Yazar: 19:00 Öykü

Bari

“Yemeğin üstüne bir şey alır mıydınız abicim?”

“Ben çay alırım.”

“Ben de.”

 “Ben varsa bir limonlu oralet rica edeyim.”

Çay kazanına doğru yaklaştı:

“Rıza abi iki çay, bir kırık işi, sarısından.”

Rica eden adamın şaşkın bakışları arasından hızlıca fırlandırdığı tepsideki çayları masaya bıraktı, arkadaşına kaş göz işareti yaparak kendini lokantanın kapısına attı. Gözünün önüne düşen kabarık sütlü kahve saçlarını eliyle geriye itti. Her sabah balıksırtı fönleyip spreylediği aslan yelesi saçlarının, gömleğinin yakasından taşan uç kısımlarını havalandırıp düzeltirken, sudan çıkmış bir kuş gibi çırpındı kafası. Ütüsü bozulmuş siyah kumaş pantolonunun belindeki kemeri oynatarak, içindeki gömleği düzeltti. Ateşlediği sigarasından bir nefes çekti, avucunun içine çevirdi. Tam önünden geçen mini etekli kızın arkasından boydan boya bir bakış atarken avucunun içindeki sigarasından derin bir nefes daha çekti.

“Analar neler doğurmuş be! Hey gözün kör olsun felek, şöyle bir tanesi de bize denk gelmez mi?” diyerek yanında onunla berber sigara tüttüren cılız oğlan sırıta sırıta dirseğiyle adamın kolunu dürttü.

“Denk gelse nolacak Selami abi, kız senle lokantada mı yaşayacak?”

“Hadi lan, puşt!”

Selami’nin cılız oğlanın suratına doğru ağzından fişek gibi fırlattığı balgamı, oğlanın çevik kafa hareketi sayesinde omuzlarını sıyırarak havada kayboldu. Sigarasının dibini görmeden hızlı hızlı bir iki nefes daha çektikten sonra yere attı, siyah sivri burunlu ayakkabısının topuğuyla üstünde yay çizerek ezdi. Ellerini ovuşturarak kalabalığa doğru öne çıktı, yakaladığını yaka paça içeriye atacak gibi bir havayla lokantayı işaret ederek bağırdı. “Hoş geldiniz efeniyim, üst katta da yerimiz var.”

Mavi çerçeveli, büyük camları olan lokantanın kapıdan girince hemen sağ tarafında başlayan yemeklerle dolu tezgâhı, rengârenk şekerlemelere koşan çocuklar gibi çağırıyordu herkesi. Her pazartesi çıkan kuru fasulye pilav, yuvarlak tepsilere havuç dilimi baklava edasıyla dizilmiş patlıcanlı kebaplar, haşlanmış tavuk butları, nar gibi kızarmış kanatlar, domates şapkalı biber dolmaları, yaprak sarmaları, salçalı köfteler, çeşit çeşit yemekler, her şeyin dümdüz olduğu bu lokantada, sade bir elbisenin yakasına tutturulmuş gösterişli bir broş gibi dikkat çekiyordu. Tezgâhın karşısındaki duvarda, Hacı amcanın siyah beyaz fotoğrafından başka, şu an lokantayı işleten iki oğlunun fotoğrafları ve bunların iki yanına sağlı sollu yapıştırılmış kocaman çiçek resimleri vardı. Artvin’in dağlarındandı bu çiçekler. Bu amca taa o zamanlar bile taşı toprağı altın olan İstanbul’da seyyar köftecilikle işe başlamıştı aslında. Tabi o zamanlar Allah bilir Bağcılar’ın adı bile konmamıştı daha. Adı gibi bağlık bahçelik bir yerdi belki de. Zamanla lokantaya çevirdikleri kuş uçmaz kervan geçmez bir yer olan bu dükkân, şu an oldukça işlek caddelerden birinin üstünde kalmıştı.

Yemek tezgâhının arkasında duran beyaz doktor önlüklü, kese kâğıdı şapkalı aşçı kocaman bir tencere içinde getirdiği ezogelin çorbasını önündeki kazana şelale gibi aktarırken ortalığa mis gibi nane kokusu yayıldı. Kokuyu duyan genç kız eliyle Selami’ye işaret etti.

“Ay çok güzel koktu, ezogelin çorbası da alayım, ama yarım olsun.” Selami’nin içi kıpırdadı gene.

“Tabi hanfendi,” derken incelmekten kırılan sesi duyulmamıştı adeta.

İki kardeş her hafta pazar dönüşü yemeğe geliyorlardı buraya. İki, üç sandalye de aldıkları öteberiler için çekiyorlardı masaya. Yemek üstü çaylarını yudumlarken, aldıklarına bakıyorlardı. Selami’nin aklı ermiyordu bir türlü. Her pazar bu kadar alışveriş yapılır mıydı hiç? Dikkatini çekmişti, ne renk bluz giyse o renk boyuyordu tırnaklarını. Her şeyin her renginden almıştı sanki. Bu kız evlense kocasını batırırdı alimallah. Ama gözleri çok güzeldi be! Kara kara kocaman. Yüzüne bakınca güller açardı insanın yüzünde. Aman, neyse işte. Kızın ona baktığı da yoktu ya! Yoksa var mıydı, ne demeye her hafta buraya yemek yemeye geliyordu ki? Of be, kendi kendine gelin güvey olmanın ne âlemi vardı şimdi. Sadece adını biliyordu: Rüya.

“Hişşt Selam, asmaya iki ilave musakka,” diye bağıran patronun sesiyle rüyadan uyandı Selami.

“Tamam abicim, geldim.”

“Mecit, sallanma oğlum sen de. Bak boşaldı üç numara, servise hazırlasana işte. Söyletme beni, senin bunları kendin görüp yapman lazım, hadi!”

“Arkasını toplasa yapacak da ona buna laf yetiştirmekten vakti kalmıyor paşamın.”

“Selam abi sen de pek alındın demin ki sözüme, şaka yaptık de işte.”  

“Bak hâlâ konuşuyor, onu değil Meco, şu yeşil bezi al. Müşterinin yanında temiz bezle sil dedik ya kaç kere. Bak dört numaranın da sürahisi boşalmış, onu da bir dolduruver.”

Çatal kaşık şıkırtılarının arasında devrilen günler toplanınca tam yirmi yıl etmişti. Yemek pişirme hariç lokantanın her işi Selami’den sorulurdu. Temizlikçi izinde mi? Selami yapar. Patronun işi varsa toptancıdan sebzeleri ve kuru bakliyatları getirtir. Kasaya bakar. Bulaşıkçı kadın işi bırakıp kaçtığında bulaşıkçılık yapmışlığı bile vardır yani. Öyle alelade bir garson değildir kendisi. Yıllarca pişen her yemekle o da pişmiştir yavaş yavaş, içini çeke çeke. Yemeğin lezzetini kokusundan bilir. Çok pişmiş, diri kalmış, acısı fazla…

Akşam herkesi evine savdıktan sonra dükkânı şöyle bir havalandırdı, tuzlukları doldurmayı unutan Mecit’e küfrü bastı, hepsini paşa paşa kendi doldurdu. Dökerken buğulanmasın diye içlerine üç beş pirinç tanesi atmayı unutmadı. Gri mikadan metal ayaklı masaları bir güzel sildi. Aynı malzemeden yapılma sandalyeleri düzeltti. Delikli ekmek sepetlerini tepeleme doldurarak masaların ortasına yerleştirdi, üzerlerini kumaş bezle kapattı. Verevine katladığı düz beyaz kâğıt peçeteleri kırlangıç şeklinde peçeteliklere dizdi. Kulağından tutup, bir çırpıda alınacak biçimde. Her masanın bir ucuna bunları da yerleştirdikten sonra, sürahileri de doldurup sabaha hazır etti.

Oldukça yüksek tavanlı olan dükkânın sonradan yapılan asma katındaki yatağının olduğu karanlık odaya çıkar çıkmaz tüyleri keçeleşmiş battaniyesini kıvırıp yatağa uzandı. Yattığı yerde bir kolunu alnına dayayıp gözlerini kapattı. Seviyordu bu lokantayı. Patronları da Selami’yi seviyorlardı. İş bitiriciliğiyle gözlerine girmişti tez zamanda. Müşteri tutmakta üstüne yoktu. Hani denize olta yerine Selami’yi sallasan avlanmadık balık bırakmazdı. Lokantanın kapısından geçip de Selami’nin ağına takılmayana madalya takmak lazımdı. Yani öyle bir hınzır, ikna edici tarafı vardı adamın. Dedesi getirip buraya teslim ettiğinde on dördündeydi. Yemek kokuları pek mutlu ederdi o gün bu gündür. Babası öldüğünde bir ara o kadar çok yokluk çekmişlerdi ki, annesi o zamanlar evde tencereye bir iki bir şey atıp karıştıracak olsa, yemek kokusu tüttü diye sevinir, heyecanla beklerlerdi kardeşleriyle. Şimdi bu kokuyu doya doya duyabiliyordu, hem de yirmi yıldan fazladır. Daha ne olsundu. Yediği önünde yemediği arkasındaydı arkasında olmasına da, artık bir evi barkı olmasın mıydı bütün insanlar gibi. Şöyle akşamları ayaklarını uzatıp televizyon seyrederken yanı başındaki sehpasına koyduğu çayını yudumladığı, yalın ayak yere basabildiği bir evi. Yirmi yıldır yatıp kalktığı, zamanla kendine oda kılığına büründürdüğü, aslı ardiye olan bu odanın bir köşesinde yığılı duran, şimdiye kadar varlıklarını hiç önemsemediği tuvalet kâğıtları, peçete kolileri, deterjanlar, kovalar artık gözüne batmaya başlamıştı. Biraz birikmişi vardı ama o da İstanbul gibi yerde bir şey değildi. O yüzden şöyle helal süt emmiş, aza kanat edecek bir kız bulsa ne iyi olacaktı. “Bir kız” diye aklından geçince tilki uykusunda ki gözleri uyandı. Doğruldu, yerdeki tokyoların tekini giyindi, yatağın altına kaçan öbür tekini eğilip aramayı canı istemedi. “Cehennemin dibine git emi,” diyerek söylendi. Sivri burun ayakkabılarını çevirdi, arkalarını içe kıvırarak üstüne bastı, iyice ezip yumuşattıktan sonra terlik niyetine ayağına geçirdi. Başucunda ki ahşaptan yapılma, dili artık tutmayan eski komodinin, paket lastiği ile yan tarafındaki çiviye tutturduğu nakışlı kapağını lastikten kurtardı. Kapağı açmasıyla beraber yatağın üstüne fırlayan lastiği düştüğü yerden aldı, oflaya puflaya komodinin üstüne koydu. Çoktandır sakladığı otuz beşlik rakıyı zulasından çıkardı, istasyonunu ayarladığı el radyosuyla beraber cam kenarındaki masalardan birine geçti. Gecenin karanlığında ışıldayan bomboş sokağı seyretti bir müddet. Rakısını doldurdu, suyunu ekledi. Çok sevdiği Ferdi Baba’sının Mutsuzluğu Bana Sor şarkısını açtı. İki parmağının ucuyla nazikçe tuttuğu ince uzun bardağı ağzına götürürken gümüş yüzüklü serçe parmağı iyice aralandı ve havaya kalktı.

“Adlarımız bile benzemiyor,” dedi kendi kendine. “Selami ve Rüya hahaha! Hay bu Selami adını koyana…”

Kızın pembe bluzunun yakasından beliren çatalı geldikçe aklına bir sıcaklık kapladı vücudunu. Hele o beline kadar dökülen siyah ipek saçlarını işveli işveli sırtına atışına ne demeli. Ya al al yanaklarından kuğu gibi uzun gerdanına doğru ellerini kibar kibar sallayıp o kiraz dudaklarından ince ince nefesini üfleyerek “Ay çok sıcak,” deyişi… Gözlerini kapattı, rakıyı dikti kafasına. Patron söz vermişti, evlenince beyaz eşyalarını hediye edecekti. “Bizim gibiler umduğunu değil anca bulduğunu yer,” diye mırıldandı kendi kendine, bir daha dikti bardağı kafasına. “Yarın Yozgat’a biletimi alayım da, anamın dediği şu kıza gidip bir bakayım bari,” dedi.

Editör: Enes Yılmaz

Pınar Kocabey
Latest posts by Pınar Kocabey (see all)
  • Bari - 31 Mayıs 2023
Visited 12 times, 1 visit(s) today
Close