İnsanlık tarihi binlerce kanlı savaşı barındırmaktadır. İnsanlığın tüm gelişim aşamalarında ve tarihsel dönemlerde savaş olgusu her zaman varolmuş; insanlığın entelektüel ve maddi gelişimi, Sanayi Devrimi ile hız kazanan kapitalist üretim ilişkileri, oluşan nitelikli teknoloji sayesinde savaş korkunç yıkıcı bir unsur olarak tüm dünyayı etkilemiştir. Kuşkusuz, 20. yüzyılda yaşanan iki büyük dünya savaşı sözü edilen yıkıcılığın en üst seviyedeki örnekleri olmuştur. Aydınlanma çağının akla verdiği değer, bilgiye ithaf ettiği önem özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın insan etiyle yoğrulmuş kanlı cephelerinde tarumar olmuş insanlık, korkunç bir karamsar düşünce kalıplarının içinde kendini bulmuştur.
Fransız yazar Henri Barbusse, Birinci Dünya Savaşı’na er rütbesiyle katılmıştır. Savaşın vahşetini, insanların üstündeki ölçüsüz yıkımını, kitlelerin milliyetçi sloganlarla ölüme yollandığı kanlı cephelerin gerçek yüzünü, savaştan kâr edinen fırsatçıları, hamasetle kitleleri ayan beyan yalan söyleyen politikacıları eserlerinde işleyen Barbusse, Aydınlık isimli romanında, Fransız milliyetçiliğinin beslediği savaş çığırtkanlığının yıkıcılığını romanın ana karakteri Simon etrafında anlatmaktadır.
Simon bir fabrikada çalışan küçük burjuva memurdur. Yirmili yaşlarının ortalarında olan Simon, küçük bir kasabada halasıyla beraber yaşamaktadır. Oldukça sıradan bir hayat yaşayan Simon’un ev, fabrika ve pazar günlerindeki kır gezilerinden başka bir meşgalesi bulunmamaktadır. Ufak tefek gönül ilişkileri de olan Simon, günlerden bir gün Marie ismindeki genç kıza âşık olur. Marie ile evlenen Simon için işler ilk başta harika gider. Marie’ye duyduğu tutkulu aşk onu mutluluktan göklere çıkartmakta, aşkın içkinliğini ruhunda olanca coşkusuyla hissetmekte ve âdeta Marie’nin aşkıyla nefes almaktadır. Ancak Avrupa’yı sarsan savaş iklimi kısa bir süre sonra Simon’un da dünyasına adımını atacaktır, gelecektir. Fransa seferberlik ilan eder, Simon da er rütbesiyle orduya katılır. Sıcak çatışmaların içinde bizzat bulunan Simon ağır yaralanır. Hastanede aylarca tedavi görür ve malulen terhis edilir. Psikolojik ve fizyolojik olarak çökmüş bir şekilde kasabasına gelen Simon için artık dünya savaş öncesi dünya değildir. Kasabadaki insanlar, insanların inandıkları değerler, yaşam tarzları, politik ve apolitik tüm söylemler artık Simon için birer hesaplaşma cephesidir. Büyük bir aydınlanma yaşayan Simon, küçük burjuva değer yargılarıyla hesaplaşır, savaşın ona getirdiği aydınlanma yolculuğunda gerçeklerin devrimci karakteriyle yüz yüze gelir. Simon artık antimilitarist, politikanın durmaksızın krallar yaratan ve kitleleri kandıran bir yalan olduğuna inanan, din kurumunu ve din görevlilerini tutumlarını şiddetle eleştiren bir entelektüeldir. Roman da Simon’un bu bilgeliğiyle sona erer.
Aydınlık oldukça kuvvetli savaş karşıtı bir roman. Milliyetçiliğin kitleleri birer savaş makinesine dönüştürdüğünü, insanların işledikleri cinayetlere kahramanlık etiketi yapıştırdığını, kof ve bulanık umutları popülist politik yalanlarla beraber pazarladığını, romanda okur kimi zaman çok net ancak rahatsız edici savaş sahneleriyle deneyimlemekte.
Seferberliğin ilanından sonraki ilk günlerde Simon “Nereye baksak, gitgide artan bir kargaşalık görüyorduk. Büyük bir serinkanlılıkla uygulanan, fakat gerçekte alabildiğine girift ve zincirleme tedbirler; eskilerin üzerine yapıştırılan yeni propaganda afişler, çeşitli yerlerin askeri hizmete ayrılması, hayvanların askerleştirilmesi, iyi yürekli ve soylu hemşirelerle subayları taşıyan otomobillerin uğultulu rüzgarları, allak bullak hale gelen insan yaşantıları, ortadan ikiye bölünen, âdeta bir bıçak darbesiyle boğazlanan alışkanlıklarımız. Ama her şeye rağmen umutluyduk, tasalı yüreklerimizin pasını bu umutla siliyor, içimizdeki boşluğu bu umutla dolduruyorduk. Askeri düzenin dakikliğine, şaşmazlığına hepimiz hayrandık ve Fransa’nın gerçekten hazırlandığına inanıyorduk,” cümleleriyle düşüncelerini ve duygularını paylaşıyor okurla. Bu cümlelerde çok net bir kafa karışıklığının, belirsizliğin insana verdiği endişenin, bulanık umutların izdüşümünü bulmak okur için oldukça kolay bir durum.
Savaşın asıl suçlularının aslında bizzat savaşanların olmadığını, askerlerden ziyade asıl suçlunun ülkelerin yönetimini ellerinde bulunduran egemen sınıfların olduğunu Simon’un anlatımıyla deneyimliyor okur.
“Yakına gelince, bir nöbetçinin üç Alman esirinin başında beklediğini fark ediyoruz. (…) Ne diyor? diye soruyor bizimkiler, çavuş Müller’e bakıyorlar merakla. Savaşın suçlusu biz değiliz, yukarıdakiler, diyorlar.”
Savaşan kitleler aslında birbirlerine oldukça benzemektedir. Çoğu emekçi, zanaatkar, memur ve orta ve dar gelirli halk yığınlarıdır bu askerler; siperlerde sevgilisinin resmine son kez bakarak taarruz emrini yerine getiren isimsiz mağdurlardır. Simon bu gerçeği “Birbirlerini boğazlayan insanların farklarını, karşıtlıklarını arıyorum, fakat sonunda birbirlerinden farksız olduklarını ve birbirlerine şaşılacak derecede benzediklerini görüyorum. Boğulacak gibi oluyorum, bağırmaya çalışıyorum, dudaklarımdan tuhaf, anlaşılmaz sesler dökülüyor.” cümleleriyle okurla paylaşıyor. Askerler üniformalarına hapsedilmiş, tek tipleştirilmiş, egemenlerin şekillendirdiği esirlere dönüşmektedir savaşın bu yıkıcı ikliminde. Simon’a göre asıl trajik olan nokta ise savaşta ölen ve sakat kalan insanların eşleri ,çocukları “kavganın gerçek nedenini çok sonra öğrenecekler; savaşın uluslar arasında değil, hükmedenler arasında kanlı bir hesaplaşma olduğunu uzun zaman bilmeyecekler.” diyerek dile getiriyor.
Milliyetçilik, savaş jargonunu oluştururken dini değerleri ve din adamlarını da akıllıca kullanmasını bilmiştir. Savaşa kutsal bir misyon biçilmiş, ‘göklerdeki’ kutsanmış yaşamın kişiye verilmiş asıl hediye olduğu düşüncesi insanların ruhlarına ve yüreklerine aşılanmaya çalışılmıştır. Simon bu küçük burjuva değerleriyle de hesaplaşırken “Tanrı’nın varlığını doğrulayan tek şey O’nun varlığına duyduğumuz ihtiyaçtır. Eksikliğini hissettiğimiz her şeye verdiğimiz isimdir Tanrı. Belirli bir varlık değil, göklere savurduğumuz hayallerimiz, dualarımızdır, O.” sözleriyle de okurun ilgisini yukarıda sözü edilen noktaya çekiyor. Din adamlarının makyajlı ve süslü konuşmalarının aslında içi kof bir tirad olduğunu düşünen Simon, cephede hiçbir rahip görmediğini öfkeli bir şekilde okurla paylaşıyor.
Kuşkusuz Aydınlık ezberbozan bir roman. Özellikle militer hassasiyetleri yüksek olan toplumlar için ciddi bir meydan okuma. Ölümün asker kamuflajında kutsanan topraklarda savaşın her türlüsüne karşı durmak, savaşın yıkıcılığını inançla savunmak, anti-militarist bir hayat görüşüyle mücadele vermek, yalnızca cesur bir entelektüelin başarabileceği bir konu. Henri Barbusse omurgalı, cesur, adanmış bir entelektüel olarak özgür duruşunu bozmaksızın savaş karşıtlığını harika bir kurgu ve akışla romanlaştırmış ve okurla buluşturmuş.
Dünyanın çoğu yerinden gelen patlama seslerinin, saldırı alarmı veren sirenlerin, babasız kalan çocuklarının göz yaşının eksik olmadığı bu dönemde, Aydınlık tüm insanlık için ufuk açan şaheser bir roman.
Kaynakça:
Alıntılar: Barbusse, Henri, “Aydınlık”, Yordam Edebiyat: 122, ISBN 978-9944-122-04-4, Türkçesi: Erdoğan Tokatlı, İkinci Basım, Mayıs, 2022.
Editör: Çisem Arslan
- Aydınlık – Henri Barbusse Roman İncelemesi - 21 Ağustos 2024
- Ankara: Bir Romanın Politik Analizi - 3 Mayıs 2023
- Üç İstanbul Roman İncelemesi - 9 Nisan 2023