Yazar: 19:15 Öykü

Cevahir

Lezzetli bir lokma çiğnediğini belli eden sesler çıkarırken, öyle yenmezi duyup, aniden durdu Emrah. Yutkundu. Belinden kavrayarak ağzına götürdüğü bardaktan iki yudum çay aldı. Tekrar yutkundu. Biraz rahatladı. Ama geçmedi. Evdeki havadan dolayı lokma boğazına takılıyordu. İçinden yiyip kalkayım bir an önce diyerek, isteksizce ödev yaptığı zamanlardaki haliyle tuttu çatalın sapını.

Zeynep Ana Aysel’e, Aysel Emrah’a bakıyordu. Aysel’in Emrah’a çatmaya hazırlandığını fark ettiği için araya girme gereği duyuyordu Zeynep Ana. Yılların yorgunluğunu taşıyan dizlerine bastırarak kalktı, masaya yöneldi. Görmüş geçirmiş bedenine uygun, ağır hareketlerle sandalyenin yerini birazcık değiştirerek oturdu ve reçel tabağını önüne çekti.

“Oğ-lum yapp-ma! Zehrettin kahvaltıyı!” Gözlerini belerttiği için iyice gerilen dudaklarının arasından Aysel’in sesi ıslık gibi çıktı. Dışarıdan bu evi gören, duyan herkes içeride bir çocuk olduğunu anlardı. Çizgi filmlerin ve atarinin elektronik sesleri, çamaşır ipinden hiç eksik olmayan oyun çağı elbiseleri, pencereden ve kapıdan sokağa sızan dur, yapma, sus’lar … Bütün bunların sebebi Emrah’tı. Annesine aldırmadığını göstermek için hep yaptığı gibi omuz silkti. Sonra da her yere vurarak ortalığı gürültüye boğduğu topunu alıp kapıdan süzüldü.

Aysel, annesinin bir şey söylemeye hazırlandığının farkındaydı. Aldırmaz biçimde başka tarafa bakarak, üzerinde hissettiği annesinin gözlerinden kurtulamayacağını anlayınca ona döndü. Zeynep Ana’nın gözlerinde kırlangıçkuyruklu zafer bayrakları dalgalandı. Teslim olmuştu Aysel, onu dinleyecekti. Söyleneceklerin önünü kesmek için çıkıştı.

“Sanki ne olduğunu bilmiyor gibisin anne! Ben hiç yoktan ona kötü davranıyorum değil mi? Sen benim anneliğimi hiç tanımadın, hiç beğenmedin ki zaten… Hiçbir şey söylemeyim, hiç karışmayım değil mi? Yok anne yok, bu dünyaya ikinci bir Halil gerekmiyor. Bir de onu kendi ellerimle yetiştirip arkamdan küfrettiremem. Kötü tohum işte. Mayası bozuk. Kendi zehirli, etrafa da zehrediyor hayatı,”

“Bak buraya,” dedi bu lafların sonunun gelmeyeceğini anlayan koca ana. Reçel tabağını işaret ediyordu. Aysel’in Emrah’a parladığı zaman, ikisinin arasına koyduğu sandalyeye iyice yerleşmişti.

O ses. Her duyanın içini okşayan o ses, ilk kelimenin ilk harfiyle birlikte Aysel’in ruhunu sardı sarmaladı. Biraz yorgun, biraz aşınmış, bozkır insanlarının yüzündeki kavrukluğu, hem de gevrekliği taşıyan sıcacık bir ses. Gözünü kapatıp, ne renktir diye hayal etsen kopkoyu bir sarı dersin, öyle. Kedinin tüylerini okşayanın kucağına kendini bırakması gibi annesine bıraktı kendini, öfkesini, kederini, bıkkınlığını, bezmişliğini…

Tabaktaki pekmezin ortasında üç ceviz vardı. Zeynep Ana çatalını birine uzattı ve tabağın içinde cevizi yuvarladı. Uygun gördüğü bir süre sonra yuvarlamayı bıraktı. Bıçağı üstüne dayadı. “Bak,” dedi yeniden. “Şu çizgiyi görüyor musun? Tam bunun hizasından keseceksin. Sonra da yüzü yere, sırtı yukarı gelecek şekilde yatırıp ortasından bir daha. Şerbetiyle bütündür bu ceviz reçeli. O yüzden azıcık dolandıracaksın tabağın içinde. Yoksa ağzının tadı eksik olur. Ceviz reçele dönmediği için değil ama sen yanlış yediğin için,”

Aysel çoktan sakinleşmişti ama içinden kızıyordu annesine. “Hiç anlamıyor beni. Ben neyin derdindeyim, o bana ceviz reçeli anlatıyor,”

Annesinin “Hadi yapsana böyle,” diyerek gösterdiği çatal bıçağı aldı eline. Yine onun gösterdiği gibi yaptı sırasıyla. Kestiği parçayı çatala takıp ağzına götürürken annesinin bakışları merakla karışık bir hal aldı. Aldığı tat da başkaydı evet. Annesi, reçeli ve kendisini övmesini bekliyordu. Yüzünden okudu bu düşüncelerini. Ama çok içerlemişti. Dayanamadı. 

“Annem, tamam böyle çok güzel çıkıyor tadı. Ama benim içim içimi yiyor, bir iki tatlı söz edeceğine ceviz reçeli anlatıyorsun sen bana,”

Hiç havasını değiştirmedi Zeynep Ana. “Tadını alman güzel. Bunun nasıl yapıldığını biliyor musun peki?”

Çatlayacaktı Aysel. Ceviz reçeli çok güzel, hem de çok özel bir tattı gerçekten. Aysel de çok seviyordu. Zaten onların memlekette cevizden türlü türlü tatlılar, şekerlemeler yapılırdı. O hiç görmemişti yapılırken tabii. Nasılsa Zeynep Ana’nın anlatmadan bırakmayacağını düşündüğü için, “Bilmiyorum,” dedi.

“Zehirdir bu aslında. Ceviz yeşilken safi zehirdir. İçi, dışı, özü, suyu… Dokunsan elini kapkara eder, tatsan dilini uyuşturur, koklasan başın döner, itaat ettirmeye çalışır, hırslanıp hoyratlaşırsan seni perişan eder bırakır,”

Aysel bir yandan dinliyor, bir yandan düşünüyordu. Halil onları ortada bırakıp gideli, annesinin evine sığınalı onbir yıl olmuştu. Emrah nasıl da benziyordu babasına. İçi, dışı benziyordu. Yakışıklıydı onun gibi. Gözü karaydı, bir şeyi sevince tutkuyla bağlanıyordu. Yardım etmeyi, koruyup kollamayı seviyordu. Ama sorumsuz, el içinde insanı rezil eden, soğuk, kibirli, ne dense tersini yapan, aksi biriydi aynı zamanda. Kötü bir çocuk değildi aslında, elle tutulur bir şey de yoktu diyeceği ama iyi de değildi işte. Olmayan, şekil almayan yanı çoktu Emrah’ın. Olacak gibi de görünmüyordu.

“Seve okşaya daldan alır, onu yatırmak için hazırladığın şerbetin içine yavaşça bırakırsın,” Zeynep Ana sakin ama aralıksız biçimde sözlerine devam ediyordu. “Hafiftir daha, suyun üstünde kalakalır öyle. Yanına birkaç daha koyarsın. Dikkat edersin koyduklarının hepsi aynı hizada kalsın diye. Olur da kavanozun alacağından fazla ceviz koyarsan, şekeri özüne katmaya başladığı için değil, sen üstüne koyduğun bir başka cevizle onu itelediğin için geriye gider çünkü.  Yok, ille de aynı kavanozda çok ceviz demleyeceğim dersen, kiminin tadının bozuk olmasını daha baştan göze almışsın demektir,”

Aysel efsunlu bir tarif dinliyordu ama bir yandan da konunun nereye varacağını merak ediyordu. Her hikâye bir yere çıkmıştı bugüne kadar.

“Bu şeker var ya, adı üstünde işte, şeker. Cevizin aklını çeler, içine sızmaya başlar. O nemrut, geçimsiz cevizin acıyeşil kabuğu da kahverengine yüz tutar. Şeker gönlüne işledikçe ceviz yumuşar, tatlanır, o soğuk görüntüsü kaybolur, içinin güzelliği dışını kaplar. Şekeri sorarsan o da aynı kalmaz, onunla beraber değişir. Durduk yerde tat olmaz ki şeker. Bir şeyle birleşecek ki tadını versin. Koysan şekeri şuraya, biri tadına bakana kadar kimse bilmez onun tatlı olduğunu. Bunlar da öyle işte. Şeker cevize, ceviz ona derken kavanozda dünyanın en güzel şerbeti ortaya çıkar. Hani o baygın kokusu vardır ya yaş cevizin o değişir, buğulu bir rayiha olur, şekerin sayesinde tatlı olur. Olgunlaşır, demlenir günden güne kavanozun içinde. Bir gün bir bakmışsın bu üstte yan yana duran cevizler kavanozun dibine doğru süzülüyor. Bir ağırlık, bir olgunluk gelmiş üstlerine,”

Ne çok sevmişlerdi birbirlerini Halil’le. Halil ona karşı iyiydi. Ama sorumsuzdu. Rahatına düşkündü. Kimseye yan gözle baktığını, zorbalıkla bir şey elde ettiğini görmemişti. İyi bir eş olsun; evinin direği, çocuklarının babası olsun istedi Aysel. Olacak gibi görünüyordu. Sonra sonra işler değişti. Başka yanları ortaya çıktı. Hoş, Aysel de onu toparlamak, daha iyi olmasını sağlamak için hiçbir şey yapmadı. Hatta kavga çıkmasın, sorun olup uğraştırmasın diye kendi seçti ses etmemeyi, görmezden gelmeyi. Şimdi de Emrah. Söylese bir türlü oluyor, söylemese bir türlü…

Zeynep Ana kızının yüzüne baktı. Böyle dinleyen biri, o an ne versen alırdı. Devam edip tamamladı sözlerini.

“Bitti mi böyle? Bitmez Aysel, güzel bir reçel yemek, onu yiyecek olanın işi. Olması gerektiği gibi, tabiatın emrince yapmalı her şeyi. Yoksa eksiği gediği olur, kaçınılmaz. Her ağaç gibi ceviz de baharda çiçek açar. Çiçeğin ortası kalır, yaprakları dökülür. Minnacık bir çizgidir ilk başta. Hani sana gösterirken bıçağı vurduğum yerindeki çizgi vardı ya işte o. Meyve büyüdükçe çizgi de büyür. Daldan sapına, sapından cevizin içine akan su oradan geçer. Cevizin hem anahtarı, hem kilididir o çizgi. Reçel olsun diye yatırıldığı kavanozdaki şekeri de oradan alır içine. Oradan kesip yersen her tarafından aynı tadı alırsın. Yoksa buruk, odunsu bir tat verir ağzına,”

Uzun bir soluk aldı.

“Sen istedin, karar verdin, sen onu şekere yatırdın reçel olacak diye. Öyleyse kendi kendine olur diye beklemeyeceksin. Bir şey yapayım derken de doğruyu yapacaksın. Yetmez, zamanı gelmeden olsun diye beklemeyeceksin. Hepsinden önemlisi, istediğin tadı vermeyince, ‘Bir acı cevizdi zaten,’ demeyeceksin. Güzelliğini ortaya çıkarmak için, o cevahiri o küçük sandıktan çıkaracaksın.”

Çekti kendine, kızına sarıldı. Aysel bir süre annesinin kollarında kalıp kalktı. Emrah’a seslenmek için pencereye yöneldi. Ona söylemek istediği bir şeyler vardı.

Editör: Hatice Akalın

Umut Şener
Latest posts by Umut Şener (see all)
Visited 6 times, 1 visit(s) today
Close