Yazar: 19:00 Öykü

Doğum

Oğullarım Arif Göktuğ ve Aziz Gökberk’e

Günlerdir esen poyraz insanı sersemletiyor. Denizden peşi sıra getirdiği koku da zaman zaman mide bulandırıyor. Kendimi yersiz, zamansız, huzursuz hissediyorum. Dergâhın ikinci katındaki meydan odasında derin bir sessizlik hâkim. Sade döşenmiş odada beklediğim adam, Aziz Ağa. Suratında, her dem her şeyi biliyorum bakışları asılı. Gözleri derin bakıyor ve baktığı her şeyin adeta ardını da görüyor. Kâinatın sırrını çözmüş sanki. Yaratanı tanıyormuş iması var bakışlarında. Uzun bir adam. Heybeti insana cesaret veriyor. Dergâhın Aziz Ağa’dan sonra önemli bir diğer zatı, Arif Ağa. Nefsini yenmiş, ağır bir adam. Arif Ağa’nın her daim mütehassıs bir ifadesi var. Çehresi, iri gövdesiyle tezat oluşturuyor. Zamanında, savaş meydanlarında korku salan bir yeniçeriymiş. Tebessüm ettikçe sağ yanağındaki gamzesi, yer yer beyazlamış sakalının altında daha da derinleşiyor. Sürmeli gözleri ve kaşlarına değen kirpikleri insana istese de yüzüne korkunç bir ifade takınamayacağını düşündürüyor. Kardeşlerim biri mağripte diğeri maşrıkta iki yıldız. Yanlarında huzura erdiğim iki adama, mühim bir hususu konuşacağımı bildireli iki gün oldu. Beni huzurlarına getiren konuyu merak eden gözlerle bana bakıyorlar. Soru dolu sükûneti, gönlümden çıkıp ağzımdan dökülen, “Ben Müslüman olmak istiyorum.” sözleri bozuyor.

On sekiz yaşıma değin köyümden hiç çıkmamıştım. Saçları lavanta kokulu annemi kaybedeli bir yıl olmuştu. Babam önce içtiği viskilerin etkisi ile her akşam masaları yumrukladı, ardından alıştı annemin yokluğuna. Bense içimde dindiremediğim yangının ateşi ile voyvodanın çar için savaş çağrısına derhal katılmak istedim. Geride bıraktığım iki küçük domuzum vardı bir de varlığımdan haberdar bile olmayan Victoria. Daha önce bırakın silahla atış yapmayı, silah tutmuşluğum bile yoktu. Üç günlük silah taliminin ardından Osmanlı ordusunun karşısına çıkmak cesaretini bulmamdaki asıl neden, gençliğin cahilliği ve cesaretiydi. Savaş meydanı, uyanamadığım bir kâbusa döndü. Tecrübesizliğim, bir anda aldığım hançer darbesiyle, ömrümün seyrinin değişmesine sebep oldu. Sol kolumun altında hançerin sızısını hissetmemle yere yığıldım.  Önce mahşer alanı kayboldu göz hizamdan; ardından uğultular kesildi. Yerden beni kim kaldırdı, aldığım darbenin beni öldürmeyeceğini kim anladı bilmiyorum. Kendime geldiğimde Türklerin elinde esirdim. Hafızamdan zamanla silinecek olan hayatımdan yanıma hiç bir şey almadan ulaştım Konstantinopolis’e. Dinsiz Türkler, denirdi benim memleketimde. Beni evvela göğe uzanan minareler şaşırttı, ardından kiliseleri gördüm. Osmanlı’nın bir dini varmış, görünce anladım. Konstantinopolis’e girişimiz, şehrin büyüleyici güzelliği, gökyüzüne uzanan minareler, hayranlık uyandıran deniz…

Esir pazarında Mehmet Ağa’ya satılışım… Dilini, dinini, alfabesini, kültürünü bilmediğim şehre alışma gayretimin toplamı: iki yıl. Kimse bana Artyom demedi bir daha. Lüle, diye seslendiler. Ne zormuş gurbet, ne zormuş el olmak, ne zormuş milletini unutmak. Evin kalabalığı hiç bitmezdi. Odunları kesmek, çini sobaları yakmak, pazarda küfe taşımak hep benim vazifemdi. Sonra dünya güzeli Şerife. Mehmet Ağa’nın biricik kızı anasının adı, ağzının tadı, teknesinin kazıntısı güzeller güzeli Şerife…

Türkçeyi onun vesilesiyle çözdüm. Ona bir gün derdimi demek için. Kokusu, ah o kokusu. Dağları aşırtan, ülkeleri geçirten, beni vatanıma götüren kokusu. Hz İsa affetsin, dinimi bile unutturan bir göğüs yangını yüreğimdeki….Bazen evin bahçesinde rastlardım ona, bazen sofadan yukarı çıkan merdivenlerde, bazense mutfakta…Yüzündeki tebessüm, en karanlık gecelerimin aydınlığı, insanı titreten soğuğun ateşi, kabuslarımdan uyandıran annemin sesi, çölde su, lal’e dil Şerife.

Mehmet Ağa dini bütün adamdı. Sessizdi. Sakindi. Merhametliydi. İki yıl boyunca incitmedi. Mesafesini hiç ama hiç kaybetmedi. Bir cuma namazı çıkışı, huşu içinde bakan iri gözlerini gözlerime dikerek, “Evlat, iki yıldır bir yanlışını görmedim lakin haremim, evde hizmete ihtiyaç yoktur buyurdu. O nedenle seni azat etmek vazifemdir.” dedi. Evde bir genç kızın olması, benim yakışıklılığımın semtten semte konuşulması, Mehmet Ağa’yı korkutmuş olmalıydı.

Ayaklarına kapanmak istedim. Gönderme ağam ne yaparım ben, demek istedim. Ben yalnız bu evi bilirim demek istedim. Diyemedim. Hayatımı düzene sokuncaya kadar ihtiyacım olan parayı elime verdi. Sırtımda heybem, yüreğimde aşkım, omuzlarımda garibanlığım ile sokakta kaldım. Evden ayrıldığım ilk geceyi Kazlıçeşme’de bir handa geçirdim. Ateşler içinde yandım da kavruldum. Yüce İsa’dan yardım diledim, ağladım da ağladım. Ertesi gün kendimi kiliseye attım. Kokusu, serinliği, huzuru aynıydı fakat cemaat bu Müslüman kölesine hiç dönüp bakmadı. İçimde cam kırığı gibi bir hüsranla çıktım kiliseden. Gözyaşlarıma hâkim olamıyordum. İşte o gün, Aziz Ağa buldu beni. Dergâha getirdi. Dergâhın bahçeye açılan kapısının altında küçük bir odaya yerleştirdiler. Boş durmayı yediremedim kendime. Tanrının huzurunda bile kendimi yalnız hissettiren kimsesizliği unutmalıydım. Önce bahçeyi hükümranlığıma aldım. Ağaçları budadım, birbirinden güzel kokular salan zakkumlar ve güller diktim. Baharda toprak ana dirilirken ben de dirildim. Dergâhtaki herkese el, ayak, ulak oldum. Eğer kışsa odun kırdım, soba yaktım. Sohbetlerde başımı eğdim, ellerimi bağlayıp boynumu büktüm. Sohbetleri dinledim. Sohbetlerin peşi sıra söylenen ilahilerde ağladım. Türkçeyi, adıma lüle denmesinin saçımdaki buklelerden olduğunu anlayacak kadar ilerlettiğimde sohbette konuşulanların bana da zevk verdiğini hissetmeye başladım. Uykusuz gecelerim, hayatımı gözden geçirmelerim hep bu sohbetlerin ardından yaşandı. Dervişlerin sükûneti, ağır hareketleri, dergâhın dışarıda bir dünya yokmuş gibi hissettiren huzuru beni sarıp sarmaladı. Günler boyu düşündüm. Aklıma gelen her soruyu sordum. Aldığım her cevapla karanlıklarım tek tek aydınlandı. İslamiyet’i araştırdıkça kendimi buldum. Yalnızlığımı unuttum. Kolay değildi. Ama her dinin özü birdi. Ve artık Artyom’u gömme zamanıydı. Kararım netti.

Aziz Ağa ve Arif Ağa gözlerindeki kıvanç ile bir kez daha emin olmak istediler. İkisi birden “Geldiğin yolun dönüşü yok.” diye tekrar ettiler. “Biz, sana hiç söz ile öğüt vermedik oğul. Nicedir verdiğimiz öğüt hep hal üzerinedir. ”diye ekledi Aziz Ağa. Ne mutlu bize ki halimizi beğenmişsin. Kararlığımı görünce bir tören yapalım o zaman oğul, dediler. Odadan çıkmadan nasıl bir tören olacak diye bir cesaret ile sordum. Arif Ağa, “Artyom’un cenaze töreni.” dedi. Aziz Ağa da “Musa’nın doğumunun töreni.” diye ekledi. Böylece yeni ismimi öğrenmiş oldum. Dışarıya çıktığımda bıraktım lodos Musa’nın tüm bedenini çarpsın, ılıklığı bütün bedenini sarsın.

Editör: Hatice Akalın

Nagehan Dermancı
Latest posts by Nagehan Dermancı (see all)
Visited 56 times, 1 visit(s) today
Close