Yazar: 19:36 Öykü

Dedektör

1.BÖLÜM

Vakit gece. Ağustos’un ortası. Hava sıcak. Evin içinde tedirgin bir şekilde bekliyoruz. Yengem salonun bir ucundan bir ucuna evhamlı bir şekilde adımlıyor.

“Kaç saat oldu, nerede kaldı bu adam?”                               

“Yahu gelir birazdan meraklanma,” diyorum.

“Ben biliyorum yine nereye gittiğini! Kaç defa dedim başına bir iş açacaksın, uğraşma öyle işlerle diye.”

“…”

“Üç kuruş için bizi düşürdüğü hallere bak.”

“…”

“Hem sana da yazık. İşini gücünü bırakıp bizim başımızda bekliyorsun.”

“Ne olacak yenge, yabancı mıyım sanki. Gel seni bize götüreyim, amcam gelene kadar beklersin.”

“Yok gülüm sağ ol.  Nazlı geceleri beşiğinden başka yerde uyumuyor.”

O sırada Nazlı ağlayarak uyanıyor. Yengem kucağına alıp pışpışlayarak yeniden uyutmaya çalışıyor.

Telefonum çalıyor. Arayan amcam. Çaktırmadan dışarı çıkıyorum. Fısıltıyla açıyorum telefonu.

 “Efendim amca? Sizin evdeyim. Sizin evdeyim sizin. Sesim gelmiyor mu? Alo, alo? Senin de sesin gelmiyor. Hah, şimdi daha iyi. Benim sesim geliyor mu? Tamam o zaman, sizin evdeyim diyorum.  Seni bekliyordu, az önce Nazlı uyandı, onu uyutmaya çalışıyor.  Seni bekliyorum işte. Gecenin bu saati, nasıl geleyim Allah aşkına! Araba bende değil ki babamda. Şehre, torunlarını görmeye gitti, gelmez bugün köye. Ben istemem onlardan araba amca. Ya öyle adamlara ağız eğmeye değmez. Misafirlerin var da yanında ben ne yapabilirim?  Araba yok, olsa gelir alırdım sizi. Ya amca muhatap etme beni onlarla. Niyesi mi var? Burnu havada tipler, onlardan bir şey istenmez. O zaman olur. Tamam sen ara. Tamam, sizin evin önünde bekliyorum, söylersin. Şimdi tam olarak neredesiniz? Köyün girişindeki mi yoksa mezarlığın arkasındaki çeşme mi? Tamam, beş dakikaya arabayı getirse ben de taş patlasın 10-15 dakikaya orada olurum. Hadi, görüşürüz.”

Çok geçmeden muhtarın oğlu arabayı getiriyor. Arabaya binip yola koyuluyorum. Mezarlık yolundayım. Etraf zifiri karanlık ve tenha.

Geldiğimi fark eden amcam, durmam için bir ıslık çalıyor. Ani firen yapıp duruyorum.  Amcam ve yanındaki iki kişi, ellerinde kazma ve küreklerle arabaya doğru yaklaşıyor. İlk defa görüyorum bu iki kişiyi. Bizim köyden değiller.

Ellerindeki malzemeleri bagaja yerleştirdikten sonra arabaya biniyorlar. Üstleri, başları çamur. Vücutları ter içinde. Arabaya biner binmez ekşi bir koku doluyor içeriye. Amcam, üzerinde sırılsıklam olan atletiyle yanıma biniyor. “Köyün çıkışına sür,” diye komut veriyor. Mendil olarak kullanıyor gömleğini; yüzünü, koltuk altlarını siliyor yol boyunca. Temiz hava gelmesi için camları açıyorum. 

 Köyün çıkışına geliyoruz. “Şöyle sağa çek,” diyor amcam.  İki kişi arabadan iniyor. Amcam “Eğer sizi almaya gelen olmazsa, bir alo deyin bana, bırakırım evinize,” dedikten sonra geri dönüyoruz. Köy yolundayız.

 “Bunlar kimdi amca?”

“Uzun boylu, esmer olan benim askerlik arkadaşım. Diğeri de onun aracılığıyla kurduğum bir bağlantı.”

“Bağlantı?”

“Geçenlerde bir kaya mezarlığı bulduk. Askerlik arkadaşımın söylediğine göre, oradaki işaretlerden iyi anlıyormuş bu adam. Hem de bu işler için geniş bir çevresi varmış. O işaretlerden yararlanıp mezarlığın giriş kapısını açabilirsek, içinden de bir şeyler çıkarsa bu adam üzerinden satacağız.”

“Anlıyorum da amca. Bu iş tehlikeli değil mi? Çoluk çocuk sahibi adamsın. Başına bir iş gelse…”

“Daha ne gelecek başıma!”

“…”

“Yoksulluk, anamdan doğduğum günden bugüne kadar aha bu üzerimdeki atlet gibi sırtıma yapıştı. Yıllarca inşaatlarda çalıştım, çabaladım da ne oldu? Bir dikili ağacım bile yok. Kazandığım parayı dışarıya mı savurdum? Yok!  Barlarda, diskolarda orda burada mı yedim? Yok! Nerede peki bu para? Cebime girdiği gibi kuş olup uçtu mu yoksa?”

“Tamam, haklısın da…”

“Ben onu bunu bilmem yeğenim. Artık yeter. Bir tane çocuğum var. Ben yeterince rezillik çektim o çekmesin. Her şey onun için. Zaten gırtlağıma kadar borç içindeyim. Bu saatten sonra başıma bir iş gelirmiş, gelmezmiş umurumda değil. Benim bir tek umudum var; o da bu define. Bulursak defineyi ne âlâ ama bulamasak eşelemeye devam. Çünkü başka bir çıkış kapım kalmadı.  Yıllarca milletin eşekliğini yapmışım meğer. Kimin yükünü taşıdıysam o zengin olmuş üzerimden. Ama ben bu dünyaya eşek olarak gelmedim. Madem Allah beni insan olarak yarattı, o zaman bahtımı da insana yakışır bir şekilde yazsaymış. Kaderimiz bu dünyada yoksulluktan kıvranmaksa ben bu kadere razı değilim artık.”

Bir meçhule umut bağlayacak kadar dipte olan insana ne denilebilir ki? Amcamın bu serzenişinin ardından susuveriyoruz ikimiz de. Bir süre bu acı sessizlikle yola devam ediyoruz.  Amcam merakından değil de sanki sadece sessizliği bozmak adına “Yengen biliyor mu beni almaya geldiğini?” diye soruyor.

“Yok söylemedim, direkt çıktım evden.”

“Kazıda olduğumu söyledin mi?”

“Onu da söylemedim ama tahmin ediyor gittiğini. Hem bilmese bile üstün başın bu haldeyken anlar herhalde.”

“Anlasın. Az kaldı.  Dişimi tırnağıma taktım. Bu sefer kesin kıracağım şeytanın bacağını.”  

2.BÖLÜM

Amcam, gündüzleri çok sıcak olduğundan neredeyse her gece kazıya gitti o yaz.  Haber geldikçe civar köylere, ilçelere gittiği de oluyordu ara sıra. Bunca çabasına rağmen birkaç gümüş sikkeden başka bir şey geçmemişti eline. Onları da “bağlantı” dediği kişi üzerinden piyasada büyük ümitlerle sattı. Ancak gelen para karşısında hayal kırıklığına uğramıştı. Bir aylık sigara masrafını bile zar zor karşılıyordu. Velhasıl attığı taş, ürküttüğü kurbağaya değmemişti. Ama bunlara rağmen gün geçtikçe daha da palazlanıyordu. Her kazı dönüşünde “Çok az kaldı. Hissediyorum. Vallahi de billahi de bu sefer olacak gibi,” şeyler söyleyerek yengemin gönlünü yapmaya çalışıyordu. Artık yengem de amcamın bu işlerden usanmayacağını anladığından “Bari kazıya gideceğin zaman beyaz atletlerinden giyme. Sonra zor oluyor lekeleri çıkarması,” diye telkinlerde bulunmakla yetiniyordu. Amcamın ilk zamanlarda karısından bile sır gibi sakladığı bu define meselesini zamanla tüm köylü öğrenir oldu. Artık bu işin gizlisi saklısı kalmadığından, amcam herkesin içinde rahatça konuşuyor, dilediğini yardım etmesi için kazıya götürüyor, dilediğine de gerek duyduğu araç gereçlerin siparişlerini veriyordu. Durumların bu denli ayyuka çıkmasının ardından köylü kendi aralarında amcamı “köstebek” diye anar olmuştu. Fakat köylülerin hiçbir sözüne kulak asmıyordu amcam. Ona göre zırcahilin önde gideniydiler. Önlerinden aşları, sırtlarından hırkaları eksik olmadığı müddetçe hiçbirinin gıkı dahi çıkmazdı. Bir keresinde yaşlı bir hısmımız kahvenin ortasında “Gözünü para hırsı bürümüş senin. Olanla yetinmeyi öğren. Şükretmeyi bil. Evli barklı adamsın. Başına bir iş alacaksın,” diye öğütlerde bulununca tepesi atmış amcamın. Büyük falan dinlemeyip “Neye şükredecem! Götümdeki yırtık dona mı?” diye esip gürlemiş herkesin içinde. O günden sonra da kimse bir şey söylemeye cesaret edememişti. Zaten amcam da mecbur kalmadığı sürece çıkmaz olmuştu köylünün arasına.  

Geçen gece yine aradı beni. Artık belli bir saat sonrasında amcam tarafından gelen telefonun ne anlama geldiğini biliyordum. Ama yine de alışkanlıktan telefonu açıyor; birazdan kazıya gideceğini, benim de kendisi eve dönene kadar yengemlerin yanında beklemem gerektiğini hatırlatan sözlerini dinliyordum.

Telefon görüşmesini yaptıktan sonra amcamlara doğru yola koyuldum o gece. Gittiğimde yengem Nazlı’nın beşiğini sallıyordu, amcam ise daha benim gelişimi beklemeden çıkmıştı evden. 

Saat sabah dört olmuştu. Amcam dönmemişti daha. Oturduğum koltuğa kıvrılmış ha uyudum ha uyuyacaktım ki yengemin telefonu bilmediğimiz bir numara tarafından arandı. İkimizin de içini bir korku kapladı o sıra. Arayan amcamdı. Karakolda olduğunu, sabah olunca karakola gelmemiz gerektiğini söyleyip kapattı telefonu.

Gün aydınlanır aydınlanmaz olayın akıbetini öğrenmek için karakola gittik. Meğer amcam, kazı dönüşü yanındaki adamlarla kapışmış. Askerlik arkadaşı, amcamın tanımadığı bir kişi getirmiş beraberinde. Kazı esnasında da sürekli kendi aralarında fısıltılı bir şekilde konuştukları oluyormuş. Bu konuşmalardan işkillenmiş ama herhangi bir renk vermemiş amcam. Kazdıkları yerde dedektör yüksek sinyal vermeye başladığı an sicim gibi yağmur yağmaya başlamış. Arabaya takım taklavatı yükleyip ayrılmışlar oradan. Fark etmişler ki başka yere yağmur yağmıyor. Askerlik arkadaşı “Kesin bu define tılsımlı. Baksanıza oradan uzaklaştık, bıçak gibi kesildi yağmur. Bir damla yaş yok yerlerde” demiş. Yanında getirdiği adam da desteklemiş onu. “Bir daha uğramayalım buraya yoksa başımıza büyük iş alırız,” deseler de tavırlarından bir hinlik peşinde olduklarını sezen amcam, ikisinin de definenin peşini bırakacaklarına hiç inanmamış. “Ne bileyim yarın gidip çıkartmayacağınızI,” demiş. Sen misin bunu bize diyen…  Önce sözlü bir tartışma çıkmış aralarında, sonrasında tüm alet edevata el koyup arabadan indirmeye çalışmışlar amcamı. O sırada da olan olmuş işte. Cebinden çıkardığı çakıyla da vurmuş ikisini de.

Aynı gün tutuklanıp cezaevine götürüldü. Bizde haftasında görüşüne gittik. Hal hatır sorma faslını geçtikten sonra amcam kulağıma eğilip “Yeğenim senden bir isteğim var,” dedi.

“Buyur amca.”

“Yarım kalmış bir işimi tamamlamanı istiyorum.”

“Hangi işini?”

“Şu en son gittiğimiz kazıyı…”

“Ne! Ben ne anlarım amca?”

“Telaş yapma. Sakin ol.  Çok mühim bir durum olmasa senden istemezdim böyle bir şey. Ama inan ki bir adım kalmıştı defineyi çıkarmaya. Şu olay gelmeseydi başıma zaten allem eder kallem eder çıkartırdım ben onu ordan.”

“Bilmediğim bir işi yapmam amca. Elime yüzüme bulaştırırım. Sonra al başına belayı.”

“Yeğenim seni zora sokacak bir şey olsa senden ister miyim?  Bak görüyorsun halimi. Bu işlerle uğraşırken çektiğim rezillik yetmedi bir de cezaevine girdim. Bari sen benim yerime bu işi hallet de bunca çileyi boş yere çekmiş olmayayım.”

“…”

“Hadi amcasının gülü ‘he’ de.”

Biraz düşünüp, gönülsüz de olsa “Tamam yapacağım,” dedim. Amcamın gözleri sevinçten ışıltıyla doldu o an. Hızlı bir şekilde definenin yerini, neyi nasıl yapacağımı anlattı. Görüş saatinin bitiminde de “Umudum sende yeğenim. Hadi göreyim seni,” dedikten sonra sarılıp, vedalaştık.

Ertesi gece sağdan soldan kazı sırasında işime yaracak malzemeleri toplayıp tarif ettiği yere gittim. Şükür ki fazla uzağa değil bizim karşı köyün girişindeki bir tarlaya geldim.  Tarlanın ortasında amcamın söylediği gibi yaklaşık iki metre büyüklüğünde, üzerinde oyma ve murç işaretlerinin bulunduğu bir kaya vardı. Daha önceden de kazıldığı belli olan, murç işaretinin gösterdiği taraftan başladım kazmaya. Definenin tılsımlı olabileceği ihtimalinden kaynaklı içim korkuyla doluydu. Bildiğim ne kadar dua varsa arka arkaya okuyup, kazmamı öyle indiriyordum yere. Yarım saat uğraştım veya uğraşmadım. Kazmanın değdiği yerden toprağa ışıltılı bir şeyler saçıldı. Aynı yeri bu sefer elimle eşelemeye başladım ki avuçlarıma ziynet eşyaları döküldü.  Daha fazla kazmadım. Malzemeleri toplayıp hızlıca ayrıldım oradan. Yengeme haberi vermek için evlerine gittim. Torbaya doldurduğum altınları önüne serdiğimde kadıncağız mutluluktan havalara uçtu.

 Müjdeyi amcama yetiştirmek için o hafta görüş gününü iple çektik. Bu sırada da kimseye bir şeyden bahsetmedik. Ancak biz daha amcama gitmeden onun acı haberi bize geldi.

Vurduğu adamlardan birisinin abisi kaldığı koğuşun mesulüymüş meğer. Mesul kendisine gelen haberde olanları öğrenince yanına da iki adam alıp çullanmışlar amcamın üstüne. Kavga esnasında düşüp başını sert bir şekilde ranzanın demirine çarpınca, kanlar içinde yığılıp kalmış beton zemine. Gardiyanlar gelene kadar da orada can vermiş garibim.

Amcamın ani ölümünden sonra çok kötü olmuştuk. Yengemse uzun bir süre toparlayamadı kendini. Her gün amcamın kazıya giderken giydiği kıyafetleri yıkıyor, kurutuyor, katlayıp yatağın üzerine bırakıyordu. Epey bir zaman bıkmadan bunu yapıp durdu.  Amcamın umut kapısı olarak gördüğü altınların da artık hiçbir anlamı kalmamıştı bizim için. Varlıkları insanın kursağına düğümlenen ekmek gibi acı verir bir şekilde öylece duruyordu evin köşesinde.



Editör: Enes Yılmaz

Can Aşır
Latest posts by Can Aşır (see all)
Visited 34 times, 1 visit(s) today
Close