Yazar: 16:52 Öykü

Boş Kâse Taklitçisi

“Asgari ücretli işinden çıkmış, evine gidiyordu…” diye başladın hikayeye. Sonra bıraktın. Dönüp geriye baktın. 

Yeterince fukaralık hikayesi yazdım zaten, dedin, artık yazmayacağım. Artık satmayacak bu. Yeterince beslendim bundan! 

Sonra ilk kez bunu yüksek sesle de söyledin. Bu kuşkusuz gerçeği zihninin zindanından azâd ettin:

“Fukara olmadığım halde yeterince fukaralık hikayesi yazdım ve bu sahtekarlıktan yeterince faydalandım!”  

Odanın duvarları itirafınla kirlendi. Duvarlar, çerçeveler ve masan… 

Hepsi duydu. Şimdi hepsinde, ansızın yüzlerinde patlayan bir tokadın şaşkınlığı var. Ee, gerçek gümbürdeyerek gelir. Kapıyı çalmaz, bilirsin. 

Bu büyük itirafın ardından masayı tekrar sana masa olmaya nasıl ikna edeceksin? Ya da duvarları?.. Çerçeveler o kadar önemli değil. Hiçbir zaman sana ait olmadı zaten onlar. Hafifmeşreptiler hep. Sana oldukları gibi başkalarına da manzara olabilirler rahatlıkla. Fakat masa öyle değil. Biliyorsun. Ne çok fukaralık hikayesi uydurdun onun üzerinde. Ne yalanlarına sunak ettin onu. 

Ama şu an masayı düşünmüyorsun değil mi?

“Fukaralık hikayelerini bırakmalıyım. İnsanlar aptal değil, anlayacaklar!”  

İşte gerçeğin en sevdiğim yanı; itirafına devam ediyorsun. Çorap söküğü gerisi. O tapındığın kitapların sana veremeyeceği yegâne şey bu işte. Sana gerçeği anlatabilirler ama tattıramazlar.

Hayatının mutlak gerçeği, bendi yıkılmış bir barajın suları gibi çağlayarak odana doluyor. Az sonra boğulacaksın. 

Dilinin ucunda bir karıncalanma hissi. Pil yalamışsın gibi: Gerçeğin tadı. 

Bu arada haklısın, insanlar aptal değiller. Onlar sadece inanmak istiyorlar. Kendi yokluklarını; deha addedebilecekleri bir şahsiyetin, yüce bir ruhun, üstün bir yeteneğin de deneyimlemiş olduğuna, bu hemhalliğe inanmak istiyorlar. 

Senin çorbasızlığını okuyup kendi çorbasızlıklarını buluyorlar orada. Senin, dolu kâseleri fil dişi kulende nasıl höpürdettiğini bilmeden. Yazık!.. 

Boş kâse taklitçisi! demiştim bir gün sana. Sen de sinirlenip kafana bir tane patlatmıştın, beni susturmak için. İşe yaramayacağını bildiğin halde. 

“Ama inanmak zorunda değillerdi!” 

Hayır, inanmak zorundaydılar. İnsanlar bir şeylere inanarak, güvenerek ayakta kalıyorlar, senin aksine. Ki senin kaldırım müdavimliğin de buradan kaynaklanıyor zaten. İtikadın yok. Bu yüzden yerle yeksansın, hemzeminsin kendini bildiğinden beri. 

‘İki ayağı üzerinde durabilen, aklı olan sosyal canlı’ şeklinde tanımlanan gruba bu yüzden dahil olamıyorsun. Ve ne yazık, maymunlar bile bu tanımın en azından ilk kısmına uyabiliyorlar. 

Sen maymundan bile gelmiyorsun. Maymundan bile gelmiyorsun. 

Oysa ne çok isterdin değil mi bunu?..

Koşarak pencereyi açıyorsun, “Atalarım bonobolar için bir dakikalık saygı duruşu!..” diye haykırıyorsun. Caddeye bakıp selam duruyorsun sonra.

Elin yay gibi gergin, parmak uçların şakağına dayalı, senin ataların oldukları iddiası ile yeterince hakarete maruz kalmış olan o asil hayvanlara selam dururken, zamanı kimse dondurmuyor. O bir dakikayı sen donduruyorsun sadece. O bir dakika senin hayatın. 

Üzgünüm ama maymunlar senin atan değil. Atan yok senin; hatan var bolca. Bak buradan da güzel bir kafiye çıkar anca. Başka da bir halt olmaz. 

Atan/Hatan… 

Şiiri seviyorsun değil mi?..

Şiire benzeyen her şeyi sevdin. O uzun saçlı kızı da -neydi adı- sevmiştin. Şiire benziyordu. Fakat kafiyesi yoktu. Büyük şiirler gibi tarumar ediyordu bütün kuralları. Tüm bildiklerini ezip geçiyordu. 

Upuzun koyu kahve saçları vardı. Kuyu Saçlım diye sevmiştin onu; ensesinden beline uzanan, dalga dalga tılsım yayan o zehirli sarmaşığın sende uyandırdığı dipsizlik hissiyatına atfen. 

Ama sonra bir gün, sana yakışanı yapıp o kuyuya düşmekten vazgeçtin. 

Kalifiye yalanlar, uyduruk hikayeler ve boş kâse taklitleriyle dolu mağarana geri döndün. 

Sebatkâr davranabilseydin bu vazgeçişin bile onur veya ilke namına bir felsefeye dayandırılabilirdi. 

Ama ardından neyin geleceği belliydi işte. Evet. 

Sonunda, finali tahmin edilebilen bir film sıkıcılığı taşıyan hayatınla ikimizi de şaşırtmayarak sana asıl yakışanı yaptın: Vazgeçişinden de vazgeçtin.  

Hayatına bir kez olsun değen, dokunan hiçbir şeyin kökünü kazıyamamak gibi bir lanetin vardı. An geldi, tekrar düşmek istedin o kuyuya. Ama o saçları yeniden sana kuyu olmaya ikna edemedin. 

“Böyle olmayı ben seçmedim!” 

Hah! Baban meselesine de geldik demek. Ben de bu anı bekliyordum. Babanı suçlamak ritüeliyle sonlandırmayacağımız bir konuşmanın düşüncesi bile beni ürkütüyor(!) 

Tamam. Maymunları da kızı da kuyuyu da unut. Pencereyi kapat, geç otur yerine, konuşalım. 

Otur dedim ama sandalyeyi tekrar sana sandalye olmaya nasıl ikna edeceksin bilmiyorum. Çünkü başta yaptığın itirafı o da duydu. Sen o fukaralık hikayelerini uydururken, o hikayelerin kaynağı olan uzvunu rahat ettirmek için elinden geleni yaptı o sandalye. Her neyse, bu sizin aranızdaki bir mesele. 

Baban konusuna gelirsek… 

Bak, bunu konuşmuştuk. Artık onu suçlamaktan vazgeç. Bazı babalar dünyaya bir hikayeci armağan etmek için gelirler. Bir yalancı…

Baban üzerine düşeni yaptı; gri ve hastalıklı dünyasının ortasına ekti seni. Filizlendin. Babanın her çamuruna batıp çıktın. Ve sonunda ondan nefret ede ede onun yarattığı tek büyük eser olarak varlık buldun. 

Her kötü baba iyi bir hikayeci yaratır. 

“Hikayelerin babamla ilgisi yok! Bu benim ham huzursuzluğum! Benim tıynetim!” 

Güldürme beni. Konferansta falan değiliz, biz bize konuşuyoruz şurada. Hayranlıkla büyüyen gözleri, yarı açık ağızlarıyla seni dinleyen üniversiteli gençler yok. 

Sana dair tüm sebepler ve sonuçlar babanın eseri. Dediğim gibi, baban üzerine düşeni fazlasıyla yaptı. Tanrı ondan bir hikayeci istemişti; iyi bir yalancı. Baban da bizi yarattı. Aslında bir peygamber olduğu bile söylenebilir. 

Dargın sandalyende zoraki oturmuş dizlerine bakıyorsun. Anlaşılan pes ettin. Islaklığı hissediyorsun. 

“Islak… Neden?..”  

Çünkü itirafınla birlikte Gerçek’in berrak suları odaya dolmaya başladı. Sana söylemiştim, boğulacaksın. Gerçeklik şimdilik diz kapaklarında. Çok geçmeden boyunu aşacak. 

Kabullenişin yılgınlığıyla iyice çöküyorsun sandalyeye. Sonra masada, kağıdın üzerinde duran kalemine davranıyorsun. Ne o? Gitmeden son bir fukaralık hikayesi daha mı yazacaksın? Ha ama unutmadan söyleyeyim, önce kalemi yeniden sana kalem olmaya ikna etmelisin. Çünkü biliyorsun, o da duydu… 

Bu kez sahiden kapana kısıldın. Göbeğinde gerçekliğin ıslaklığını hissediyorsun. Fazla vaktin kalmadı. 

Kalemi elinde sıkıca tutuyor ve bakıyorsun. Ama yazacakmış gibi değil. Nihayet artık anlamaya başlıyorsun. Elinde tuttuğun şey, artık sana kalem değil bir silah olabilir ancak. 

Kalemin ucu sana bakıyor, avucunu yumruk yapıp havaya kaldırıyorsun. Her yanın titriyor. Islaklıktan mı korkudan mı çözemiyorsun. 

Gerçeklik göğsüne ulaşıyor. Sırılsıklamsın. Acele et! Boğularak ölmek büyük acı verir. 

Emektar ama dargın kaleminin ucuyla, suç ortağınla göz göze geliyorsun. Özür dilerim gibi bir şey çıkıyor ağzından. Kalem affediyor mu bilmiyorum. Aldatılmanın acısı taze henüz. 

Omuzların ıslanıyor. Hiç zamanın kalmadı. Yap artık şunu! 

“Yapacağım.” 

Kolay ve daha acısız. Hadi!.. 

Yapıyorum!..” 

Kolunu gerip, boş kâse taklitlerine vasıta kıldığın kalemi bir bıçak gibi boğazına saplıyorsun. Şah damarından fışkıran taklitçi kanın, Gerçek’in temiz sularına karışıyor. 

Dargın sandalyen seni terk ediyor. Gerçekliğin müşfik kollarına bırakıyorsun kendini.

Su; bedeninde ne kadar yalan, taklit, uydurma varsa bir an evvel tahliye edip ruhunu huzura kavuşturmak için kanın akışını hızlandırıyor. 

İşte bu düşeceğin son kuyuydu. Ve bu kez vazgeçme şansın yok. 

Elveda, Boş Kâse Taklitçisi. 

Serdar Yaşa
Latest posts by Serdar Yaşa (see all)
Visited 4 times, 1 visit(s) today
Close