Yazar: 19:50 Anlatı

Diriliş Sıkıntısı¹

Kasımdı. Gün batmak üzereydi. Ofisin önünde dikilmiş bayat çaylarımızı içiyor, göğe bakıyorduk. Konuşmuyor, karanlığın maviliğe damlayışını izliyorduk. Önümüzde ihtiyar bir incir ağacı vardı. Sert ve soğuk rüzgâr incirin yapraklarını kuytu köşelere, arabaların altlarına süpürüyordu. Tembel rüzgâr! Yarın için bana bir sürü iş çıkartıyordu. Nahat Nabi, elindeki bardağı bana verip hemen incir ağacına çıktı. Ağaçtaki, rüzgârın dökemediği bir yarısı yeşil kalmış tek yaprağı koparıp indikten sonra bana uzattı.

“Bunu al,” dedi. Elinde titreyip duran incir yaprağına baktım.

“Neden?”

“Son yaprak…” dedi ve elimdeki bardağını aldı. Kalan çayını yudumlamaya başladı.  Derin bir nefes aldı.   

“Son yaprakların bir anlamı olur. Rüzgâra kaptırmamak lazım onları.”

Yaprağı aldım ve içeriye gittim. Ofisimdeki Kuran’ı açtım. Yaprağı koydum. Yaprağın olduğu sayfada, bir ayet vardı, “O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez.

Kitabı kapattım. Allah onun incir ağacına çıkmasına izin vermişti, yaprağı koparma iradesini de rüzgârdan almıştı. Çıktım. Gitmişti.

Sonra ne mi oldu? Alışkanlık oldu bu bende. Sonbaharda rastladığım bütün son yaprakları biriktirmeye başladım. Her bir yaprağı sevdiğim kitapların arasına koydum. Günler geçtikçe bu hastalık bende farklı bir yönde seyretmeye başladı. Hoşuma giden romanların son sayfalarını da koparmaya başladım. Son sayfalardan oluşan bir cilt kitap oldu zamanla. Bu kitabı Nahat Nabi’ye göstermek için çağırdığımda anlamsız bir gerginlik vardı üzerinde. İncir ağacının altına koyduğum masamda oturuyordum. Gelmişti. Yine çok yakışıklıydı. Hemen oturmadı. Cebinden sigara paketini çıkarıp sigarasını ağzının kenarına yerleştirdi. Masadaki çakmağı aldı. Gözlerini kapatıp sigarasını yaktı. Derin bir nefes aldı ve ağzının diğer kenarından sigara dumanını saldı. Gözlerini açtı. Bana uzun uzun baktı. Sandalyeyi çekti ve oturdu.

“Atlar gülmez,” dedi. “Balıklar da. Unutma, balıklar güldüğünde…” Cümlesini bitirmesini beklemeden kalktım. Ofisimden son sayfalar kitabını getirdim. Önüne sürdüm. Şöyle bir baktı.

“İlkleri de biriktirmen lazım,” dedi.

İyi bir insandı. Zamanı büker, güzelleştirirdi. Polisler beni gözaltına aldığında onun cinayet şüphelisi olmam bana koymamıştı. Bu umurumda bile değildi. Onu bir daha göremeyecek olmanın verdiği acı dayanılmazdı. Nahat Nabi’nin sakinliği ve soğukkanlı tavrıyla adeta reenkarne olmuş, kendimi yitirmiştim. Onun ruhu içimde gezinmeye başlamıştı. Oysa ben kapalı alandan korkan, polislerden ürken biriydim. Kavgayı gördüm mü oradan sıvışırdım. Nahat Nabi, intikamını almak için ruhumu ele geçirmiş gibiydi. Yine de Nahat Nabi’yi yaşamak bana iyi geliyordu.

Vaktin birinde bir öykü anlatmıştı. Uzundu. Pek de hatırlamak istemediğim bir öyküydü. Yarım kalmış bir öyküdeki baş kahramanın, öyküyü tamamlamak için dirilmesini anlatıyordu. Hep mi haklı olurdu bir insan?

Bir öfke kıpırdandı içimde. Neye kızdığımı bilmiyordum. Dahası, nedenini bilmediğim bir öfkeyi düşünecek durumda değildim. Ayaklarım üşümeye başlamıştı, üstelik acıyordu da. Topuklarımı yere vurdum. Dizlerim karıncalandı. Tatlı bir sızı belime hareket etti. Yürümeye başladım. Topallıyordum. Duraksayacak olursam zihnimdekiler beni yakalayacaktı. Aylardır kafamın içinde dolanan düşünceler tekrar tekrar hızlanarak harekete geçiyordu. Bunları susturmanın tek yolu yürümekti. Yürümenin iyi geleceğini düşünüyordum. Aslında hiçbir yürüme derdime derman olamazdı. Ağrı kesici gibi işte, tedavi etmiyorsa da sızıyı geçici de olsa dindiriyordu…

Dört yanımda, bir görünüp bir kaybolan yüzlerin süslediği bir ağaç koridorunda korkuyor da olsam belli bir amaç doğrultusunda yürüdüğüm için kendimi daha rahat hissediyordum. Çam koruluğuna girdim. Çam iğneleri çıtırdayarak kırılıyordu. Tepeye çıkan özenle taş döşenmiş yola saptım. Rüzgâr hem soğuğunu hem de hızını artırıyordu. Ağaçlar, rüzgârın şarkısını daha tiz bir notadan okuyordu. Sinirim geçti. Tepede, yaşlı fakat hâlâ dinç görünen çam ağacının altında bir çay evi vardı. Çevrede başıboş gezinen birkaç kirli tavuk beni görünce panikle binanın arkasına kaçıştılar. Çay ocağının aralık kapısının ağzında dağılmış çam dalların arasında bir tümülüs gibi duran iri bir kütükte, bir baltanın çeliği parlıyordu. Çam ağacından baltaya doğru bir örümcek ağını sarkıtmış, yere inmeye uğraşıyordu. Pencereye yanaştım. Ahşap masaların arasında duran büyük bir Çerkez sobasının arkasında geniş bir taş ocağın üzerinde duran paslı demliği görüyordum. Demliğin ucundan nazlı bir buhar yükseliyordu. Yetmiş yaşlarında ihtiyar bir adam demliğin kapağını kaldırıp demi kontrol ettiğinde içeriye girmeye karar verdim. Baltaya baktım. Baltayı alıp kütüğe sapladım. Baltanın sapındaki nem elimi ıslatmıştı. Elimi pantolonuma sildim. Örümcek hala inmeye çalışıyordu. Dokumacı türündendi. Böyle soğuk ve rüzgârlı bir günde yaşadığını görmek, ne bileyim… Hayvanları da anlamak zor iş! Kapıyı araladım. Başımı içeri uzattım. Nemli ve çam kokulu sıcak hava yüzümü şefkatle okşadı. İhtiyarın sırtı kapıya dönüktü. Selam verdim. Yavaş yavaş döndü, bana baktı. Yıllardır her gün gelen bir müşterisine seslenir gibi, içeri davet etti. Beline bağladığı işliğine elini sildi. Kahvaltı hazırlayacağını söyledi.

“Önce çay alayım,” dedim.

Örümceği görebileceğim pencerenin önündeki masaya iliştim. Güneş, örümcek ağını renkli olta misinası gibi renklendiriyordu. Rüzgâr her seferinde bu doğal ipi bir salıncak gibi ötelere götürüp getiriyordu.

İhtiyar adam, çayımı getirdi. Yavru bir tüysüz kuşu tutar gibi tuttum bardağımı. Avuçlarım ısındı. Bir bulut genişliyordu. Güneşin aydınlığı gölgelendi… Katlanılmaz bir korku ve heyecan birlikteliği içimi doldurdu. Kalkıp tekrar yürümek istedim. Soluk borumda takılı kalmış, çıkmaya çalışan canavarı serbest bırakmak için arka arkaya öksürdüm.

Kaygım, -artık her ne için ise- beni yürümeye zorluyordu. Yürüdükçe kaygıma yürüyeceğimi de biliyordum. Bir ömür yürüsem de bunun çözüm olacağına inanmayan tarafım, sesini yükseltmeye başlamıştı. İçimin beni korkutan o kavgası çoktan başlamıştı. Ben ise annesi dövülen bir çocuk gibi çoktan bir köşeye sinmiştim. Nefesim daraldı. Dışarıya baktım. Fırtına örümceği alıp götürmüştü.

Ağlamak üzereyken kahvaltım geldi. Sahanda iki yumurta. Büyük bir bardak çay. İki dilim nohut mayalısı ekmek ve otlu peynir. İçimdeki kaygıyı bastırmak için nefes almadan yemeye başladım. Yapmak istediklerimden korkuyordum. Ya o düşündüklerimi yaparsam? Ne düşündüğümü bilmiyordum ama korkunç şeyler düşündüğümü gayet iyi biliyordum. Aklımın derinliklerinde benden daha zeki ve idealist biri kıpırdanıp duruyordu. İşimi gücümü bırakıp, üstelik bir cezadan da ucuz yollu yırtmama rağmen beni buraya getiren içimdeki o zeki varlığı inkâr edemezdim.

Ben böyle biri değilim… Bu dehşet girdabında bana yolculuk ettiren düşünceler bana ait olamaz! Bu, intiharın mermer döşeli yolundan başka bir şey değil. Nahat Nabi içimdeydi ve beni intihara ikna ediyordu. Öldürmek… Birini öldürmek de intihar etmektir. Hele bir de özdeşleştiğin bir egoyu ortadan kaldırmayı hedefliyorsan…

İhtiyar, gelip masamı temizledi. Bir bardak çay daha söyledim. Çantamdaki notları masaya koydum. Fırtına dindi. Yağmur… Pencere camındaki yağmur damlaları birleşip yorgun dereciklere dönüştü. Buğulanan cama eğilip baktım. Nahat Nabi bana bakıyordu, bulutlara asılmış kalmış ıslak yüzünde mevsimlik dereler akıyordu.


¹”7 Kadın 1 Öykü” içinden.

Editör: Çisem Arslan

Visited 3 times, 1 visit(s) today
Close