Yazar: 19:54 Kitap İncelemesi, Roman

“Âşıklar Delidir ya da Yazı Tura” | İhtimaller ve Kader

Bu hızla solarsam dedim kendime, eve varamam.

Kitabı uzun sürede bitirdim. Okudum, düşündüm. Altını çizdim, tekrar düşündüm. Not aldım, tekrar okudum ve tekrar düşündüm. Bu tekrarlar silsilesi bir yandan okuma sürecimi uzatırken bir yandan da içimde bir şeyi çalkalayıp durdu. Yuvasına bir türlü erişemeyen manyetik top, kitabın sonunda “tık” diye düşüp yerleşti yerine. O topun ve içimdeki şeyin bir adı yok.

Zamanın ileriye akan bir çizgi değil giderek daha hızlı kaynayan bir kazan olduğunu görüyorum. Tüm hayatım, yaşadığım her şey kaynıyor bu kazanın içinde ve korkutucu olan şu ki, hızla buharlaşıyor.

Zamanın elle tutulamaz oluşunu, ölümü, aşkı, kaderi ve ihtimalleri yazıyor Ayfer Tunç kitabında. Hiçbir ayrım gözetmeksizin, havaya fırlatılan madeni paranın yazı ya da tura gelme ihtimalinin doğallığı kadar doğal bir şekilde Umut’u seçiyor annesinin bozuk genlerinden geçen hastalık. Sırf DNA’sındaki bir dizilim 36 değil de 41 diye. Abisini değil, Umut’u. Bu da ismiyle garip bir ironi oluşturuyor. Çoğu kişide isyan etmeye sebep olur böyle bir kader, fakat Umut için geçerli değil bu genelleme. O, ne kadar zamanının kaldığını hesaplıyor. İlk belirtiyi ne zaman gördüğünü, iki belirti arasındaki zaman farkını. Kendine üç belirti hakkı tanıyor. Annesine olduğu gibi, kaslarının bir hamur yığını haline gelmesine, beyninin pelteleşmesine, sesinin silinip gitmesine izin vermeden gitmeye karar veriyor.

Tutku mu acıya götürür insanı yoksa acılı insan bir tutku mu yaratır kendine? Kesin bir yargıya varmak zor. Umut, hayatının sonuna koşar adım giderken yolda Sanem’e rastlıyor. Aramadan bulunan şeye kıymet biçmek zordur; duygusuna isim bile veremeyecek kadar yoğun bir tutkuyla bağlanıyor yolda bulduğu Sanem’e. Elleri, sözleri ve hisleri buharlaşıp uçmadan var gücüyle Sanem’e yazıyor.

Aşk sende olan bir şeymiş, neymiş bilmiyorum, hiçbir şeye de benzetemiyorum. Bugün beyaz bir şey, insana yolunu kaybettiren hatta korkutan, boğucu bir sis gibi; yarın bir ses mesela, seninle birlikte yaşayan bir çınlama, rahatsız oluyorsun baştan, ama alışıyorsun, senin bir parçan oluyor.

Aşkın kendi varlığından gelen, iyileştirici bir gücü vardır ve kıyaslanacak olursa, aşkla geçen zamanın özgül ağırlığı, saatlerin gösterdiği zamanınkinden kat kat fazladır. Aşk zamanın yoğunluğunu arttırmaya muktedir olan tek kimyadır.

Süslü ve büyük aşk sözcükleri söylemiyorlar birbirlerine. Sözler vermiyorlar. “Seni seviyorum” demiyorlar. Bunlar yerine yaralarını görüyorlar. Kelimelere ihtiyaç duymadan konuşuyorlar. Aşka, aşk demenin yetmediği zaman gerçek değil midir aşk zaten?

Ayfer Tunç, yazmakta usta olduğu bir diğer mesele olan aile kavramını da müthiş bir gözlem gücüyle işliyor. Umut’un hastalığı ile çatısı kurulan kurgunun alt katmanları aile ilişkileri üzerinden şekilleniyor. Çocuklukları boyunca kendilerinden saklanan sırlarla yüzleşen iki kardeşin duyguları üzerinden perdeler çekilip kapılar kapatıldıktan sonra içeride kalanlar tarafından titizlikle korunan evin gizlerini okurken; anne-babaya duyulan koşulsuz güvenin nasıl yerle bir olabildiğini yine de ebeveynlerin iyi ve kötü gibi kesin çizgilerle ayrılamadığını, gölgelense de sevginin karanlıkta kalamadığını görüyoruz.

 Umut’un ağzından yazılan bu bölüm, kitabın yazı kısmı. Madeni paranın bir yüzü.

(Bir gül bir güldür bir güldür bir gül) Günlerdir bu dizeyi, şiirin içine gömülmüş, parantez içine alınmış bu sözcükler dizisini tekrarlayıp duruyorum. Onu sevmişler, gül gibi bakmışlar, üstüne titremişler, beni de sevdiler, ama şu papatya ne güzel gibi sevdiler, bana gül gibi bakmadılar, hatta benim onlara bakmamı istediler, istiyorlar, kendimi bildim bileli istiyorlar, bitmiyor istekleri, irili ufaklı, maddi manevi.

Sanem’in onu vaktinden önce öldürecek bir hastalığı yok ama o, Umut’la karşılaşmasa belki ondan önce ölürdü. Bazı yaralar, gen dizilimleri, hastalıklar ölüme sebep olabilir fakat bir insanın bedeni yaşarken ruhunun ölmesi ne büyük kayıp. Üstelik ruh öldürülmüş bile olsa suçlulara verilecek bir ceza yok. Oysa bedeni öldürmekten daha büyük bir suç varsa o da birinin ruhunu öldürmek. Sanem seviliyormuş gibi yapılıp aslında hiç sevilmeyerek henüz çocukken öldürülüyor. Önce ailesi sevmiyor, annesi onu düşürmek için didinirken Sanem var gücüyle yapışıyor rahme. Sonra sevdiği çocuk, Deniz sevmiyor. Onu da tutuyor var gücüyle. Gururu parçalanıp lime lime olana, artık duyabileceği tek bir his bile kalmayana dek. Sonra onun da rahmine Gülsün yapışıyor. Sanem annesi gibi söküp atmaya çalışmıyor Gülsün’ü, ama ailesi bu kez de Gülsün’ü söküp alıyor Sanem’den.  

Sen sevildiğini sanıyorsundur da yanılıyorsundur aslında, gözden çıkarılmamak için çırpınması gereken sensindir.

Sanem ailesinden kaçmak için New York’a yerleşiyor. Umut ise ailesini kıramayıp tedavi olmayı denemek için bir süreliğine New York’a geliyor. Hikâyeleri, tezgâhı pislikten yapış yapış olmuş bir barda başlıyor. Umut’un aksine Sanem’in sevilmemiş çocukluğu, ev arkadaşı Eda ile aralarındaki dostluk bağı, Umut’un ev sahibi alzheimer hastası Cathy ve çocukları üzerinden işlenen başka bir aile hikâyesi, hırslarıyla hayata tutunmaya çalışan patronu, madeni paranın diğer yüzünde, tura kısmında Sanem’in ağzından yazılıyor.

Umut, yetilerinin bir bir kaybolduğunu Sanem’e göstermemek için Türkiye’ye geri dönüyor. Sanem de yakıcı bir özlem ve yalnızlıkla aynı şekilde Umut’a yazmaya başlıyor. İki farklı kitap gibi okunabilecek iki kısım da kıyaslanamayacak kadar büyük acılardan oluşuyor. Bir şeyleri düzeltme çabası olmayan, olsa da sonucu değiştiremeyecek iki insanın birbirine tutulması. Nereden bakılsa acı, bir o kadar da büyük bir hikâye. Yaşama anlam katan, o güne kadarki tüm boşlukları dolduran acı bir tutku.

 Son gecemizi birlikte geçirmeyi ikimiz de istemedik. Dayanılmaz çünkü buna, acıyı katlamak taşımayı zorlaştırır, iki kişinin acı çekmesi bir artı birdir, iki kişinin birlikte acı çekmesi bir artı bir artı bir artı birdir, kendin için acı çekersin, ona baktıkça onun için de acı çekersin, kendi için acı çeker, sana baktıkça senin için de acı çeker. Ne ben razıydım bu dört çarpı bire ne de Umut.

Üçüncü ve son bölüm, “Her Şey Çok Çabuk Kayboluyor” Okuması da yazması da zor oldu benim için. Romanlarda pek aşina olmadığımız bir şekilde sıralı konuşmalardan oluşan bölüm, günümüz trajedisi, modern destanı sayılabilecek yoğunlukta ve etkisi silinmeyecek nitelikte. Son kez görüştüklerini bilerek ekrandan birbirlerine bakıyorlar. Sanem’in artık tahammül edemediği saçları ve Umut’un ona çok yakışan sakalları kesilmiş. Bir gün önce kaldıkları yerden devam ediyor gibi gündelik şeylerden konuşuyorlar. Yere birkaç damla kan düşüyor, içlerine de birkaç damla zehir gibi bir acı. Sanem son bir kelime duymak istiyor Umut’tan.

Ya’aburnee! diyor Umut. Duyup duymadığından hiçbir zaman emin olamayacak, gözlerini kapatıyor.

Beni sen göm, senden önce ölmek istiyorum çünkü seni kaybetmeye dayanamam.

Kitabın son cümlesiyle birlikte filme uyarlamasını izlemek için yoğun bir istek duydum. Umarım bu isteğim bir gün gerçek olur. Kitabı okumaya başlamadan önce Ayfer Tunç ile ilgili bulabildiğim her türlü kaynağa ulaşmaya çalıştım. Bir söyleşisinde en az satılan fakat kendisinin en sevdiği kitabının Aşıklar Delidir ya da Yazı Tura olduğunu söylemişti. Bu beni heyecanlandırmıştı ve heyecanlanmakta ne kadar haklı olduğumu gördüm. Gerçeğe, aşka, ölüme, ihtimallere böylesine dokunabildiği, aklındaki ve kalbindekileri biz okurlarından esirgemediği için kendisine bin teşekkür.

Can Yayınları, 2018

Visited 40 times, 1 visit(s) today
Close