Bugün, asıl adı Abdülkadir Demirkan ya da Pirhasan olan Vedat Türkali’nin doğum günü. Vedat Türkali’nin asıl ismi Abdulkadir Demirkan’dır. İsminde yaşanan karışıklıklar kadar yoğun olmasa da, soyadının da maceralı bir geçmişi vardır. 1930’lu yıllarda soyadı kanunu çıkarılıp herkese bir soyadı seçmesi zorunluluğu getirilir. Ahmet Hakan’ın sunumunu gerçekleştirdiği İskele-Sancak isimli televizyon programında kendisine soyadı değişikliği mevzusu sorulduğunda, yazar bu konuyu şöyle izah etmektedir:
“Şimdi bir defa soyadı alındığı zaman Demirkan-Pirhasan değişikliği yıllar önce ben yeni yetişkin haldeydim. Yani iyi hatırlıyorum. Biz fukara bir aileyiz. Babacığım da uğraşamıyordu bu işlerle. Soyadı kanununun son günüydü. Yani o gün almazsanız, ceza ödeyeceksiniz. Bizim yakın bir dostumuz vardı. O da tahsildar Musa Efendi, belediyeye beraber gittik, isim aradık ne koyalım, diye. Orada Demirkan olması fikri söylendi, kimin aklına geldi bilmiyorum, biz de bu ismi koyduk. Sonra ben baktım ileriki yıllarda, Pirhasan yazıyor babamın, babam Ahlat’lı benim, Ahlat’ın Kale mahallesinden ve benim çok geniş ailem var orada… Ondan sonra onu Pirhasan yapma gereğini duydum. Pirhasan yaptık. Ve Abdulkadir Pirhasan oldum.”
Türkali’yi daha iyi tanımadan evvel öncelikle yazıya hepimizin bildiği şarkı olan ancak sözlerinin Vedat Türkali’ye yahut asıl adının Abdülkadir Demirkan ya da Pirhasan olduğu ve Onur Akın, Edip Akbayram tarafından da arkı olarak söylenen Bekle Bizi İstanbul’un hikâyesini Vedat Türkali’den öğrenelim:
“İstanbul, şiirini eşimin ve kızımın hasretiyle yazdım.” diyen Vedat Türkali ,‘İstanbul’ şiirinizde “sen ne güzelsin kavgamızın şehri” diyorsunuz, kavga devam ediyor. Sis şairine ithaf ettiğiniz bu şiirin hikâyesi ve sizin için önemi nedir? sorusuna karşı şu cevabı verir:
“Bu şiiri, eşim Merih Pirhasan için yazmıştım. İstanbul’da değildim. Eşim doğum yapmıştı. Deniz (Türkali) dünyaya geldi. İkisini de göremiyordum. O duygularla, hasretle yazdım. Daktilo bile etmemiştim. Sonra ‘Bir Gün Tek Başına’ da yer aldı. Besteleyip şarkı yaptılar. Marş haline geldi.”
İSTANBUL
Salkım salkım tan yelleri estiğinde
Mavi patiskaları yırtan gemilerinle
Uzaktan seni düşünürüm İstanbul
Binbir direkli Halicinde akşam
Adalarında bahar
Süleymaniyende güneş
Hey sen güzelsin kavgamızın şehri
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Bakışlarımda akşam karanlığın
Kulaklarımda sesin İstanbul
Ve uzaklardan
Ve uzaklardan seni düşündüğüm bugünlerde
Sen şimdi haramilerin elindesin İstanbul
…
Boşuna çekilmedi bunca acılar İstanbul
Bekle bizi
Büyük ve sakin Süleymaniyenle bekle
Parklarınla köprülerinle kulelerinle meydanlarınla
Mavi denizlerine yaslanmış
Beyaz tahta masalı kahvelerinle bekle
Ve bir kuruşa Yenihayat satan
Tophanenin karanlık sokaklarında
Koyunkoyuna yatan
Kirli çocuklarınla bekle bizi
Bekle zafer şarkılarıyla caddelerinden geçişimizi
Bekle dinamiti tarihin
Bekle yumruklarımız
Haramilerin saltanıtını yıksın
Bekle o günler gelsin İstanbul bekle
Sen bize layıksın
Kızı Deniz Türkali ve Torunu Zeynep Casalini
Vedat Türkali, lise son sınıfta tanıştığı Ayşe Merih Baykal ile 1942 yılında evlenir. Uzun bir birliktelikten sonra 1993 yılında boşanırsa da 2007 yılında tekrar evlenirler. Vedat Türkali’nin Ayşe Merih ile olan evliliğinden biri kız biri erkek olmak üzere iki çocuğu vardır: Deniz Türkali ve Barış Pirhasan. İlk çocuğu olan kızı Deniz 1944’te doğmuştur. Deniz Türkali, babasının müstear isminin soyadını kullanmayı tercih etmiştir. İlk evliliğini bir İtalyan şarkıcı olan Ernesto Casalini ile gerçekleştirir ve bir dönem yurt dışında yaşar; bu evlilikten Zeynep Casalini dünya gelir. İkinci evliliğini ise yönetmen Atıf Yılmaz ile gerçekleştirir.
Deniz Türkali’yi çok iyi biliyoruz. Onu nereden mi biliyoruz? “Fatmagül’ün Suçu Ne?” dizisinden elbette ve daha birçok diziden… Diziye aktarılan Fatmagül’ün Suçu Ne? adlı eser de Vedat Türkali’ye ait. Şarkıcı Zeynep Casalini’yi de bilmeyenimiz yoktur. Bu konuya da değinmemim de elbette bir nedeni var. Çünkü şarkıcı Zeynep Casalini de Deniz Türkali’nin kızı yani Vedat Türkali’nin torunu. Bu gösteriyor ki aslında Vedat Türkali’yi birçok yerden tanıyoruz aslında. Dolaylı yoldan olsa da şarkılardan, dizilerden…
Vedat Türkali, Ahmet Ümit’le gerçekleştirdiği bir mülakatta ailesindeki bu sanatkârlık yönü üzerinde dururken şöyle demektedir: “Bizim ev bir acayiptir, hani “soydan köçek” derler ya öyledir. Herkes ya şair ya şarkıcı ya da oyuncudur. Deniz’i, Barış’ı, torunum Zeynep Casalini’yi bilirsiniz. Barış’ın kızı Emine Pirhasan, Londra’da konserler veren iyi bir pop şarkıcısı, oğlu Yusuf Pirhasan gene Londra’da belgesel filmleri çeken usta bir sinemacı. Bir tek Zeynep’in kızı çıktı; Ceren, iç mimar olmak istiyor.”
Vedat Türkali Kimdir?
İkinci Dünya savaşının yarattığı kaotik tablo, Türk edebiyatında pek çok yazara ve tabi olarak esere yansır. “II. Dünya Savaşı’ndan bahseden hikâye ve romanların çoğunda Türk ekonomisinin perişan durumu; savaşla ortaya çıkan kıtlık, yoksulluk, sefalet ve bu durumdan insanların nasıl etkilendikleri işlenmiştir.” (Çılgın Sınar,2003: 31) Özellikle birçok hikâyeciyi, etkileyen bu sosyal mesele sadece yazarları değil, bunun yanında şairleri de aynı yönde etkileyen bir süreç olmuştur. Yaşanan bu olumsuz hadiselerin etkisi oluşturulan eserlerde çok farklı imgecilik anlayışını da beraberinde getirmiştir. 1940’lı yıllarda Türk toplumunun yaşadığı önemli tarihi süreçleri, yazarları bunalıma sürükleyen hadiseler haline gelmiş, değişimleri romanlarına, hikâyelerine yansıtan Toplumcu gerçekçi yazarlar bir bir bu sıkıntıyı işler hale gelmişlerdir. İşte bunlardan biri de Vedat Türkali’dir.
Vedat Türkali’nin ailesi Bitlis’in Ahlat ilçesindendir. Ailesinin kökeni hakkında anılarında “Babam, kimlik cüzdanındaki adıyla Pirhasan oğullarından Yusuf oğlu Osman, Ahlat’tan gelmiş.” demektedir. Ahlat’tan ayrıldığında çok genç olan Osman Bey gidip Samsun’a yerleşir ve bir daha da Ahlat’a dönmez. Ahlat’tan ayrılışının hikâyesi de şöyledir:
Osman Bey gençliğinde Batum’a maden ocağında çalışmaya gider ve bir süre çalışıp para biriktirerek geri döner. Ahlat’ta dul bir kadına âşık olur ve evlenmek ister, ancak, amcası izin vermeyince bu evlilik gerçekleşmez. Bunun üzerine Osman Bey Ahlat’tan ayrılır ve Samsun’a yerleşir. Samsun, o yıllarda küçük bir kasaba görünümündedir. Dinsel ve etnik açıdan çok renkli bir yerleşim yeridir. Hıristiyanlar ve Müslümanlar; Türkler, Lazlar, Kürtler, Terekemeler, Ermeniler bir arada yaşamaktadırlar. Osman Bey, Samsun’a yerleştikten bir süre sonra Eskici Mirza’nın kızı Melek Hanım ile evlenir. Nüfus kayıtlarına göre Melek Hanım’ın annesinin ismi Kezban, babasının ismi Merzi’dir. Vedat Türkali, annesinin ailesi ile ilgili şu bilgileri vermektedir:
“Annemin babası Kerkük’ten gelmiş bir Türk’müş; annemin annesi Keziban da Kavak’taki Akali Oğulları’ndanmış, derlerdi.” Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere her iki aile de göçmendir. Osman Bey’in Melek Hanım ile olan evliliğinden üç kız, bir erkek çocuğu olur. İstanbul İl Nüfus Müdürlüğü’nden alınan bilgilere göre ailenin dört çocuğu görünmektedir ve bunların arasında Yusuf yoktur. Dördüncü çocuk Abdulkadir (Vedat Türkali)’dir. Osman Bey, 1914 yılında başlayan 1. Dünya Savaşı nedeniyle eşini ve çocuklarını bırakıp harbe gider ve Vedat Türkali, kardeşleri bu kozmopolit ortamda dünyaya gelir.
Osman Bey askerden döndükten sonra, Samsun’da Seyitbilaller diye bilinen ve unculuk yapan bir ailenin yanında, hamalbaşı olarak çalışmaya başlar. Türkali’ye göre bunlar evvela yalnız un satıcısıyken, sonraki zamanlarda otomobil acenteciliği de yapmış bir ailedir. Çocukluğunun geçtiği Kökçüoğlu Mahallesi’ndeki, yemek yenen, yatılan, leğende banyo yapılan, konu-komşu ziyaretlerinde oturulan mekân tek odalı yer onların evleridir.
Ömrünün sonraki yıllarında, çocukluk ve gençliğinin bu çok kültürlü ve farklı etnik yapılardan oluşan, yoksul ama dayanışmacı ortamının etkileri olduğu, onun bilincinin, ideolojik duruşunun ve çizgisinin belirlenmesinde önemli bir etken olduğunu söylemek ve bunun izlerini anılarında bulmak mümkündür. Her ne kadar onu sol tarafın çizgisine koysak da aslında Vedat Türkali İslami bir terbiye altında geçirir çocukluğunu. Annesinin okuduğu dinî içerikli metinlerin yanında babası da dininde diyanetinde, ibadetinde bir insandır ve çocuklarını da dindar yetiştirmek için bütün otoritesini kullanır. Babasının ve ailesinin dine yaklaşımını şöyle aktarır:
“İlkokul ve ortaokul boyunca, okulda belletilenler doğrultusunda ateşli bir Kemalist’tim. Babam namazında, orucunda, yobaz denecek ölçüde Müslüman, Kemalist reformlara tiksinerek karşı çıkan, şeriat yanlısı biriydi. Tüm ailem, çevrem de öyle. Üç ablam da okuldan alınmış, okutulmamıştı. Nedeni yoksulluk kadar, okulda başlarını açıp yoldan çıkacakları korkusuydu. Herkes Kuran okuyordu evde. Özellikle cumhuriyet bayramlarında, ya da bir başka şenlik günü kente gezmeye gitmeleri için babamdan izin istendi mi alınacak yanıt belliydi: ‘Ne işleri var orda? Oturup Kuranlarını okusunlar evde!’ Bir ablam hafızdı; ben de Kuranı beş defa hatmetmişimdir.”
Kozmopolit bir ortamda büyüyecek olan Vedat Türkali ilk eğitim deneyimini bir “mahalle mektebi”nde geçirir. O yıllarda mahalle mektepleri kapatılmışsa da taşra kentlerinde bunların varlığına göz yumulduğu durumlar olmuştur. Gerçekte kurumsal olarak değil, gelenek olarak varlığını koruduğu söylenebilir. Türkali okula başlamadan önce mahallede Vasfiye Hocahanım isimli bir kadının yanına Kuran öğrenmesi için gönderilir. Vasfiye Hanım aynı zamanda, onun ablasına hafızlık çalıştırmaktadır. Bu kadının evi “mahalle mektebi” olarak işlev görmektedir.
Haşlanmış Bir Yumurta, Biraz Ekmek, Bir Peşkir
1919 yılında doğan Türkali, 1937 yılında liseden mezun olur. Onun okula başladığı bu yıllar, Cumhuriyet devrinin de çocukluk yıllarına denk gelmektedir ve o, savaşın göbeğinde doğmuştur. Yeni yönetim, kendi idealleri doğrultusunda bir toplum oluşturmak peşindedir ve eğitim sistemini de bu idealler doğrultusunda şekillendirmek amacındadır. Bu nedenle eğitime ve eğitim aracılığıyla yeni yönetime uygun nesillerin yetiştirilmesine ihtimam gösterilmektedir. Türkali’nin yaşamını araştırırken devrin bu hususiyetlerini görmenin de mümkün olduğu söylenebilir. İlkokulu Samsun’da, önceleri Dedeavlu Mahallesi, daha sonra Fazıl Kadı adını alan mahallede, okumaya başlamıştır. Okula başladığı günü unutmadığını söyleyen Türkali, annesinin bir incir sepetine haşlanmış bir yumurta, biraz ekmek, bir peşkir koyduğunu hatırlamaktadır.
On üç-on dört yaşlarındayken annesini hasta olduğu için hastaneye götürürler. Doktor, babasına hastanın şikâyetini sorar. Babası “Kan tükürdü”, der. “Doktor neresinden”, diye sorunca Osman Bey ne diyeceğini bilemez ve biraz cehaletten, biraz da mahcubiyetten, sessiz kalır. Sorusuna yanıt alamayan doktor köpürür adamın üstüne. Osman Bey iyice çekingenleşir. O sırada Vedat Türkali de babasının yanındadır ve bir yandan doktorun tavrından ötürü çok kızmaktadır, öte yanda ise korkmaktadır. Aslında Melek Hanım’ın rahminden kan gelmektedir. İstanbul’a götürülecektir. Tedavi görmek ve ücretsiz sağlık hizmetlerinden istifade etmek için doktorun sevk kâğıdı vermesi gerekmektedir. Hastaneye bu nedenle gelmişlerdir ve resmi kayıtlara göre de Melek Hanım 1932 yılında vefat etmiştir.
Annesinin de vefatıyla birlikte henüz ilk ve ortaokul yılları boyunca uzun tatil dönemlerinde mahallede haylazlık etmesin diye babası tarafından tanıdık işyerlerine çırak olarak verilir. Bunların arasında bakkal çıraklığı, tuhafiyeci yardımcılığı, karoser yapımcısı marangoz, kuyumcu çıraklığı yapması aklında kalanlardandır. Onun lise yıllarına dair hatırladıkları gerçek bir sefalet ve yoksulluk manzarasıdır. Şöyle der o yıllar için:
“Hiçbir sınıfta tastamam kitaplarım da olmadı. Çoğu kez bir defter, bir kalemle gidiyordum okula. Coşkucu bir abartma sanılmasın; çamurlu mezarlıklar arasından, “boklu dere”den geçip Acem Mahallesi-Unkapanı’ndan, kentin öte ucunda, Çiftlik’teki liseye gitmek, hele o yıllar kışları hiç eksik olmayan karlı havalarda işkenceydi. Pabuçlarımın altı delik olurdu çoğunda; karton, mukavva kordum tabanlarına. Ayakkabıma dolan karlı, çamurlu sular içinde buz keserdi ayaklarım. Kışın gelişini beklerken içim titrerdi.” Zira okul ile ev arasındaki mesafe çok fazladır ve öğlen arasında eve yemeğe gelip derslerine vaktinde yetişmesinin imkânı yoktur. Bu nedenle babasının verdiği on kuruşa aldığı ekmek, peynir ve tahin helvası bütün lise hayatının öğlen yemeği menüsüdür.
Ayşe Merih Baykal ve İstanbul
Vedat Türkali’nin lise yıllarıyla alâkalı aktarılması gereken önemli noktalardan biri de, ileride kendisiyle evleneceği Ayşe Merih Baykal ile bu dönemde tanışmasıdır. Ayşe Merih Baykal, o yıllarda İstanbul Erenköy Kız Lisesi’nde okumaktadır. Ancak lisenin son senesinde kaydı Samsun Lisesine alınır. Babası o yıllarda Samsun’da doktordur. Vedat Türkali de o yıl lisenin son sınıfındadır. Ayşe Merih Baykal ile tanışmalarını şöyle aktarır:
“Yaşamımda iz bırakan bir olay başladı lise son sınıfta. Erenköy Kız Lisesi’nde okuyan Merih geldi bizim sınıfa. Karışık eğitime başlamıştı lise. İki kızdılar bizim sınıfta. Merih’i görür görmez, taşralı bir şair delikanlı olarak çarpılıverdim. Konuşmalarımız başlayınca daha da çarpıldım, şiire düşkündü o da; yazıyordu da! “Hangi şairleri seversiniz?”le başladık! Faruk Nafiz’den söz etmesi tersti biraz ya, ona gerçek şiiri göstermenin ayrı bir çekici üstünlük yanı da yok değildi hani! Ahmet Muhip’in ünlü “Serenat” şiirini yazıp verdim.”
Edebiyat merakıyla başlayan bu arkadaşlık bir aşka dönüşür. Bu arada Vedat Türkali’de yavaş yavaş filizlenmeye başlayan komünist düşüncenin bu arkadaşlık ilişkisi sayesinde Ayşe Merih Baykal’a da ulaştığını söylemek gerekir. Arkadaşı Komünist Memet aracılığıyla öğrendiği komünist fikirleri, Sefer Aytekin’in önerdiği kitaplarla ilerletmektedir. Zamanla bu fikirlerini Ayşe Merih’e de açar ve onun da kendisiyle benzer fikirleri paylaşması arkadaşlıklarını daha da sağlamlaştıracaktır.
Yaşadığı bütün maddi yokluklara ve bu gibi fikirlere rağmen liseden başarıyla mezun olan Türkali, liseden beri üniversitede edebiyat okumanın hayalini kurmaktadır. Bunda şiir yazması kadar hocalarının yönlendirmesinin de tesiri vardır. Bu nedenle, 1937 yılında bitiren Vedat Türkali, aynı yılın sonbaharında üniversiteye kayıt yaptırmak için İstanbul’a gider. Bunun üzerine Yüksek Öğretmen Okulu sınavlarına girer. Sınava yirmi kişi girmiştir, ancak sadece iki kişinin alınacağı sınavın sonucunda dördüncü olarak dışarıda kalır. Ayşe Merih Baykal da İstanbul’dadır ve Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne yazılmıştır. Vedat Türkali Samsun’a dönmek istemez. Çünkü üniversitede okumak istemesinin yanında Ayşe Merih Baykal’dan da ayrılmak istememektedir. Samsun Lisesinin son sınıfında başlayan arkadaşlıkları bir aşk ilişkisine dönüşmüştür ve ikili daha üniversiteye başlamadan, ileride evlenme kararı vermişlerdir. Samsun’a dönmek istemeyen Vedat Türkali, bu nedenle arayış içindedir ve bir tesadüf eseri askeri öğrenci alımından haberdar olur. Bu tesadüfler, onun İstanbul’dan ve Merih Baykal’dan ayrılmasına izin vermez ve sevdiği insanla beraber İstanbul’da kalması için önünde bir kapı aralar. Böylece Türkali’nin İstanbul macerası ve beş sürecek olan üniversite öğrenimi başlamış olur.
Vedat Türkali’nin üniversite öğrencisi olduğu yıllarda Cahit Külebi, Behçet Necatigil, Yusuf Atılgan gibi simalar ile tanışma, görüşüp konuşma imkânı bulur ki, bu isimler ilerleyen yıllarda Türk edebiyatında adından söz edilen ünlü edebiyatçılar olacaktır. Ayrıca devrin ünlü pek çok edebiyatçısıyla tanışma, birçok kültürel ve sanatsal etkinliği takip etme imkânına kavuşmuştur. Aynı zamanda sol hareket içinde yer alan Mihri Belli, Sevim Tarı (Belli), Dr. Şefik Hüsnü, Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Reşat Fuat Baraner gibi çok sayıda isimle de tanışma ve birlikte çalışma fırsatı bulmuştur. Bir yandan Ayşe Merih Baykal ile daha rahatça gezip tozabilmekte, vakit geçirebilmektedirler. Dolayısıyla İstanbul, pek çok yönüyle Vedat Türkali için önemli bir konumdadır denilebilir ve yazdığı şiirlerin başat temasının İstanbul olması tabii olarak görülebilir. Üniversitede okuduğu bölümün normal eğitim süresi dört yıl olsa da Vedat Türkali 1937 yılında kaydını yaptırmış, 1942 yılında mezun olmuştur. Kendisi bilinçli olarak okulu bir yıl uzattığını belirtmektedir. Bunda hem İstanbul’dan ayrılmak istememesi hem de Ayşe Merih Baykal’ın İstanbul’da olması etkili olmuştur ve bu birliktelik 1942 yılında evlilikle taçlanır. Yukarıda da bahsedildiği üzere Vedat Türkali’nin Ayşe Merih Hanım ile evliliğinden biri kız, biri erkek iki çocukları olur. Çocuklarının evliliklerinden de çok sayıda torunları olur. Bu geniş ailenin en çok dikkat çeken özelliğinin ise neredeyse ailenin bütün fertlerinin çeşitli sanat dallarına yönelmeleri ve sanatsal çalışmalarda yer almaları olduğu söylenebilir.
Sinemayla ve Komünizmle Bir Ömür
Vedat Türkali, 1942 yılında mezun olup altı aylık bir devreden sonra Akşehir’deki öğretmenlik vazifesine başlar. 1951’de tutuklanır. Ekim 1954’te karar kesinleşince de memuriyetten atılır. 1943-1951 arası aktif olarak çalışmıştır. Cezası kesinleştiğinde ise kamu kurumunda çalışması yasaklanmıştır. Politik faaliyetleri nedeniyle tutuklanan Vedat Türkali, 1958’de şartlı olarak tahliye edildikten sonra, kendisini tamamen sanatsal faaliyetlere, özellikle sinemaya verir. Aslında o, küçük yaşlardan beri sinema tutkulusudur. Hayaller kurmaktadır ve uzun yıllar sinema onun için bir hayalden ibarettir. Çok sevmesine, kendisi gibi sinemayla ilgili arkadaşlarıyla hayalleri, planları olmasına rağmen, gerçekte bu alanda çalışacağına hiç ihtimal vermemiştir. Ancak hapislik ve memuriyetten men edilmesi onu arayışa sevk ederken sinemada çalışmaya karar verir ve bu doğrultuda kendisini eğitmeye ve donatmaya çalışır.
29 Ağustos 2016
Buraya kadar Vedat Türkali’nin yaşamına baktığımızda maceralı hayatı kadar ismi ve soyadının da bazı sıkıntılı aşamalar kat ettiği görülmektedir. Önce isim ve soyadının yanlış yazılması,1951’de hakkında açılan davalar ve tutuklamalar, 1960’lı yıllardan itibaren sanatsal faaliyetlerini sinemaya yöneltmesi onun yaşamına farklı bir boyut kazandırır. 29 Ağustos 2016 tarihine gelindiğinde tedavi gördüğü Yalova Devlet Hastahanesi’nde vefat eder. Bu hastanede çalışan ve yazarın tedavisiyle ilgilenen doktorlardan biri olan Özgür Akın Oto bir televizyon programına verdiği demeçte Türkali’nin çoklu organ yetmezliğini nedeniyle hayatını kaybettiğini ifade etmiştir. Doktorun verdiği bilgiye göre yazar, vefatından iki gün kadar önce idrar yolu enfeksiyonu ve böbrek yetmezliği öntanısıyla Yalova Devlet Hastahanesi’nde tedavi altına alınır. Ancak, 29 Ağustos sabah saat altı civarında uykusunda vefat eder.
Vedat Türkali’nin sanatçı yönü, ortaokul yıllarından itibaren ön planda olmuştur. Lise yıllarında başlayan şiir ve edebiyat sevdası, ardından sinema merakı, tiyatro yazarlığı ve romancılığı doksan yedi yıllık ömrünün seyrini belirlemiştir. Denilebilir ki o, sanatsal üretimiyle hayatını renklendirmeye, yaşadıklarını sanatsal verimlerine nakşetmeye, sanatsal verimleriyle ölümsüzlüğü yakalamaya çalışmıştır. Bilhassa politikaya daha aktif katıldığı İstanbul yıllarında tutuklanmasından sonra, politikanın peşinden sürüklenen hayatını sanatın gölgesinde dinlendirmeye, sanatın hayatında birincil planda olmasına gayret etmiştir. Ancak bunu yaparken de politik çizgisini inkâr etmesi yahut ondan dönmesi söz konusu değildir; o yaşamında doğru bildiği her ne varsa daima ona sadık kalmamıştır ve ondan vazgeçmemiştir. Aslına sadık kalmayı tercih eden Vedat Türkali’yi 102. yaş gününde bir kez daha anıyor ve bizlere bıraktığı eşsiz eserler için kendisine minnet duyuyoruz.
- Cumhuriyet İdeolojisinin Savunucusu Adalet Ağaoğlu: “Ölmeye Yatmak” - 24 Aralık 2022
- Mahir Ünsal Eriş’in “Kara Yarısı” Diğer Yarısı Alın Yazgısı - 7 Eylül 2022
- Ömer Hayyam Ne Odur Ne Budur! - 23 Ağustos 2022