Saçımı yapmaktan hiç hazzetmem ama, o gece için önce fön çektim baştan aşağıya, sonra jöleledim. Takım elbise giymek de âdetim değildir, ama o gece için takım elbisemi terziye ütületmiş, ayakkabımı sokağın başında her gün iş dönüşü bir umut, “Boyayalım abi,” diyen çocuğa boyatmıştım. Taksici Ertan Abi’yi aradığımda saat 19.00’a yaklaşıyordu. Düğünün başlangıç saati için 20.30 denilmişti. İzmir’in trafiğini de hesaba katınca, yetişmek için doğru çıkış saatini tutturmuş gibiydim. Biraz erken gitsem de olurdu, ne de olsa nikâh şahidi olacaktım.
Ertan Abi gelesiye bir sigara içimlik balkona çıktım. Sigara ve ateşin buluşma anını kirpiklerimde hissettiğim esnada tanıştığımız günler gözümün önünde belirdi. “Kurudu mu yeşermez artık”[i] denilen ağacı yeşil tutabilmeyi öyle böyle başarmıştık. Dile kolay, yirmi sene.
Çok karanlık günlerdi, laf olsun diye söylemiyorum. Pazarcık’a her gün bir cenaze geliyordu. Şehre gelen her cenazeyle birlikte Pazarcık biraz daha karışıyordu. Sağ sol davasından bakiye ayrılıklar, memleketin dört bir yanına giden gencecik cansız bedenlerle biraz daha derinleşiyordu. Öğretmenim karne almaya yakın babama, “Senin çocuk çalışkan Hasan Abi, burada kalırsa okumaz, üç beş seneye olaylara karışır, sonra yiter gider. Göçün buradan,” demişti. Ortaokula başlayacağım sene babam, Pazarcık’tan ayrılmamıza ve birçok akrabamızın yerleştiği Aydın’a taşınmamıza karar verdi.
Evimizin eşyalarını yüklediğimiz kamyon bizden bir gün evvel yola çıktı. Biz de ertesi gün otobüse bindik. İlk bindiğimiz otobüse aşinaydım. Pazarcık–Maraş arasını hep bu küçük, yarım otobüslerle giderdik ama yola bu otobüsle devam etmedik. Böylelikle bu yolculuğun diğerlerinden farklı olacağını idrak ettim. Maraş otogarına varınca o gün bana devasa büyüklükte görünen bir otobüse geçtik. Neden otobüs değiştirdiğimizi anlamamıştım, babam böyle karar verdiyse bir bildiği vardır diye düşündüm, bizim için hep en iyisini düşünürdü babam, bilirdik. Yola çıktık, Türkoğlu, Nurdağı, Adana derken önüme çıkan tabelaları tanıyamaz oldum. Uyumuşum.
Uyandığımda Nazilli otogarındaydık. Sonra Aydın yazan mavi tabelayı gördüm. Otogarda bizi, babamın amcasının oğlu olduğunu sonrasında öğreneceğim Haydar Amca karşıladı ve yeni evimize götürdü. Haydar Amcaların evi de üç sokak aşağıdaymış, hele bir yükümüzü yerleştirelim, sonra eşi yemeğe bekliyormuş. Yeni evimiz Pazarcık’taki evimizden çok farklıydı ya da bana öyle geldi o gün, bilmiyorum. Sokakta oynayan çocuklar da bana çok yabancıydı. Babamın iş bulması biraz zaman alabilirmiş. Onun için okullar kapanır kapanmaz gelmişiz. Babam, Haydar Amca gibi bir zeytinyağı fabrikasında iş bulana kadar Söke’ye pamuğa, Manisa’ya üzüme gidecekmiş gerekirse. Ama eni sonu bir fabrikaya kapağı atacakmış. Kimse Aydın gibi yerde boş kalmazmış. Öyle dedi Haydar Amca.
Dediği gibi de oldu. Babam mevsimlik işçi olarak çalıştığı o yazın ardından Germencik’te bir zeytinyağı fabrikasında iş buldu. Beni de ortaokula yazdırdılar. Yazdırdıkları okula karar verirken çok seçici davrandıklarını söylediler. Çünkü karnelerim çok iyiydi, deneme sınavlarında Kahramanmaraş il birinciliklerim vardı, öyle herhangi bir okula yollamak olmazdı, Aydın’ın en iyisiydi gideceğim ortaokul, öyle dedi Haydar Amca.
Okula başladığım ilk iki hafta hiç arkadaş edinemedim. Doğu’dan geldiğim için kimse arasına almıyordu beni. O zamanlar Doğu’dan gelenler biraz mimli oluyormuş, Haydar Amca öyle dedi ama pek aklım ermemişti duyduğumda. Pazarcık’ta da birbirimizden farklı olduğumuzu hissediyorduk ama sınıfa yansımıyordu bu durum. Aydın’da yansıyormuş. Sıra arkadaşım Meriç bile benimle zorunlu olmadıkça konuşmuyordu. Çok üzülüyordum. Mümkün olduğunca televizyonda duyduğum Türkçe gibi Türkçe konuşmalıymışım, Pazarcık’ta öğrendiğim Türkçeyi unutmalıymışım. Babaannemin Türkçe bilmediğini ise kimseyle paylaşmamam gerekiyormuş. Pek anlamadım vaziyeti ama tamam dedim. Halbuki Haydar Amca’ya, “Sanki onlar çok güzel Türkçe konuşuyor, sürekli gel gari git gari, yapıver gari, olupduru,” gibi anlamadığım kelimeler kullanıyorlar demek istemiştim. Yaşadığımın adına tanıyarak dışlama diyorlarmış. Çok sonra öğrendim.
Üçüncü hafta artık bıçak kemiğe dayanmıştı. Beden dersi için üstümüzü giyinirken birisi, “Sen biz giyindikten sonra giyin, sizin oralılar kokuyormuş,” deyince önce gözlüğümü çıkartıp sert bir şekilde yere attım, sonra üzerine saldırdım çocuğun. Gözümü karartmış, büyük bir kalabalığa karşı tek olacağım gerçeğini göze almıştım. Bana laf atan çocuğu karşıma aldığım esnada birkaç kişi benim üzerime yürümeye başlamıştı ki, köşeden birisi, “Yeter bu çocuğa ettiğiniz!” diye bağırdı. “Ne olacak Doğu’dan gelmişse, o da bizim gibi insan değil mi?” dedi. Bunu söyleyen çocuğun adı Ali’ydi.
Ali beni o hengameden kurtardıktan sonra birbirimizin en yakın arkadaşı olduk. Artık sınıfta Ali’nin yanında oturuyordum. Sabahları buluşuyor, okula beraber yürüyorduk. Okul çıkışlarıysa ya tenekelerden futbol topu yapanların maçlarına katılıyor ya da bulduğumuz diğer çocuklarla taso oynuyorduk. Bir gün tenekeyle oynadığımız maçlardan birisinde Ali’nin burnu kırıldı. Koşa koşa hastaneye gittik. Onun kanayan burnunu görünce kalemle yara açtım bileğimde. Kırılan burnu bizi kan kardeşi yapmıştı.
Ortaokulda tüm kızlar Ali’nin peşindeydi, sınıftaki en haşarı, en komik, en yakışıklı oğlan oydu. Sınıfın bütün kızlarının ona âşık olduğu konuşulurdu. Bense gözlüklü, iki gözü farklı yanlara kayan, çirkin bir çocuktum o zamanlar. Sırma adında sapsarı saçları olan, gözleri yağmur yeşili bir kız vardı sınıfımızda. Hani yağmur yağdıktan sonra yapraklara düşen yağmur taneleri yaprağın koyu yeşilini biraz açar ya, o renk Sırma’nın gözlerini andırıyordu ve ben, o rengin adını yağmur yeşili koymuştum. Ali Sırma’yı seviyordu, Sırma Ali’yi, bense Sırma’yı… Haliyle bana susmak düştü. Neşet Ertaş, Ahmet Kaya, Zeki Müren dinlerdik o yaşlarda bile. Yani, “Unutmam lazım çünkü sen arkadaşımın aşkısın,” gibi bir cümle dilimizden süzülemezdi bizim. Daha çağdaş çocukların cümleleriydi bunlar. Unutmak gerektiği idrak dahi edilemezdi bizde. Benim Ali’nin sevdiğini sevmem, unutulacak değil var olamayacak bir durumdu. Ve var olmadı. Ben sustum. Sırma Ali’ye kaldı. Lisede Sırma, Bornova Anadolu Lisesi’ni kazanıp Aydın’dan ayrıldığında, Ali ve Sırma da ayrıldı. Bense o zamana kadar bu günahımı çoktan tarihe gömmüştüm.
Ortaokul bitince Ali ile aynı liseyi kazandık. Orada trenimiz biraz raydan çıktı. Okulun zeki ve haylaz öğrencilerini yanımıza topladık. Ne kadar yaramazlık varsa Ali’yle benden çıkardı. Sigaraya beraber başladık. Okuldan Germencik’in deveci kahvelerine, İncirliova’daki deve güreşlerine beraber kaçtık. Pantolon içine sokulmayan gömlekler, yakası açık kravatlar hep bizdeydi. Kavgalara karıştık. Yine de babam, dışarı çıkacağım zaman sadece veli toplantısında tanıştığı hocanın oğlunun yanına gidince izin veriyordu.
Ali hasta Fenerbahçeliydi, ben ise Pazarcık’taki mahalle abilerinden öğrendiğim gibi Beşiktaşlı kalmıştım. Bir Fenerbahçe – Beşiktaş maçı için iddiaya girdik. Eğer Fenerbahçe yenerse ben, Beşiktaş yenerse Ali galip takımın formasını giyecekti. Maçı beraber izledik. 90.dakikada Sergen frikikten bir gol attı ve Fenerbahçe’yi 1-0 yendik. Ali kahveden Beşiktaş formasıyla çıkmak zorunda kaldı. Ertesi gün Beşiktaş formasıyla görünmekten utandığı için okula gelemedi.
Sakallarımız yeni uzamaya başlamıştı. Ben yeni devrimci olmuş, yeşil parkayı giymiş, sakallarımı uzatmaya başlayınca kendimi yakışıklı hissetmeye başlamıştım. Dört günlük sakalla okula girdim. Ali de tam aksi saçlarını uzatıyor, tarıyor, kendine bakıyordu. Öğretmenimiz Şenol Can, önce Ali’yi şu cümlelerle sınıftan attı. “Ali Bey, saçlar arkadan uzun, favoriler kabarık, klasik Tarık Akan tarzı. Git tıraş ol gel.” Tabi bana gelince, “Ne bu sakal?” dedi. Maçın intikamını almıştı işte. Sınıftan berbere giden yol birlikte geçti. Birer sigara yaktık. O zamanlar yanan sigaralar büyüme belirtisiydi.
Benimle uğraşmayı çok sever ve beni sinirlendirmeyi çok iyi bilirdi. Azıcık iddialaşacağım bir konu gördüğünde alabildiğine üstüme gelirdi. Bir gün, Zeki Müren’den Söyleyemem Derdimi şarkısını dinlerken sözlerde anlaşmazlığa düştük. Ben “İnleyen şu kalbimin sesini ağ yar duymasın diye,” diyor dedim. O, “Saçmalama oğlum ağ yar diye bir şey olur mu, o yardır diyor,” dedi. Sınıftaki herkesi de buna ikna etti. Haklılık ne fayda, bu sebepten bile beni tüm sınıfa güldürmeyi bildi.
Yolumuz üniversitede ayrıldı. Ben, Ali’nin babasının okuduğu Mülkiye’yi kazandım, elbette babasının yönlendirmesiyle. Onun yolculuğu ise İstanbul’a doğru oldu. Benim okuduğum okul komünist yuvasıydı. Ali, daha mütedeyyin bir çevreye girdi İstanbul’da. Ama Türkiye’yi ortadan ikiye bölen bu hal, Ali’yle beni bir gün dahi ayırmadı.
Evleneceğinden haberdardım elbette, ama nikâh şahidi olacağımı bilmiyordum. Geçen hafta aradı, “Senden başkasını bulamadım, yine kaldım sana,” dedi. Yirmi yıllık dostluğun nişanesi nikâhına şahitlik etmemmiş, öyle dedi. Sevindim, onurlandım hatta.
Balkonun ucundan Ertan Abi’nin öve öve bitiremediği yeni taksisini gördüğümde saat 19.15’ti. Sırma’yı aradım. On beş dakika sonra askeri lojmanların önünde olacağımı söyledim. Ali Sırma’yı düğününe davet edince, Sırma, ortaokuldan kimse düğüne gelecek mi, diye sormuş. Ali beni söylemiş, telefonumu vermiş. Bir gün okuldan çıkmış, metroya doğru yürüyordum ki telefonum çaldı. Normalde açmam bilmediğim numaraları ya, o gün açtım. Sırma’nın sesini hatırlamadım bile. “Tanımadın mı? Sırma ben, ortaokuldan,” deyince ancak çıkartabildim. Eşinin şehir dışında görevde olduğunu, düğünde ortaokuldan sadece ikimizin olacağını söyledi ve aynı masada oturmayı teklif etti. Sonra bir anlık dalgınlıkla el yükseltip düğüne beraber gidelim dedim, nerede oturduğunu sordum. Çok da uzak sayılmazdık. Akşamına evinin konumunu yolladı. Düğün günü saat 19.30’da evinin önünde olacağımı yazdım.
Kızı İpek’le birlikte taksiye bindiler. İpek’in yağmur yeşili gözleri, ona annesinden hediyeydi. Sırma’ya astsubay olan eşinin nerede görevde olduğunu telefonda soramamıştım, taksiye bindiğinde sordum. Pazarcık’taymış. Şu sıra çatışmalar şehirlere kadar inmiş, memleketin dört bir yanındaki askerler görevli olarak bölgeye sevk ediliyormuş, eşine de Pazarcık çıkmış. Eşinin sağlıkla dönmesini diledim.
Düğün salonuna tam vaktinde ulaştık. Nikâh merasimine geçene kadar bazen Sırma’yla sohbet ettim, bazen İpek’le oynadım. Vakit gelince sahneye davet edildim, nikâh memurunun, “Şahitlik ediyor musunuz?” sorusuna “Evet,” yanıtını verirken, Sırma’nın düğün fotoğrafçısının yanında beni fotoğrafladığını gördüm. Gözleri, aynı ortaokul günlerindeki gibi yağmur yeşiliydi. Biraz sonra nikâh defterindeki şahitlik kısmını imzalamamla birlikte, ortaokuldayken muhayyilemde Ali, Sırma ve kendimden oluşturduğum ve günahkârı olduğum aşk üçgeninde, yalnızlığın azat etmediği bir ben kalacaktım.
Editör: Hatice Akalın
[i] Nazım Hikmet, Yeni Şiirler (1951-1958), 24. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2023, s. 85.