Yazar: 18:00 İnceleme, Kitap İncelemesi

Anne Frank’ın Hatıra Defteri

“Günlük tutmak benim için tuhaf bir duygu. Yalnızca daha önce hiç yazmadığımdan değil. İleride ben de dahil hiç kimse on üç yaşında bir kızın aklından geçenlerle ilgilenmeyecekmiş gibi geliyor. Fakat aslında bunun hiçbir önemi yok, ben yazmak ve daha da önemlisi kalbimden geçen bir sürü şeyi ortaya dökmek istiyorum.”

Anne, Edith ve Otto Frank çiftinin küçük kızları olarak 12 Haziran 1929 yılında dünyaya geldi. Ailesi ile birlikte beş yaşına kadar Frankfurt’ta bir apartman dairesinde yaşadılar . 1933 yılında Nazilerin iktidara gelmesiyle birlikte Hollanda’ya kaçtılar. 1940 yılında Amsterdam Naziler tarafından işgal edildi ve 1942 yılında Yahudi aileler, işgal altında olan Polonya’da bulunan ölüm kamplarına sürülmeye başlandı. Yaşadıkları bölgede kaldıkları sürece kaçınılmaz olanın başlarına geleceğini bildikleri için bir plan yaptılar. Evlerinden ülke dışına kaçıyor izlenimi vererek Otto Frank’ın şirketinin arka tarafında bulunan gizli daireye taşındılar. Yanlarına dostları olan bir aileyi ve bir diş hekimini de alarak Anne’nın, “Arka Ev” diye bahsettiği Prinsengart Sokağı 263 numaralı ofisin arkasındaki gizli çatı katında tam iki yıl boyunca yaşadılar. Bu süreçte ofis çalışanları ve dostları kendi hayatlarını riske atarak onlara yardımcı oldu.

Anne Frank on üçüncü yaş gününde armağan edilen ve  kimsenin ilgilenmeyeceğini düşündüğü ama aksine tüm dünyayı ilgilendiren günlüğünü işte tam da Arka Ev’e taşındıkları sırada yazmaya başlıyor. Hatıra Defteri’nin başlarında; arkadaşlarından, aralarındaki çekişmelerden, o yaşlarda yaşanan masum hoşlantılardan bahsederken kısa zamanda eski hayatına, okul sıralarına dönebilme umudu taşıyor. Defter ilerledikçe bir kız çocuğunun büyümesine; duygusal iniş çıkışlarına, kendini tanımasına, öfkesine, sevgisine evriliyor konular. Dışarıdan hep neşeli ve umursamaz görünen Anne,  içindeki fırtınaları yaşından beklenmeyecek bir ustalıkla anlatırken, işgal sırasında yaşanan politik gelişmelerden de söz ediyor.

Ne yaparsam yapayım diğerlerini, gidenleri düşünmekten kendimi alamıyorum. Bir şeye güldüğüm zaman ürkerek hemen duruyor, neşemin utanç verici olduğunu düşünüyorum. Peki ama bütün gün ağlamalı mıyım? Hayır, bunu yapamam, bu iç sıkıntısı mutlaka bir gün geçecektir.”

Yaşadıkları küçük çatı katında koşullarının oldukça kötü olmasına rağmen ölüm kamplarına gönderilen binlerce insandan çok daha şanslı olduklarını idrak edecek kadar bilinçli bir kız Anne. Bu sebeple sık sık bunalımlar yaşasa da kendini oyalamanın yolunu buluyor. Mutsuzluğun ve umutsuzluğun ne içeridekilere ne de dışarıdakilere bir faydası olmadığının hep farkında.

Herkesin yaşadığı ergenlik yıllarını epey kalabalık bir ortamda ve pencereden bakacak kadar bile özgürlüğü olmadan geçirmek zorunda kalan Anne, ailesi ile olan ilişkisini sık sık gözden geçiriyor. Babasına daha büyük sevgi ve bağlılık duyarken, gerekli yakınlığı göremediği için annesine karşı genellikle öfkeli. Bu süreç yavaş yavaş annesine karşı duyarsızlaşmasına ve bir yerden sonra onu yok saymasına kadar gidiyor. Onu anlamadıklarını düşündüğü için günlüğünden başka kimseyle duygularını paylaşmıyor ve yaşadığı ağır bunalımı şu sözleriyle ifade ediyor:

“Bırakın gideyim, bütün bunlardan uzağa gideyim, hatta tercihen bu dünyadan çekip gideyim! Ama bunu yapamam, onlara çaresizliğimi gösteremem, ben de açtıkları yaralara bakmalarına izin veremem çünkü bana acımalarına, iyimser ve alaycı tavırla yaklaşmalarına dayanamam. Yoksa yine haykırmak, çığlık atmak zorunda kalırım!”

Anne, günlük boyunca onu hayatta tutan, heyecanlandıran, öfkelendiren her şeyden bahsediyor. Okula dönebilme umuduyla disiplinli bir şekilde sürekli çalışıyor. Dışarıdan yardım getiren dostları sayesinde kitap okuma imkanı da buluyor. Yapacak başka bir şeyinin olmayışı onu devamlı okumaya, düşünmeye ve yazmaya itiyor ve zaten derinlikli olan kişiliği zamanla katmanlanıyor.

2 Mart 1942 tarihli güncesinde sevgiden bahsediyor; “Sevgi… Sevgi nedir? Sanıyorum ki sevgi, sözcüklere sığmayan bir şey. Sevgi birini anlamak, onun varlığından mutlu olmak. Mutlulukları, mutsuzlukları onunla paylaşmak… Bedenen yaşanan sevgi de onun bir parçası, bir şeyler paylaşıyorsun, biraz veriyorsun ve biraz alıyorsun. Eğer, yaşamının geri kalan kısmında yanında birinin olacağını biliyorsan, seni anlayacağını ve onu hiç kimseyle paylaşman gerekmeyeceğini görüyorsan; o zaman evli olup olmaman, çocuğunun olup olmaması ya da namusunun gidip gitmemesi hiç önemli değil.”

Mutluluğun koşullardan bağımsız bir tercih meselesi olduğundan da sık sık söz ediyor.

Ben zengin, güzel, akıllı ya da zeki değilim ama mutluyum ve mutlu kalacağım! Mutlu bir doğaya sahibim, insanları seviyorum, şüpheci değilim ve kendimle birlikte herkesi mutlu görmeyi arzuluyorum.”

Bunu günümüzden seksen yıl kadar önce ve henüz on üç yaşındayken ifade edebiliyor oluşu, uzun yıllar yaşayabilseydi insanlığa kim bilir daha neler katacağı sorusunu akla getirmiyor mu?  

Saklanmak zorunda kalmadan önce doğanın o kadar da farkına varamadığını belirten Anne, yaşama arzusunu şu sözlerle ifade etmiş; “Dünyada açık bir pencereden doğayı seyretmek, kuşların ıslıklarını duymak, güneşin sıcaklığını yanağında hissetmek ve hoş bir gencin kollarında olmaktan daha güzel ne olabilir?”

Ev halkı içerisinde çaresizlikten sürekli tekrarlanan; “ne için, neden bu savaş, neden insanlar barış içinde yaşayamazlar?” gibi sorulara ise müthiş bir yorum getiriyor:

“Yerinde bir soru ama şimdiye kadar hiç kimse işe yarar bir yanıt bulamadı. Evet, neden İngiltere’de hep daha büyük uçaklar, daha ağır bombalar ve yeniden inşa edilebilir standart evler yapılıyor? Neden her gün savaş için milyonlar harcanıyor da sağlığa, sanata ve yoksullara bir sent bile yok? Neden dünyanın başka yerlerinde bolluktan yiyecekler çürürken bazı insanlar açlık çekiyor? Neden insanlar bu kadar deli? Savaşın sadece büyük adamlar, hükümetler ve kapitalistler tarafından yapıldığını sanmıyorum. Hayır, küçük adamlar da savaş yanlısı, yoksa bütün halklar çoktan ayaklanırdı! İnsanların içinde yıkma dürtüsü var; öldürmek, katletme ve öfkeli olmak var. Şayet tek bir istisna kalmayana dek tüm insanlar bir metamorfoz geçirmezlerse savaş devam eder. İnşa edilmiş, bakılmış ve büyütülmüş her şey kesilecek, yok edilecek ve sonra yine başa dönülecek.

Anne’nın günlüğünde sık sık bahsettiği bir diğer konu ise kadınlar. Kadınların ikinci plana atılmasından, gereken değeri görmemesinden ve edilgen yapıda kalmalarından oldukça şikayetçi olan Anne, kendisinin sadece kadınlara atfedilmiş görevlerle sınırlı kalmayacağını, bilime, sanata ve insanlığa katkıda bulunacak işler yapacağını söylüyor.

Kimliği belirsiz biri tarafından ihbar edildikleri 4 Ağustos 1944 tarihinden kısa bir süre önce şu sözleri ekliyor Anne hatıra defterine; “Benim içim yaşamımı ölüm, yoksulluk ve karmaşa üzerine kurmam olası değil. Dünyanın gün geçtikçe yavaş yavaş bir çöle çevrildiğini görüyorum, gittikçe yaklaşan ve bir gün bizi de öldürecek olan gök gürültüsünün giderek yükselen sesini duymaktayım. Milyonlarca insanın acısını içimde taşıyorum. Buna karşın gökyüzüne baktığımda, her şeyin iyiye döneceğini, bu barbarlıkların biteceğini, dünya düzenine huzur ve barışın yeniden egemen olacağını düşünüyorum. Bu geçici duraklama sürecinde, ileride gerçekleşmesi muhtemel olan bu görüşlerime sahip çıkmak zorundayım!

Gerçeklerin farkında olarak fakat bir gün bile umutsuzluğa kapılmadan kurtuluş günlerini bekledi Anne. 4 Ağustos günü onları almaya gelen SS subayı ise kurtuluş ihtimallerini ellerinden aldı. Arka Ev’de saklanan sekiz kişi ve onlara yardım eden Viktor Kugler’le Johannes Kleiman tutuklandı. Tutuklanan sekiz kişi, tek suçları Yahudi doğmak olan milyonlarca insan gibi önce Geçici Yahudi Kampı’na götürüldü ardından her biri farklı yerlere dağıtıldı. Anne ve ablası Margot, KZ Bergen-Belsen kampına sürülürken feci hijyen koşulları yüzünden tifoya yakalandılar ve kurtuluştan yalnızca birkaç hafta önce öldüler. Toplama kamplarına götürülen aileden yalnızca Otto Frank hayatta kaldı.

Anne Frank’ın günlüğü Arka Ev’de kaldıkları sürece kendilerine yardımcı olan büro çalışanı Miep Gies tarafından saklandı ve kamptan sağ kurtulan Otto Frank’a teslim edildi. Günlüğü okuyana dek kızının bunca derin düşünceye sahip olduğunu bilmediğini söyleyen babası, Anne’nın bir yetişkin olduğunda başarmayı umduğu şeyi yaparak günlüğü kitap haline getirdi ve yayınlattı. İlk basımı 1947 yılından bu yana milyonlar satan hatta birçok ülkede ders kitabı olarak okutulan bu kitap Anne’nın isteğini de yerine getirmiş oldu.

“Etrafımda yaşayıp da beni tanımayan insanlara faydalı olmak ve mutluluk vermek istiyorum. Öldükten sonra da yaşamaya devam etmek istiyorum.”

Anne Frank yazdıklarıyla tarihe çok yakından, küçücük bir çatı katından bakmamızı sağlıyor. Tarihin sayılardan ibaret olmadığını, ölen milyonlarca insanın birer hayatları olduğunu ve o hayatların zalimce ellerinden alındığını ‘’gerçekten’’ hissederken sayılarla ifade edilemeyecek, anlatmakla tariflenemeyecek bir acıya şahitlik ediyorsunuz.

Epsilon Yayınları’ndan çıkan Anne Frank’ın Hatıra Defteri’nin önsözünde Selim İleri’nin de bahsettiği gibi, belki mesele din veya millet değildir, insanın insana zulmünün bir türlü dinmemesidir.

Anne, öldükten sonra bile yaşamaya devam ediyor. Tam da umduğu gibi.

Anne Frank’ın yaktığı bu meşaleyle yolu aydınlanan insanlar görmek isterseniz, gerçek olaylardan uyarlanan Özgürlük Yazarları filmini izlemenizi öneririm.

Eğer Anne Frank ve toplama kampları hakkında daha fazla şey öğrenmek isterseniz de önerilerim şu şekilde:

*Anne Frank Prallel Stories – Belgesel

*Auschwitz’in Muhasebecisi – Belgesel

*Treblinka’nın Korkunç Ivan’ı – Belgesel

*Bunlar da mı İnsan (Primo Levi/Can Yayınları) – Kitap

Anne Frank’ı okuyup onun hakkında bilgi sahibi olduktan sonra, yaşamın büyük bir sorumluluğu beraberinde getirdiğini ve insan onuruna gölge düşürecek her duruma karşı çıkmanın zorunluluğunu idrak edeceksiniz. Sanırım bu idrakı yaşam hakları ellerinden alınmış tüm o çocuklara borçluyuz.

Visited 15 times, 1 visit(s) today
Close