Dünya barışı, dilden dile anlatılan bir öyküdür. Bir umarsız aranıştır. Çıkarlarıyla kalbi arasında gidip gelen insanlığı yola getirmenin adıdır. Bir ibret tablosunu süsleme çabasıdır. Bulanık bir rüyanın ta kendisidir, berraklaştırılmayı bekleyen…
Her daim haksızlığa uğramaktan korkar insan. Peki ya, haksızlık yapmaktan da bu denli korkar mı? Dünyanın her köşesinde gücü elinde bulunduranlar adaleti de aynı ölçüde bulundurmalı elinde. Aksi hâlde insanda doğuştan var olan bu his, bir pranga gibi tökezletir onu.
Sürekli dünya barışıyla ilgili konuşulur durur. Dünyada barış ve adaletin tam anlamıyla tesis edilmesi, bulanık bir rüyadan öteye geçemiyor benim için. Kim bilir, belki de benim aklımın ve kalbimin bulanıklığıdır buna neden olan! Bana öyle geliyor ki, dünya barışına değinmeden evvel “kendiyle barışmak” meselesine bakmak gerekiyor. Kendi ruhuyla barışamayan ve yaşamın birinci gereği olan “sevgi” olgusunu anlayamayan insan, nasıl olur da bahsedebilir dünya barışından? “Güç” kelimesinin karşılığının “sevgi” olması gerekirken para ve hükmetmek fikri aldı ve süpürdü barış adına ne varsa. Önce kalbiyle barışmalı insan. Sevmeli siyahı-beyazı; dini, dili, ırkı fark etmeksizin, zira sevgisizlik ayarlarını bozuyor tüm duygu ve eylemlerin. Yunus Emre gibi “Sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz.” diyebilmekte çare.
Sürekli yapılan kötülükler zamanla normal geliyor. Ona dil uzatanı garipsiyoruz ve rahatsız oluyoruz. “Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.” Zaten insanoğlu doğru söyleyeni kovamayınca kendisi gidiyor köyden. Ardından da fesatlarla yakıp yıkıyor köyü. Dünyanın hâli de tıpkı buna benziyor.
Bize bir dokuzuncu köy gerek belki de. Doğruların mertçe söylendiği, adaletin yalnızca sözlerde kalmadığı, hakikati dile getirenlerin kovulmadığı, akılla birlikte kalbiyle de var olanların doldurduğu bir dokuzuncu köy… Sahi, dünyada barış ve adaletin sağlanmasının yolu başka neye bağlanabilir?
Elbette gönül körü olmayı bırakıp aklın yanına kalp terazisini de eklemekte çare; ancak bazen ideolojiler giriyor aramıza. İnandığımız düşünceler birer set gibi duruyor bakış açımızın önünde. Ne gariptir ki en yakın bile farklı fikirlere sahip olduğu için uzaklaşıveriyor hiç olmadığı kadar. İnsan ideoloji güreştirmekten yorulmaz fakat sevgi yorulur ve yıpranır. O, sarhoşmuş edasıyla insanı sersemleten, çoğu zaman isterik bir tavırla dünyayı savaşlara sürükleyen ideolojiler, birer toz bulutu olup hayal kırıklığına dönüşebilir. Yalnızca sevgi yanıltmaz ve bırakıp gitmez insanı. Sevmek gerek hakla batılı ayırmak için… ve çalışmak… İnsan, ya hakla batılı ayırıp aydınlanacak ya da başkalarının ışık tuttuğu fikirleri benimsemek zorunda kalacak!
Düşünüyorum da, akıllı insan bulmak zor değil artık bugünlerde. Aklın ve zekânın vücut bulmuş hâli gibi geziniyorlar pek çokları. Ancak, acaba kalbin varlığını es mi geçti insanoğlu, hem de yaşamayı önce ona sormak gerekirken? Aklın ürünü olan bu karanlık ve bulanık rüyaları berraklaştırmanın yolu işi kalbe bırakmak ve onun kararını beklemekte belki de.
Yalnızca aklıyla hayatına yön verenler iğreti bir fotoğrafa çevirdiler ömürlerini. Ülkelerini böyle yönetenlerse ülkelerine yaptı bunu. Maalesef dünyanın tamamı da kalp hatırlanmadan idare edildi ve suyu çekilmiş bir kuyuya dönüverdi dünya.
Sanırım Ahmet Murat Özel’in şu dizleri anlatmak istediğimiz meseleye ışık tutuyor: “Önce sola sonra sağa yine sola bakan akıldır/ Kalp uzatmaz/ Akıl iki kere ikiyi iyice bilir/ Kalp ikiyi inkâr edecektir”
Akıl yalnızca bu yozlaşmış dünyaya yetiyor, kalpse bir olan Allah’ı; onun adaletini, merhametini ve aşkını tanıyor. “Bir” haricindeki tüm rakamları da inkâr ediyor, şairin dediği gibi.
“Adaletin kendisi insanların kalplerinde mevcuttur, aksi durumda adalet yoktur.” (Aliya İzzetbegoviç) Bu, tüm duygular için de geçerlidir düşüncesindeyim. Bir durumu bizzat yaşamamış olmak onu anlamaya mani olamaz. Örneğin, esaretin ne olduğunu bilmeyen, onu –şükür ki- yaşamayan bir milletin ferdi olmak, esaret altında olana karşı merhameti ve onu esarete mahkûm edene karşı adaleti diri tutmaya engel değildir. Dünyanın öbür ucunda ya da burnunun dibinde yapılan bir haksızlık ve zulme karşı susarak adeta “dilsiz şeytan” gibi kalan insan, nasıl söz edebilir barıştan ve adaletten? Hele de aynı bestenin notalarını bilen kardeşine bile dönüp bakmazken nasıl yapabilir bunu?
Adaletsizlik ve zulüm karşısında göğüs kafesi daralırcasına ve boğazı sıkılırcasına acıyı hissetmeyen, çıkıp günlerce konuşsa neye yarar? Haksızlığın vuku bulması nasıl ki göğüs kafesinin daralmasıysa, bu haksızlığa susmak, kaburgaların kalbe batması hükmündedir.
Dünya barışı, her fırsatta dile getirilen ve en çok da sözünü edenlerin canını okuduğu bir olgu… Politikayı legalleşmiş yalan söyleme türü gibi kullanan, sokağın tavanı kadar güçlü olup gaddarlığı sokaklara sığmayanlar “barış” kelimesini adeta bir aksesuar gibi kullanıyor.
Bu dünyaya alışmak zor. Cahit Zarifoğlu’nun tabiriyle “yüreğimden böğürmek” istiyorum bazen. Bir an geliyor, uçsuz bucaksız okyanuslardaki ufacık bir balık gibi hissediyor insan kendini. Bir şeyleri değiştirme fikri ve cesareti aklına bile gelmiyor. Bazen de okyanusun kendisi olduğunu sanıyor. Çoluk çocuk demeden çıkarları uğruna canlara kıyanlara karşı, yalnızca hüzün güneşinde kavrulmakla kalmayıp harekete geçmek istiyor insan; kimi zaman bir ateşi söndürerek, kimi zaman da ateşten bir gömleği giyerek…
Bir bedendir dünya. Adaletiyle, merhametiyle, aşkıyla ve nefretiyle tek bir beden… Biz insanlarsa bu bedeni pusatlarla ve daha da beteri fesatlarla ağır bir hastalığa ittik, vücudu mahveden mikroplar gibi. Beyinlerin makine gibi işlediği fakat kalbi ölü bir dünya çıkıverdi ortaya. Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi “Kendinden olanı sev, ötekine saygı göster.” demek mi lazımdı, hep beraber?
Bu, uyanılmak istenmeyen bir rüyaydı. Şimdi bulanık rüyamdan uyanıp uykulu gözlerle dünyaya bakarken “Bu hiç adil değil!” diye bağırmak geliyor içimden, küçük bir çocuğun masumiyetiyle. Sonra aklıma insanoğlunun küçük çocuklara dahi acımadığı geliyor ve yeniden dalıyorum o bulanık rüyaya.
Not: Bu yazı, 2019 yılında Mavera Vakfı tarafından düzenlenen “Küresel Barış ve Adalet” konulu deneme yarışması kapsamında da yayımlanmıştır.
- Erken Gelen Deccâl - 25 Şubat 2022
- Dibe Çökmemiş Çay Edebiyatı - 7 Ekim 2021
- Bulanık Rüya - 23 Mayıs 2021