Yazar: 22:00 İnceleme, Kitap, Kitap İncelemesi, Roman

1950’lerde Orta Çağı Yaşamak

Orta Çağ köylüsünü mü, 1950’lerin Türk köylüsü ve köy yaşantısını mı okudum emin değilim. İnsan şaşıp kalıyor, nasıl yani, nasıl bu kadar kötü şartlar olabilir diyor. Eh şehirli için pek anormal bir yorum değil elbette. Annemiz babamız, onların anne ve babaları zaten bu yokluğu bir şekilde görmüştür. Yokluk derken, gerçekten yokluk.

Köy Enstitüleri kapatıldığından beri insanların dilinden düşmedi. Konu hakkında bilgisi olanı da olmayanı da, ah o “Köy Enstitüleri” der durur. Cahilliğin bitmesi için, kurtuluş gözüyle bakılıyordu. Ama türlü sebepler, türlü siyasi oyunlar bu enstitülerin yaşamasına izin vermedi. Enstitü tek başına bir işe yarar mı? Yaramaz. Bu okuduğumuz kitapta yaramadığını görüyoruz. Çünkü devlet buna eğilmelidir. Devlet yok derse, atanan öğretmen var edemez. Yapabildiği şey zaten sınırlı olacakken, yokluğun olduğu köylerde yaşam mücadelesine dönüşecektir. Eğitim mi, o hak götüre, yaşarsa yine iyi…

*

Mustafa Kemal, Gazi ve Atatürk olmadan önce cahillikle savaşın planlarını yapıyor, Milli Mücadele dönemindeki beyanlarında bu konuları ele alıyordu. 16-21 Temmuz 1921 tarihleri arasında Türkiye Eğitim Kongresini açıyor ve konuşmasını yapıyordu. Tarihine dikkat edin, daha Cumhuriyet kurulu değil, düşünsenize milli mücadelenin başındakilere idam fermanı yayınlanmış, Kurtuluş Mücadelesi yapılmamış, İzmir ve İstanbul düşman işgalinden kurtulmamış. Yıl 1921 eğitim kongresi… Bu büyük bir düşün değil; ayağını yere sağlam basan, geleceği cephede planyan bir adamın inancıdır. Ki birer birer yapıyor zaten söylendiklerini. Cumhuriyet ilan edildikten sonrada görüyoruz ki, en önemli kaynak hep eğitime aktarılıyor. Yalnız bir sorun var, eğitimli denebilecek genç insanlar yok, neden? Çünkü hepsi savaşlarda yitip gitmiş, elde kalan sayı yetersiz. Kısa sürede öğretmenler yetiştirilmiş, örgütlenmeler yapılmış, seferberlik başlatılmış. Bunlar yıllara yayılmış, daha sonra üniversite reformu gerçekleştirilmiş, Hitler’in gazabından kaçan profesörler ülkemize sığınmış. Kabul etmişiz ve tüm (olan, olmayan) imkanları sağlamış, bu bizim en büyük şanslarımızdan biri olmuştur. Açılan bölümlerin haddi hesabı yoktur lakin yine yetersizdir. Çünkü nitelikli insan sayısı azdır, zaman lazım, zaman en büyük düşman olup çıkmıştır.

Bazen eksik okuma, bazen eksik bilgi insanları yanıltabiliyor. Cumhuriyet tamamlanmış bir proje değildir. Yapılmak istenilenler ülkenin dört bir yanında başarıya ulaşmamıştır. Özellikle köy halkı zor şartlarda yaşamlarını sürdürmüştür. Yanlış anlamayın, şehir insanları da bolluk içinde yaşamıyordu. Ülkenin o seferberlik dönemlerini okuyunca görüyoruz ki, bakan, milletvekili hep yokluk içinde, kıt kanaat geçiniyor. Adları var o kadar. Doktoru, öğretmeni, az olan mühendisi hep yokluk içinde. Herkes yaşadığı güne bakıyor, ülkeye bir şey kazandırmaya çalışıyor. Müthiş bir azim, bu azim bizde olsa, neyse… O insanların haklarını asla ödeyemeyiz bunu iyice anlamak gerekiyor. Çoğu bomboş evlerde, bir yatağın olduğu odalarda hastalıktan ölmüştür. Ölürken bile el açmamışlardır kimseye, devletten yardım bile istememişlerdir. Şimdi ise öğrencilerin durumu ortada, öğretmenlerin ise eğitimden ziyade “maaş” beklentisi daha fazla. (Amacı eğitim olan öğretmenlerimizi konu dışında tutuyorum.) Evet, yaşam için para gerekir lakin bazı meslekler önce meslek ahlakı gerektirir, para ilk öncelik değildir. Manevi değeri vardır, memlekete adam yetiştirmek kolay mıdır? Değildir, o çileyi en başta çekecek olanlardan biridir öğretmen, çünkü bu yola çekeceği çileyi de hesaplayarak girmelidir. Para kazanmak istiyorsa başka işler mevcut, öğretmenlik yapmak zorunda değildir. İyi şartlar hep olsun, kim istemez? Neden öğretmen çile çeksin, tabii ki çekmesin ama durum bu. Mahmut Makal’ın çektiğinin ne kadarına katlanabilirler, ben katlanamam mesela. Öküzün kıçından düşen gübre için kavga ediyor insanlar, sebep? Yakacak bir o var çünkü, işte yokluk böyle bir şey.

Kitaba dönecek olursak, Mahmut Makal yaşadığı dönemi ve zorlukları yazarken kullandığı dil, üslup ve anlatış olarak büyük sükse yaratmış. Kitabın sonunda hem yurt içinde, hem de yurt dışında aldığı övgü yazıları var. Büyük isimler, büyük gazeteler. İnsan okuyunca bir kez daha şaşıyor. Şimdi döneme dönelim ve neymiş bu zorluklar bir bakalım, bakalım ki ayağımız çamura değse yüzümüz ekşiyen bizler, bu anlatılanların hangi kısmına katlanabilirdik?

Günümüzde çarpıcı filmler yapılmadığı sürece, seviyesi düşük filmlerde öyle güzel köy hayatları gösterilir ki, insanlar mest olur oralara gitmeye çalışır. Köy var, köy var. Çilenin olmadığı köy, köy değildir o başka bir şeydir. Köy denildiğinde aklınıza üreten, ürettiğini satan, toprağı işleyen köylü gelmesin. Sadece yaşamak için nefes alan köylüyü de hayal edin.

Evler yağmurdan yıkılıyor, yiyecek ekmek yok, üç ay önce yapılmış ekmekler sulanıp yeniyor, yakacak yok, köylü öküzün kıçından düşen tezek için kavga ediyor, çünkü o tezek ile sınıyor, onu yakıyor, yemek yaparken onu kullanıyor, yemek derken ne bulurlarsa yemek o, aklınıza köy bulgurundan yapılan pilav falan gelmesin, onlar lüks, yağlı pilav düşünmeyin hayli hayli lüks, giyecek yok, on yıllık pantolon, on yıllık gocuk, onunda her yeri yamalı, yaması gocuktan daha pahalı hale gelmiş, dolabınızda kaç kaban vs. var bir kıyaslayın, ben kıyaslayınca utanıyorum, bir tarafta yaşamak için mücadele eden insanlar, bir tarafta istediğimiz şeylerden bazıları olmayınca dünyaya küsen bizler.

Makal’ın anlattığı köye Ara Güler’in fotoğrafları hayat vermiş. Ara Güler’i yakın zamanda kaybettik, nur içinde uyusun. Kimdir derseniz, İlber Ortaylı “Ara Güler olmasaydı İstanbul hatıralarının büyük bir bölümüne sahip olamazdık, çünkü kimse fotoğraflamıyordu onun gibi” diyordu. Kitapta geçen köyü de fotoğraflamış, gözümüze ilk çarpan şey ayakkabı. Özellikle kadınların ve çocukların ayakkabıları yok, kışın dahi yok, yalın ayak gidip geliyorlar, ayakkabısı olanlara bakıyorsun önümüze koysalar korkudan ağlarız o derece kötü durumdalar, ayakkabı demeye bin şahit lazım.

Köy yaşamı toz pembe değildir, hayatı toz pembe yaşayan insanların, köy ve köylüye bakış açısı farklıdır. Bilmediğimiz konularda fikir yürütmek sanki bize verilmiş bir vazife gibi her şeye yorum getirmeye çalışıyoruz. Ege’nin köyü başka, doğu’nun köyü başkadır. Şirince’ye şarap almaya gitmekle, doğuya öğretmenlik yapmaya gitmek aynı şey değildir. Bilmem anlatabildim mi?

“Doğu’nun adı çıkmış. Burası Anadolu’nun göbeği sayılır. Çektiklerimize bakıyorum da, acaba Doğu’dakilerin durumu daha kötü olabilir mi, diye tüylerim ürperiyor. Oturulur bir ev, soğuktan korur bir giyecek, karın doyurur yiyecek, az buçuk yakacak olmayınca, nasıl karşı konulur kışa?”

Kış; kar var, evlerin damı dayanıklı değil, kalın giysiler yok, ayaklar açıkta, insanlar ısınamıyor, çocukların büyük bir bölümü hastalıktan kışın ölüyor, ölümün kol gezdiği yerde, öğretmen nasıl ders yapıyor derseniz yapamıyor, okul diye tesis edilen dört duvar çöküyor, su içinde, her yer çamur, batmışsın, el yüz kir içinde, yıkanmak mı, ne yıkanması, vücut simsiyah, artık katman oluşmuş, temizlik yok, ayaklar simsiyah.

Ulaşım yok, ayda bir belki posta geliyor, gelen posta üç aylık, köye gelmesi keyfe keder, gazete geldiğinde gündem başka, başbakan değişiyor köylünün haberi yok, köylü yaşam derdinde, artık başka düşüncesi yok. Öğretmeni pek sevmezler, gavur icadı geliyor onlara, öğrettikleri de gavur icadı. Pek istemiyorlar, o yüzden hacı, hoca, şık, şeyh, molla, hafız daha önemli. Yiyecek yemekleri yok ama, şık hastaymış, yemek lazımmış, ısınamıyormuş, hemen elde ne var ne yok toplatılıp götürülüyor. İnsanlar yine sömürülüyor ve bunu düzeltmek imkânsız. Eğer ağzını açarsan dinden çıkıyorsun, başlıyorlar konuşmaya, gomünissttin, gomünissst! Eh enstitüler de bu yüzden kapanmadı mı? Bu yalandan! İşte “Demokrat Parti” böyle bir ortamda iktidar oldu, köylü gelirse Allah’tan, gelmezse yine Allah’tan diyor, yaşarsa şükür, ölürse kader diyordu. Ama hakkı olanı almak bir türlü aklına gelmiyordu, ne yapsınlardı, ellerinden ne gelirdi düşüncesi hakim.

Evet zor şartlar altında yaşayan insanları ve köyleri bildiğimizi sanıyoruz ama pek bu bilginin yanına yaklaştığımız söylenemez. Hala benzer durumlar var, medeniyetten uzak köyler var. Devlet işte bunun için vardır, benim ödediğim vergi birilerinin cebine değil, ihtiyacı olan yerlerin gelişmesine kullanılmalıdır. Binlerce kitabım var, Makal öyle bir anlatıyor ki, kitabı okurken sahip olduğum kitaplardan utanacak hale geldim, çünkü; sahip olduklarım, bir başkasının -özellikle köy çocuklarının- sahip olamadıklarıydı.

Bu bir öykü değil, roman değil, mizah değil, yaşamın içinden gerçek bir kesit. Bu kitapta hayat tecrübesi var, yaşam zorluğu var. Tozun, kirin içinde, karın içinde, odasız, açıkta ders yapmaya çalışan öğretmenin yazdığı, insanları şok eden gerçekler var. Bu gerçekler fazla gelince ülkeye kitap yasaklanır ama yurt dışında çevrilir ve büyük övgüler alır. Kitabın son sayfaları bu yazılara ayrılmıştır, kesinlikle okuyun.

Kitabın sizlere katacağı çok şey var. Özellikle ülkemizin gelişmesine katkı sağlayacağını hayal ettiğimiz öğretmenlerimiz bu ve benzeri kitapları çocuklara, gençlere okutmalıdır. Milli ve insani bilinç, özellikle bu dönemde ihtiyacımız olan şeylerin başında gelmektedir. Ellerinde binlerce liralık telefonlarla dolaşan çocuklara birileri yokluğu göstermeli. Yoksulluk her yerde olabilir, şehir ya da köy seçmez yokluk lakin kitabı okuduğunuzda ülkemiz sınırları içindeki köy ve köylerden bahsedildiğine inanmayabilirsiniz, size aşırı gerçek geldiği için inkarı seçebilirsiniz, bunlar yaşandı ve yaşanıyor.

Yaşadığımız hayatın değerini bilelim, çünkü o çocukların çektiği zorluğu çekmiyoruz, çoğu şımarıklığımızdan ibaret olan şikayetler, şunu kabul edelim, şımarık bir nesil olduk, var olanı beğenmeyen ve yetinmeyen bir nesil.

Mutlaka okuyun, okutun. Okuduğunuzda hangi çağdan kesitler okuduğunuza pek inanmayacaksınız.

Bir akşamüstü fasulye sulamaktan dönüyordum Mencilis’ten. Tam sığırın köye dağılma vaktine rastlamıştım. Birbirinin anasına babasına ilenerek ineklerin ardından düşen pislikleri avuç avuç topluyorlardı. Kul Hasan’ın karısı derler, kır saçlı bir kadın var. Kollarını sıvamış, koca bir pislik yuvarlağını kucaklamış götürüyor tezek yapmak için…

Laf olsun diye, ”Bre Mıcırlı nine, bu ne hal?” demiş bulundum.

Tozdan beni göremiyordu, ama sesimden tanıdı. Biraz önce kavga ettiklerinden canı burnundaymış. Alay ettiğimi sanmış; bir kızdı, bir kızdı:

”Beni söyletme ağşamınan, git yanımdan! Eğlence sırası dail… Senin keyfin kirt, tuzun kuru he! Alem kazanır, galem yir. Bizim yerimizde olsan, sen ne devşirirsin gopa gopa!”

Onun hali benim içimi yakıyor, benim sözüm onun içini…

Cumhuriyeti anlamak, insanımızı tanımak, yaşanılanları okumak ve aktarmak bir nevi boynumuzun borcudur.

Sağlıcakla.

Visited 6 times, 1 visit(s) today
Close