Yazmamak üzerine kaldığım yerden devam ediyorum ama bu sefer imleç yanıp sönmüyor, belki de imlecin yanıp sönmesine fırsat kalmadan yazı akıyor, akıyor ve devam ediyor.

Yazmamak Üzerine

Kitap okumaya biraz daha fazla zaman ayırabildiğim bir dönem içerisindeyim, bu beni keyiflendiriyor, özellikle covid-19 ile birlikte duraklama dönemine girmiştim, bolca vaktim olmasına karşın daha az okumuş, daha çok izlemeye ve başka aktivitelere zaman ayırmaya başlamıştım. Kitap okumak bir zorunluluk değildir, herkes kitap okuyacak diye bir durum söz konusu değildir. Herkes okusaydı, ya da şöyle diyelim herkes Einstein kafasında olsaydı sizce bu dünya çekilir miydi, bir düşünün isterseniz. Akıllı olanlar ya da kendisini akıllı sananlar daha az bilgili insanların olmasından her zaman mutludur çünkü bilgi önemli bir hazinedir ve bu hazineden başkalarının nasiplenmesini pek istemezler. Bilgiyi elinde bulunduranın kendi hakimiyetini ilan etmesi durumu vardır, bilgi edinmek günümüzde hiçbir şekilde sorun teşkil eden bir konumda olmamasına karşın bilginin ulaşılmazlığı insanların çoğunlukla bu bilgiye erişmek gibi bir eğilimlerinin olmayışından kaynaklanıyor. Herkes daha fazlası ile dolmak istemiyor, hatta günlük rutin yaşamın içinde zaten hali hazır bir şekilde donanmış oldukları bilgi ile öyle ya da böyle bir şekilde yaşıyorlar. Hatta daha az bilmek daha fazla mutluluk bile getirebilir. Bunun için verebileceğimiz o kadar çok örnek var ki, iş siyasete girecek o yüzden hemen uzaklaşıp yazmamak üzerine başladığım yazıma devam edeyim.

Ne demiştim, bilgiye talep olmaması. Emrah Sefa Gürkan hocamızın Herkes Bunu Bilir kitap incelemesinde de değinmiştim, hatırlatmakta fayda var. Matbaa Osmanlı’ya geç mi geldi, yoksa Osmanlı toplumu matbaaya gereksinim mi duymuyordu? Benim oyum ikinci şıkka olmuştu, yani talep yoktu. Talebin olmadığı yerde bir şey satamazsınız, talep olacak ki bir şey satasınız. Okumaya meyilli olmayan bir toplumun elbette matbaaya da ihtiyacı yoktu, bilgili bir toplumu padişah istiyor muydu? Elbette istemiyordu, neden istesin, itaat eden bir toplum yerine sorgulayan tebaa niye isteyeceklerdi ki, hiç.. Velhasıl matbaanın bu topraklardaki serüveni bu ve benzeri nedenlerdendir. Batı ve Avrupa’nın kütüphane ve kitap sayılarına bakın, daha sonra ülkemiz kütüphanelerinin ve kitap sayılarına bakın, perişan olursunuz, kahrolursunuz. Bununla ilgili bir video yapmıştım, milyonlarca izlenmesini beklerdim lakin binlerce izlendi, bereket versin ne yapalım, milyonlarca izlenmek için Enes Batur olmak lazımdı yoksa Enis Batur mu, bu da ayrıca sıkıcı bir durum değil mi? Neyse…

Son on günde üç kitap okumuşum; İvan Denisoviç’in Bir Günü, İvan İlyiç’in Ölümü, Candide ve Micromegas daha sonrasında Decameron’a başlayacaktım ama içeriğindeki 100 öykü üst üste okunacak cinsten gelmedi, biraz ara vererek okumakta fayda var, sıkıştırıp sömürmeye ne gerek var? Daha sonra Rilke’nin, Malte Laurids Brigge’nin Notları’na başladım ama oku oku, sarmıyor kitap bir türlü, oradan oraya atlıyoruz, duygularında dalgalanıyoruz Rilke’nin, şiirsel anlatımın şiirsel olmayan çevirisi belki de buna sebebiyet vermiş olabilir, kim çevirmiş, Behçetgil çevirmiş, ustaya saygı, kötü çevirecek hali yok ya, değil mi kötü çevirmemiştir? Gerçi Hasan Ali Toptaş çevirmenin yaşına bakıp çeviri kitap okuyormuş, genç çevirmenleri salla gitsin, dinozorlar daha eski Türkçe ile sahneye çıkıp, çeviriyi efsaneleştiriyormuş, daha anlamlı kılıyormuş falan filan, öyle bir şey olmadığını söylemeye çalışırken, bir baktık ki tacizci çıktı adam, sonra olaylar, olaylar ve olaylar. Bununla ilgili yazdığım yazıyı paylaştık, devamına oradan bakabilirsiniz lakin taciz karşısında susan, ses çıkarmayan ah o çok satan kitapların sahipleri yazarlarımız ses çıkarmakta oldukça zorlandılar, neden acaba sorusunu sorarken aynı zamanda cevapta buluyoruz, korku. Korku ve linç edilmek, acaba benim neyim çıkacak cinsinden sorular, çünkü birçoğunun uyudun mu tarzında yaklaşım ve tutumları olabileceğini düşünmememiz için herhangi bir sebep yok. İnsan işte, genelde şaşıyor, sonucu da eril faillik, efendim, eril faillik, yani, tacizin Hasan Ali Toptaş tarafından edebi hale getirilmiş şekli. Bu kadar çevirebildi taciz konusunu, paylaştı, sonra sildi iyi mi, çünkü biliyor ki bu toplum zayıflığı sevmez, baktı her şey gidecek, taarruz planları hazırlanıyordur, bekleyip görelim, niyet okuyacak değiliz.

Yazmamak üzerine başladığım yazıya yine oradan buradan girip çıktım, biraz edebi magazin biraz matbaa, birazda okumak üzerine kelam ettim. Yazıya yine herhangi bir son şekil vermeyeceğim, noktası virgülü yazıldığı gibi karşımda duruyor, imleç birazdan bana bakacak ve ben dosyayı kaydedip kapatacağım.

Lakin, son söz:

Tacizin karşısında duramayan omurgasızları okumayın, takip etmeyin, tepkisiz kalanları eleyin çevrenizden, bugün başkalarına, -istemeyiz ama- yarın sizin başınıza gelebilir, es geçmeyin, sessiz kalmayın, erdemli olmak zor değil, biraz istemek yeterli.

İmleç yanıp sönmeye başlıyor, bir sonraki Yazmamak Üzerine adlı yazımda görüşmek dileğiyle.

Visited 7 times, 1 visit(s) today
Close