Yazar: 18:48 Şiir

Rüzgâr

Sus. Suskun. Susmalı. Karşımda oturduğu sandalye suskundu, kendi gibi, olanlar gibi. Sakin bir rüzgâr çarpıyordu yanaklarıma. Zamanı ben belirlememiştim, ben belirlesem böyle susmazdı. Konuşmadı. Konuşmadık. Bekledim, bekledik, beklemeliydik. Rüzgâr hızlandı. Sert değildi, sağaltıcıydı. Yanımızda duran çiçek satıcısı kadın gülümsüyordu. Son paramla çay söylemiş olmasaydım, kırmızı bir gülün esrikliğine para yatırırdım. Hiç sevmezdim, hiç sevmezdik. Kim severdi. Kırmızı gül sevmek “itaatti”, aşkın otorite haline, ölümün ve kavganın rengine itaat. Yine de paramı vermekten çekinmezdim, istiyordum. Kendimi kendi silahımla vurmalıydım. Başka türlü ıslah olmazdım. 

“Susmaya devam edeceksen kalkmak istiyorum,” dedim fısıltıyla, yüzüme baktı. Bakışı, viraneydi. O hep viraneydi, önemsemedim. Tam o sırada biri saçlarımdan tuttu, çekti, gövdesine dayadı. Yumuşak karnında duruyordu kafam. Korkmadım, içim kıpırdadı. Sevinç gibi bir kıpırdanmaydı, oh bol bol dinlenirim artık, çok yoruldum zaten. Gözlerimi kapadım. Ağzımın bir bantla kapatılmasını bekliyordum. Sonra oturduğum sandalyeden kaldırılıp, etrafa gösterdikleri tabanca ile yardıma koşacakları korkutup, siyah, konforlu bir araba koltuğunda öldürüleceğim yere gitmeyi bekledim. Ayaklarımın altı terledi. Rüzgâr durdu. Sesler kesildi. Oturduğum sandalye kaydı, masa titremeye başladı, rüzgâr yine sert sert solumaya başladı. Şehrin burnundan duman çıkıyordu, is kokusu işledi beynime.  Gözlerimi açtım. 

Serhat yoktu, masa yoktu, ses yoktu, rüzgâr yoktu, şehir yoktu. 

Visited 17 times, 1 visit(s) today
Close