Yazar: 17:58 Anlatı

Yol Hikâyeleri – 1

Büyük kentlerin içinde ne yapacağını bile kestiremeden öylece vakit öldürmek; sıkılmak, sıkılmak ve sıkılmak. Her dakikanın, geçen her saatin zihne kazık gibi çakıldığı apartman daireleri; buzdolabının gün boyu belirli aralıklarla tekrar eden tiz sesi, kombinin, balkonda olmasına rağmen içeriye uzanan ve her duyulduğunda ay sonunu hatırlatan boğuk homurdanmaları, üst komşunun çamaşır makinesi, yan komşunun müzik sesi, daha gecenin üçünde ötmeye başlayan ve şehrin ortasında nereden geldiği hiç bir zaman kestirilemeyen horoz ötüşleri, karşı apartmanın alemci gençleri, sokaklardaki düğün alayları, en ufak rüzgarda birbirlerine çarpıp duran metal saclar, elektrik direkleri arasında sivrisinek gibi vızıldayarak uzanıp giden kablo yığınları, gülüşler, konuşmalar, çınlamalar… İnsanı, bu hareket ve kargaşanın bir parçası yapmaya zorlayan kentin içinde, baştan sona bir eylemsizlikle kuşanmış olan, ben.

Kent, insanı bir şey yapmaya zorluyor ama ben hiç bir kapıya kulp olamıyorum gibi geliyor. Ben de yola çıkıyorum öyleyse, başka ne yapabilirim? Kentin tüm baskılarının karşısında yavaş yavaş eriyen, bulanıklaşan, soyutlanan varlığımı kentlerarası bir boşluğa sürüklüyorum ve böylece her şeyi ertelemek ve hiç bir şey yapmamak imkanı bulduğumu sanıyorum. Faturaları unutuyor, sıkıntıdan uzaklaşıyor, zorbaca kulaklarımı tırmalayan sesleri susturuyor, kalabalıktan kendimi kurtarıyorum. Belki de yalnızca kendimi yolda olmak eylemine bırakıp, geri kalan her şeyi erteleyebileceğime inandırıyorum.

Hal böyleyken bile, bir caydırıcı olarak kent, beni yakaladığı yerde baskısını yeniden hissettiriyor: Yolda, büyük kentlerin gölgeleri altında süzülüp giderken her biri beni içine çekmeye, yollarında yürütmeye, banka ya da ekmek fırını sıralarında bekletmeye, kırmızı ışıklarında durmaya, fabrikalarında çalışmaya zorluyor; bir şekilde hissediyorum bunu, beni yadırgıyor. Her fırsatta elektrik işlerinden anlamadığımı ya da başka bir zanaatımın olmayışını yüzüme vurmaya hazır, pusuda bekliyor. İçine çekip boyunduruk altına aldığı her bir ferdiyle “kent”, her temasımda işte beni böyle hırpalıyor.

Bütün bu taarruzlara karşı Bertrand Russell ile bir nebze avutuyorum kendimi bugünlerde. Sonra düşünüyorum, kendi aylaklığımı kentin zorbalığına karşı haklı çıkarmaya, kendi yalnızlığımı kentin kalabalığından üstün tutmaya, kendi savurganlığımı kentin tutuculuğuna karşı sevimli görmeye çalışıyorum. Başarıyorum da.

Arada olmak beni korkutmuyor ve iki kent arasında gidip gelirken bir üçüncüsünün zihnimde canlanışı zihnimi bulandırmıyor. Kendimde hala kentlere karşı durabilecek iradeyi, hemen her şeyden vazgeçebilecek cesareti ve her şeye rağmen, anlamın peşinden gidecek arzuyu buluyorum. Anlamın, kentten daha aşkın bir kavram olduğunu ve anlamı bulmadan önce tanımam gerektiğini de biliyorum.

Arkamda antik bir kent uzanıyor, onu öyle boş görünce, kentlerin de yenilebileceğini anlıyorum.

Burak Nefesoğlu
Latest posts by Burak Nefesoğlu (see all)
Visited 5 times, 1 visit(s) today
Close