Yazar: 16:11 Öykü

Sana Geliyordum

Sana geliyordum.

Beş dakika öncesine kadar.

Ansızın yola çıkmıştım. Böyle hesapsızca kararlar cesurların işi oysa.

Sonra yola çıkma halim gibi aniden bu kavşakta sağa çekip duruverdim.

Beş dakika önce.

Karım arıyor.                     

Acıdan haz almak ister gibi kendimi içine attığım bu belirsizlik kazanında kavruluyorum.

Bugün benim doğum günüm.

Akşamın bir vakti, şehirlerarası bir yolun ihtimallerle dolu kavşağında şapşalca bekliyorum.

***

Bu sabah uyandığımda gökyüzü pırıl pırıldı. Bu mevsimde olacak iş değil hâlbuki. Mutlandım. Ne bir kararsızlık vardı ne de bir eksiklik; hep istediğim şekilde ve olması gerektiği gibi…

Duşumu alıp henüz dökülmeye başlamamasına müteşekkir olduğum saçlarımı fönledim. Karımın sevgililer gününde hediye ettiği ve baştan çıkarıcı bulduğu parfümü sıktım sonra. Arkamdan yanaşıp genzine doldurduğu o kokuyla başı dönmüş gibi ensemi öptü karım. Eli şehvetle pantolon fermuarımın üzerinde dolaşırken kulağıma fısıldadı: “İyi ki doğdun aşkım.”

Geceye dair bir davet mektubu gibiydi, içim kamaştı.

Bu sabah, seni yıllardır görmemiş olmaya dair hiçbir hüzün yoktu üzerimde; tıpkı öncesindeki binlerce gün gibi. İki hafta önce araman ve tereddütle baktığım telefonu açmadığım o gün dahi bu gerçeği değiştirememişti. Bir süre kafam karışmıştı, kabul. Hatta heyecanıma yenilip geri aramayı da düşünmüş fakat vazgeçmiştim.

Vazgeçmiş ve unutmuştum.

Tamam, daha dürüst olmalıyım; unutmak üzereydim tekrar.

Beklenmedik bir sesle zamansız uyanan biri gibi tekrar uykunun sıcak kollarına bırakmış sayılırdım kendimi.

İşe giderken karımın günün ilk hediyesi olarak gönderdiği müzik listesini gördüm mesajlarda. En sevdiğim şarkıları titizlikle seçip toplamıştı. Doğum gününün insana verdiği o uçarı neşe ve sarsılmaz özgüven hissi ile dolarak dinledim. Ardından bir mesaj daha: “Akşam işten erken çık. Sürprizlerim var.”

Mesajın sonundaki davetkâr kırmızı rujlu dudak çıkartması ile kanımın akışı hızlandı. Bir çıkartmaya tahrik olmaktan önce utanıp sonra gururlandım. Müziğin sesini açıp bağıra bağıra şarkı söyleyerek yola devam ettim.

Şirketimdeki ekip de mutlaka bir sürpriz hazırlamış olmalıydı. Aslı’nın günlerdir ağzımı aramasından yola çıkarak deri çantalı bir puro seti almış olabileceklerini düşününce keyfim arttı.

Bugüne, kırk yaşımı bu kadar başarılı, güçlü, saçlı ve hâlâ arzu dolu karşılıyor olmanın övüncü ile başladım.

***

Sana geliyordum.

Bir saat daha sürseydi oradaydım.

Gözlerim son on beş dakikadır yanıp sönen dörtlü sinyalinde. Zihnimin yansıması gibi iki ayrı yöne doğru yanıp sönen iki ok…

Karım, cevaplanmayan aramalarından sonra mesaj yağdırıyor telefonuma. Okumuyorum ama neler yazdığını tahmin etmem zor olmuyor. Korku, endişe, şüphe ve öfkenin birbirine geçtiği sancılı metinler… İlk kez böyle bir an yaşıyoruz oysa. İlk kez kestiremediği bir yörüngedeyim belki de. Yazdıklarını bu kadar rahat tahmin edebiliyor olmama şaşıyorum.

Oysaki günüm, aldığım yeni yaş tebrikleri, hatırlı dostların aramaları ile renkleniyordu. Aklımın ucunda dahi yoktun. Belki de istemsizce, tedbir ve korku bataklığına saplandığını düşündüğün yaşamımın beklenmedik başarısını kutluyordum. Muhtemeldir ki, içimde seni haksız çıkarmanın kıvancı yeşeriyordu.

Beni ne zaman korkak bulmuştun ilk, hatırlıyor musun? Belki de yeni nakil öğrenci olarak geldiğin o renksiz okulumuzda, seni ilk gördüğüm günden itibaren pervane gibi etrafında dolanıp bir türlü senle konuşamadığımda, kim bilir…

“Kızın turkuaz rengi gözleri var,”  demiştim Orhan’a. Az biraz açık tenin bile Avrupai sayıldığı bir mecrada, turkuaz gözler kuşkusuz birer hazineydi. Dünyanın dolambaçlı meselelerini çözdüğünü söyler gibi duran tavrına ise belli belirsiz bir gülümseme eşlik ederdi.

Haftalar sonra kaşık kadar yüzünün ortasında fıldır fıldır dönen o meraklı gözlerle yanıma geldin.

“Sen İsmet Hoca’nın oğlu musun?” dedin.

“Evet,” dedim.

“Şanslısın. Böylesi bir eski tüfeğin oğlu olmak gurur vericidir herhalde.”

“Öyle.”

“Geçen hafta sonu tanıştık. O söyledi senin de bu okulda olduğunu. Demek sendin. Sahi, sen pek uğramıyorsun herhalde partiye.”

Her şey böyle başladı. İlah gibi gördüğün babamın vesilesiyle tanışıp, o ana kadar kerhen ilgilendiğim bir mücadelenin döngüsünde birbirimize karışarak yani…

Büyümüş de küçülmüş afacan bir kız çocuğunun kendinden küçük safça bir oğlanı oyununa ortak etme çabası gibiydi heyecanın.

İsmet Hoca’nın kendine hiç benzetemediği oğluna, “belki bir gün olur” hevesiyle, anlatmaya başladın kendi yazdığın o oyunun kurallarını. Yüzümü okşarken dahi arzuladığı genç adama değil, sabır ve anlayışla büyümesini beklediğin hercai bir oğlana bakar gibiydin.

Zamane âşıklarından tümüyle farklı; miting meydanlarında, parti toplantılarında, fonda devrim marşlarıyla ve inançlı gözlerini “hayat denilen kavgaya” dikmiş etrafımızdaki onca genç kadın ve erkeğin arasında yaşamaya çalışıyorduk sevdayı. Çalışıyordum… O safça oğlanın ilgisi oyunda değil tamamen senin üzerindeydi çünkü.

Arkandan sana yetişmeye çalışan çömez bir yavruyu şefkatle izler gibi durup süzüyordun arada bir. Yetişemediklerim ve üzerime uyduramadıklarımla peşinden sarsak adımlarla koşmaya uğraşıyordum ardından. Koştukça, her şeyin daha güzel olacağına dair kör bir inancın girdabında dönüp duruyordum.

***

Sana geliyordum.

Sana gelmenin her şeyi bir anda kenara bırakan mühim bir anlamı vardı. Fakat nasıl başladı, neden durdum burada hatırlamıyorum. Nasıl devam etmeli, kestiremiyorum.

Saat 9’u geçiyor. Karım çıldırmış olmalı. Çoktan şirketten biriyle konuşmuş, kutlamayı bile beklemeden apar topar çıktığımı öğrenmiştir.

Ne düşündüğünü tasavvur etmem zor. Kendi zihnimde dolanan düşünceleri dahi anlamlandırmakta güçlük yaşıyorum.

Babam arıyor…

***

İstanbul’u kazanacaktık. Sen mimarlık okuyacaktın, ben iktisat. İşi gücü bırakmış, bizi bekliyordu İstanbul. Pek çok şeyi değiştirecek veya alaşağı edecektik. Bazı gecelerse sarhoş olup durmaksızın sevişecektik.

Bu hayallerin anahtarı bendeydi. Oysa ne sana ne ciğerimi bildiğinden devrimci pozlarımdan zerre etkilenmeyen babama ne de kazanacağım fakülte dışında hiçbir şeyi umursamadığı için senden nefret eden anneme yaranamadım.

Mücadele arkadaşlarına yaranamadım.

Bu anarşistle ne işin var diyen okuldaki kazma arkadaşlarıma yaranamadım.

“En kritik yılda derslere ilgisi azaldı, yanlış arkadaşlıklar kurdu,” diye beni anneme şikâyet eden hocalarıma yaranamadım.

Öyle ki beni pasif ve oportünist olarak nitelendiren Mete’ye bile yaranamadım. Bahane bulup katılmadığım bir toplantıda kulağına eğilip söylemişti bunu sana. Ona öyle düşündürtmemeliydik, ne de olsa İsmet Hoca’nın oğlu ve senin sevgilindim. Hem aslında son beş altı ayda ne kadar aşama kaydetmiştim…

Bir anda sinir krizi eşliğinde cam çerçeve indirip herkese ağız dolusu küfürler savurmaya başlamasaydım kim bilir daha neler söyleyecektin. Bana acıyan gözlerle baktığını fark etmeseydim hayatımdan defolup gitmeni istemeyecektim belki.

Susarak sadece baktın ve bir zavallı olduğumu söyledin. Korkak bir zavallı.

***

Sana geliyordum.

Hâlbuki bunu yapmamaya yeminliydim.

Telefonun sesini kapatıp torpidoya koydum az önce.

Ulaşamayınca polise de haber vermişler midir? Her sakıncalı halden uzak durup trafik kurallarını bile ihlal etmekten sakınan bana nasıl bir kriminal süreç kurgulamışlardır?

Görüyorsun ya, bu belirsizliğin yaratıcısı dahi olsam yol açtığım bilinmezliğin gerilimine yeniliyorum. Kendi yarattığım kaosun dahi belirsizliğini sindiremiyorum.

***

Yıllar sonra Ankara’daki fakültenin bahçesinde ansızın karşına çıktığımda seni şaşırtmayı düşünmüştüm. Umuyordum ki ilk kez benden beklenmeyen bir cesaretle, önünü ardını düşünmeden, aklına gelmeyecek bir şey yapabildiğimi düşündürtecektim. Buna dahi mahal vermedin.

Zaten bekliyor gibi gülümsedin. Boynuma sarıldın. Yemek yedik. Ayağımızı bastığımız toprak sarsıcı bir depremle ikiye bölünmemiş gibi eski günlerden söz ettik. İçtik ve seviştik.

Sonra bana Mete’yi anlattın. Partide yönetici kadrosuna geçtiğinden, seneye evlenmeyi planladığınızdan bahsettin. Sahi ya, babam da söylemişti belki. Annem ne yapıyordu? Hâlâ doğrudan kaşları çatarak mı bakıyordu haz etmediği insanların yüzüne? Eczacılık sıkıcıydı. Zaten partinin gazetesinde profesyonel görev almaya başlamıştın. Muhtemelen okuduğun mesleği yapmayacaktın. Lakin bir diploman olsundu. Mete de böyle söylüyordu. Bu arada benim okul bitmişti herhalde. Senin gibi aylaklık edip uzatmama ihtimal yoktu. Büyük şirketlerden birine mi girmiştim? Ben zaten her zaman üzerime düşeni yapardım. Bulanık sularda yüzmez, annemi yanıltmazdım. Hayatımda biri var mıydı? Olsun, onu da bulurdum. Başarılı, güzel bir aile kızı yanıma yakışırdı. Kızdım mıydı? Dur, bir dakika! Kızmamalıydım. Bunun için söylememiştin. Ama artık büyümeliydim, özgürleşmeliydim. Başkalarından kabul görmek için çırpınmamalı, kendim kalarak var olmalıydım. Bunu gerçekten yapabilirdim… Aslında… Beni çok sevmiştin. İnanamayacağım kadar çok. Bunu asla anlamamıştım. Anlayamayacaktım da…

***

Sana geliyordum.

Aslında hiçbir nedeni yoktu.

İşyerindekiler en sevdiğim çikolatalı pastanın mumlarını yakmak için bana duyurmadan çakmak ararken çaldı telefonum. Babamın kutlamak için hiç bu kadar geçe kalmadığını anımsayarak açtım.

Titrek bir sesle senin adını söyledi. Hatırlar mıydım? Onunki de soruydu, elbette hatırlardım. Bir yıl önce Mete’den boşanıp kızınla bizim oralara yerleşmiştin. Konusu geçmemişti herhalde, bunu biliyor olamazdım. Gece geç saatlerde çevre yolunda bir trafik kazası olmuştu. Bir arkadaşınla restorandan dönüyordun. Direksiyonda sen vardın. Sanmaktaydı ki biraz da alkollüydün. Doğum günümde de böyle bir haber vermek istemezdi ama… Cenaze orada kaldırılacaktı. Başım sağ olsundu. Duyuyor muydum? Alo! Orada mıydım?

***

Seni son kez Ankara’nın o soğuk ve karanlık gecesinde gördüm. Yeniden başlamak için bir yol bulma umuduyla geldiğim o şehirden mağlup bir zavallı gibi ayrıldım. Sevginin koşulsuzluğunu, tutkusunu ve bize dair pek çok şeyi yüzüne haykıramamanın pişmanlığıyla döndüm İstanbul’a.

Ne aradığını veya ne beklediğini tam manası ile bilemeden, bunu öğrenmenin bir yolunu bulamadan, ruhumu ezdiğin onca zamanı kendime kabul ettiremeden binlerce saat tüketecektim.

Kendime bir yol çizecektim. Ruhumu onaracaktım. Sisler Bulvarı’ndaki Attilâ İlhan gibi seni hatırlatanın çenesini kıracaktım…

***

Sana geliyordum.

Saat 10’a geliyor.

Ansızın, beni aradığın günün pişmanlığı beliriveriyor.

O yolu ayaklarımla yürümüş kadar yorgunum.

Arabamın motoru, dakikalardır bu anı bekler gibi coşkulu bir gürleme ile çalışıyor tekrar.

Akşamın bir vakti, şehirlerarası bir yolun ihtimallerle dolu kavşağından gerisin geriye dönüyorum.

Başar Yılmaz
Latest posts by Başar Yılmaz (see all)
Visited 33 times, 1 visit(s) today
Close