hemen hemen her yazar deneyimlemiştir. Pek çok yazarın ilk metnini bu mevzu oluştursa da onu paylaşma noktasında bir adım geri durmak daha makul bulunmuştur. Beri yandan, özellikle ilk ürünlerin direkt olarak yaşamımızdan beslenmesi de şaşılacak bir iş değildir. İlk ürünlerin bu yönü zaman zaman acımasız eleştirilere maruz kalmıştır fakat ilk ürünler, samimiyetin en saf halini taşımayı da başarmıştır. Söz konusu hendek atlandıktan sonra sanki kendimizden tamamen uzaklaşıp daha önce deneyimleme ya da düşünme fırsatını yakalayamadığımız şeyler yazdığımıza inanırız. Daha doğru ifadeyle, okuru buna inandırırız. Bu bakımdan ilk ürünlerden sonra “tecrübe” ya da “yaratıcılık” sıfatını kazanarak ürettiğimiz metinlere belki yapay bir samimiyet ya da aldatma gücü yüklemiş oluruz. Bu aldatmacaya kanmaya hazır milyonlar, bizden bunu bekler. Kulak kesilirsek hemen, şimdi yükselen itirazlarını duymakta çok da zorlanmayız.
Bu ilk öykü, yazarın hayatını ne kadar gerçekçi yansıtır; tartışılabilir. Ancak yazar olma dürtüsünün ne zaman, nasıl başladığını ve bununla nasıl mücadele edildiğini anlayabilmemiz bakımından son derece cömert. Epigrafından kolajına, acemice kullanmaya çalıştığı metinlerarası tekniğine kadar hiçbir halini saklamayan samimi bir metin okudum. Zira ne Gregor Samsa gibi fantastik bir dönüşümü ne de çıldırma halinin Sait Faik’teki gibi sloganlaşan bir cümlesi var. Dümdüz, her birimizin yaşadığına benzer bir fotoğraf… Zaman zaman söyleşilerimizi, atölyelerimizi, buluşmalarımızı, imza günlerimizi bezediğimiz sahteliklerden tamamen arınmış bir fotoğraf.
Öykü, figür olmayan anlatıcıya tamamıyla teslim edilmiş. Böylelikle uzun bir buhran sürecinin sonunu özetlemek zorunda kalmış. Düşünsel zemini son derece karışık bir başkişiye düşüncelerini gerek imgesel gerekse de açık biçimde sergileme imkânı tanımamış:
“Bu olabilir miydi acaba kendisindeki sıkıntı –hastalık mı deseydi yoksa- diye düşünmeden edemedi. Sait Faik’in tütüncüden kâğıt kalem alışını, cebinden çakısını çıkartıp kalemi yontuşunu ve kâğıda bir şeyler yazdıkça biraz önce delirmek üzereyken şimdi gitgide rahatlayışını, huzura kavuşuşunu hayal etti. Tam olarak şu an bu huzura ihtiyacı vardı.”1
Elbette böyle bir anlatım tercih edilebilir. Ancak öykünün neredeyse tamamı da anlatıcıya emanet edilmemeli. Hani neredeyse insanın kalkıp “Sana ne be kardeşim! Ne düşündüyse düşündü! Şöyle bir çekil de adam ne hayal etmiş, sıkıntısı neymiş bir görelim.” diyesi geliyor. Bu itiraza rağmen girdiğimiz yoldan dönmedik ve figür olmayan anlatıcıya ilahi güç yükleyerek her şeyimizi teslim ettik. Bu teslimiyeti sağlarken aslında bir bakıma okurun iradesini de ortadan kaldırıverdik. Zira bu koşullarda başkişiyi tahlil edip onunla ilgili bir yargıya varabilmemiz, neredeyse, imkânsız bir boyuta ulaştı. Anlatıcı, başkişi için ölün dese, ölmemiz ya da itiraz edip öyküyü bir tarafa atmamız gerekecek.
Öykünün düşünsel yönü üzerine hemen hemen her okurun varabileceği yorumları sıralamayacağım. Ancak kitabın ilk birkaç sayfasına şöyle bir baktığımda üç bölüm gözüme ilişiyor. Bunlardan ilki “Vay” bölümü. İki alıntıyla başlıyor. Hem öyküden hem de alıntılardan yola çıkarak şu fikre varıyorum: Keşfedilmemiş yönlerimiz mutlaka vardır ve acı, onları ortaya çıkarabilecek etkenlerden biridir.
Kasabada Kısa Bir Süre Sonra: Sade “görünümlü” bir öykü okudum. Akıcı bir dille yazılmış. Gösterişli bir anın gösterişsizliğini anlatma ile değersiz olanın ilgiyle takip edilip, değerli olanın bir köşede yitip gittiğini vurucu bir sonla verme çabası var. Öykü, imgesel düzeyde beğendiğim bir çehreye sahip. Sadece finalde “öykü” meselesinin açık edilmesinden rahatsız oldum. Öykünün genel yapısına zarar verdiğini düşünüyorum. Belki açık açık ifade etmektense, sezdirmek daha etkileyici kılabilirdi öyküyü. Zira öykünün hacmi buna son derece müsaitti. Ama ya okur anlayamazsa? Anlamak için çaba sarf etmeli.
KEN’T
Aveneler Şehirlerin Şımarık Konsomatrisleridir: Hacmi uzun olsa da keyifle okunacağına inandığım bir öykü. Figür, anlatıcının bazı yerel sözcüklerin yanı sıra hem bir kentlinin hem de bir taşralının ağzından çıkabilecek cümleleri, güzel bir uyum sağlayıp akıcı bir dil çıkarmış ortaya. Edebiyatımızda örneğini bolca gördüğümüz kentli-taşralı kıyasını, bugünün acemi bakışından sıyıran Uğur Demircan’a ek olarak Ahmet Karadağ’ın bu öyküsünü de sayabilirim. Belki de öykülerin tamamını okuduğumda listeme Karadağ’ı bütünüyle eklerim. Bunu başaracak mahareti olduğunu bu öyküyle ortaya koymayı başardı.
Biçimsel açıdan üzerinde durmaya değer gördüğüm ilginç bir yönü yok öykünün. Anı türüne has bir anlatıma sahip. Finaliyle de okuruna tebessüm ettirebilir.
Başlığı ilginç buldum. Metnin finaliyle ilgisi daha fazla. Öykünün diğer bölümlerini pek kapsayamasa da yadırgamadım.
Trenler Bekletilmez: Doğrusu taşrayı iyi bildiğini, iyi bildiği için de güzel anlatabildiğini gördüm Karadağ’ın. Mekânların çeşitliliği ve onlara dair detaylar; öykünün renklenmesine olanak sağladı. İlginç yorumlar gerektirecek kapalı bir anlatımı olmadığı için içeriğe dair konuşmak, öyküyü özetlemek anlamına gelecek. Elbette buna girişmeyeceğim.
Öykü yine anı tadında bir anlatıma sahip. Hatta bir bakıma, anı bile denebilir. Uzun bir süreç, geriye dönüşle ve samimi bir dille aktarılmış. Bir olumsuz eleştirim; Fidan’dan kulağıma dolan erkek sesine. Ona atfedilen entelektüel yönden, aslına bakılırsa, farklı bir dil beklemedim. Elbette hamurunun yoğrulduğu yerin diliyle düşünecek, hayal kuracaktı. Fakat bu hayaller, az önce de söylediğim gibi, daha çok bir erkek diline sahipti. Beri yandan anlatımı çeşitlendirmek adına kadın figürün anlayabileceğim ve yazarı zorlayabilecek bir tercih olduğunu vurgulamam gerek.
İlk öyküyü düşündüğümde bireysel meseleden toplumsal şaşkınlığa, değişime, ortak hafızaya ve özlemlere yol alan bir gidişatı oldu öykülerin. Bunun okuru daha rahat kucaklayabilecek bir bakış olduğunu düşünüyorum. Çünkü hem bireysel hem de toplumsal düşünceler ve duygular bunlar. Yani bireyin hayatına nüfuz etmemizi ve kendimizi zorlayarak yorumlar yapmamızı gerektiren bir yapıda değiller. Daha çok geride bıraktıklarımızın değerli hassasiyetler olduğuna ikna etmeye çalışan öyküler.
Sa(n)tranç: Şimdiye kadar alıştığım dil lezzetini alamadığım bir öykü oldu. Eğer Zweig’ın Satranç’ıyla bir bağ kurulmaya çalışılmışsa bağın biraz cılız kaldığını düşünüyorum. Fakat böyle bir amaç yoksa da işlevsel yönü zayıf kalan bir anma olmuş. Her iki durumda da metinleri popülist bir yöne evirdiğini düşündüğüm için eserlerin adlarına ve sanatçılara yer vermenin yarardan çok zarar getirdiğini gözlemliyorum. Bunun yerine, eserlerle bağ kurabileceğimiz tarzda bir anlatı ortaya koymak daha şık olur. Bununla birlikte metnin duygusunun da yeterince güçlü aktarılmadığını söylemem gerekir. Akıcı dil, yerini kuru bir anlatıma bıraktı bu öyküde.
Babası Ölünce Çocuk: Genel itibarıyla öykülerde Türkiye’nin çalkantılı dönemlerine bazı değinmeler söz konusuydu. Hem bir önceki hem de bu öykü; kardeşliğimizi, arkadaşlığımızı sorguladığımız günlerin acılarını da içeriyor.
Öyküye biçimsel açıdan iki farklı koldan yürüyor. Zaman zaman iç içe geçecek kadar da bütünleşiyor. Her ne kadar bir farklılık arz etse de varlığıyla yokluğunun pek bir ayrım oluşturmadığını düşünüyorum bu bilişsel çabanın.
Önceki öyküler için pek dillendirmesem de özellikle bu öykünün daha yoğun işlenmesini arzu ederdim. Çünkü her ne kadar toplumsal düzeyde bir meseleyi örneklese de bireysel yönü ön plandaydı. Belki öykünün biçimi, kurgusu; bir anı aktarımı yerine kaçışın, korkunun, inancın kısacası iç dünyanın fotoğrafı olarak bazı teknikler aracılığıyla şekillenebilirdi. Böylelikle öykünün dinamik yönü belirginleşerek duygu arttırılabilirdi. Aslında böyle bir çabanın varlığını, yukarıda da değindiğim üzere, görebiliyorum. Tek başına yetmediğini ifade etmem gerekiyor.
Şehirler Ölmek İçin İnsanlara Elverişli İmkânlar Sunar: Benzer meselelerin yeniden aynı biçimle işlendiği yeni bir öykü okudum. Fakat finalinin beni duygulandırdığını itiraf edeyim. Belki de biçimden ayrı olarak beklentilerimden biri de buydu. Görünürde güldürebilecek bir diyaloğun ters etki yaratmasının, öyküye sağlam bir çehre kazandırdığı kanaatindeyim. Anlatımla ilgili olarak herhalde sonuç kısmında birkaç cümle kurmam yerinde olur. Zira söyleyeceklerim öykülerin tamamını kapsayacak.
Jartiyer: Fıkra tadındaki bu öyküyü son derece zayıf buldum. Belki mahkûm-gardiyan savaşında şiddetin sosyal sebeplerine yönelik ironik bir gönderme yorumu yapılabilir ama hepsi o kadar.
KISSA
Tutsaklığın Üç Hali: Bir küçürek öykü vuruculuğunu göremedim. Biçimsel açıdan üç ayrı bölümün belirlenmesini sevdim. Her biri kendi içinde iletişimsizliğin, hafife alınmanın ve nihayet mutluluğun üç ayrı fotoğrafı gibiydi.
Ölüm Gibi Bi’şey Oldu Ama…: Bir önceki öyküye benzer bir biçimle karşılaştım ancak bu sefer ses, bir çeviri kitabın sesine benziyordu. Başlığın üç parçaya bölünüp onlara uygun hikâyelerle bütünleşmesi güzel bir fikirdi. Etnisitenin, zamanın ve olayların çeşitlenmesi ise empati kurabilmek adına işlevsel göründü.
York Düşesi Beatrice: İnce bir duyarlığı işlemesi bu öyküyü güzel bir öykü yapmaya yetmedi. Okumaya alıştığımız bir kurgu düzeni olmasına rağmen, Karadağ’ın anıya yakın hacimli öykülerinin yanında bu metnin epey sırıttığını düşünüyorum. Sanatsal bir değer biçemedim. Elbette beğenilip beğenilmemesi başka bir mesele.
O da Seher Diyor Sonuncusuna…: Bazen içerikle doğru biçimi bir araya getirmek için denemeler yapmak gerekir. Son öyküyü, bu çabanın bir ürünü olarak örneklemek isterim. Karadağ’ın üç bölümlü öykülerinden en başarılı olanı, kitabın bu son öyküsü oldu. İçerikle biçimin uyumu, öykünün duygusunu net biçimde ortaya koydu. Kısa, yoğun, etkili ve duygusu yüksek bir öykü.
SONUÇ
Ahmet Karadağ, kırk yaşından sonra yazmaya başladığını söylüyor. Muhtemelen bunu, yazıyı bütün ciddiyetiyle ele aldığı zamanı vurgulamak amacıyla ifade ediyor. Zira öyküler, kırk yaşında yazmaya başlayan birinin acemiliklerinden oldukça uzak. Beri yandan bize yazar sıfatını kimlerin, neye dayanarak taktığı da ayrı bir mevzu. Kimseciklerin görmediği bir odada yazar ve yazdıklarımızı okurken de “yazar” olabiliriz.
Tutsaklığın Üç Hali; ortak mekânlar, kişiler ve nispeten birbirine benzer hikâyeleriyle bana; saygı duyulması, hissedilmesi gereken acılarla örülü anıların izlerini bıraktı. Bu duyguya birkaç öyküde üst üste varınca sonuç bölümünde değinmeyi uygun buldum. Çünkü yazarların yaşadığı zorluklar, anlaşılma kaygıları, beğenilme ümitleri, işledikleri konular hatta bunların kendi hayatlarındaki ciddiyetleri gibi pek çok kıymetli başlık; metinleri sanatsal bir ürün olarak değerlendirmenin önüne geçebilir. Dahası, son zamanlarda inceleme adı altında düştüğümüz özet bataklığını genişletebilir. Bu sebeple öykülerin ne anlattığına değil, nasıl anlattığına odaklanmaya çalıştım.
Öykülerin genelinde anlatıcının uzun süreçleri acele ama tertipli biçimde aktarması söz konusuydu. Bu da zaman zaman duygunun yoğun biçimde ortaya çıkmasını engelledi. Çoğunlukla tek tip bir anlatımın tercih edilmesine itirazım yok. Ancak bu anlatım, üzerine konuşmayı gerektirmeyecek bir açıklık sunarsa da onu olumsuz karşılamam gerekecek. Belki bir iki öyküde çeşitlilik yaratması bakımından kullanılabilirdi. Ancak şu da var ki bu tarzdan vazgeçmek, öykülerin hacmini biraz daha arttırmak anlamına gelirdi. Bunda sakınca görmüyorum. Fakat pratik davranıp hacmi uzun öykülerde değinilen konuların bazıları ayıklanarak, ana meseleye odaklanılarak da çözüme ulaşılabilirdi.
Karadağ’ın kelime hazinesini dikkate değer buldum. Gözlem gücünü hayranlıkla takip ettim. Özellikle taşra öyküsü yazmak isteyenlere ilgili öykülerini tavsiye ederim.
Nispeten biçim açısından çaba sarf edildiğini düşündüğüm son bölüm öykülerinden biraz daha yazılabilir. Son öyküde olduğu gibi biçimle içeriğin bütünleşebildiği öyküler, yukarıda bahsettiğim anlatıcı meselesini çeşitlendirecektir.
Öykülerin başlıkları ilgi çekiciydi. İçeriklerse kitabın adıyla uyumlu göründü. Bazı öyküler hem fiziki hem ruhi tutsaklığı işlerken bazılarının kent-taşra ilişkisi içinde ortaya koyduğu manevi tutsaklık, özgürlük kavramına çeşitli bakışları gerektirecektir.
Tutsaklığın Üç Hali’ne okuru bol, aydınlık bir yol dilerim.
Editör: Gülçin Yurdaer
- Tutsaklığın Üç Hali Üzerine - 21 Kasım 2024
- Şule Gürbüz’den Ne Beklemekteyizdir? - 3 Mart 2024
- Atölyeden Yazarlık Öğrenilebilir mi? - 5 Haziran 2023